|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
- "Çıktım erik dalına ânda yedim üzümü!" Yıllar önce bir derste öğrencilere bu ifadenin anlamını sormuş ve birbirinden çok farklı cevaplar almıştım. Genç dediğin muzip olur, herhalde ondandır: bazıları Yunus'un yanlış ağaca çıkmış olduğunu söyledi, bazıları erik ağacına çıkıp yandaki asmadan üzüm yediğini, bazıları yediğinin üzüm gibi erikler olabileceğini, bazıları da ne yediğini bilemediğini ya da kelime oyunu yaptığını ve dahî zaten şâir takımının (!) böyle anlamsız kelime oyunları yapabileceklerini, vs. ... Sözün sadece söylenmiş olmasının tek başına bir kıymetini var mıydı acaba? Bazen nadir bulunur birtakım nâdanlıklar karşısında ne diyeceğimi bilemez hale gelip de isteğimi, söz söyleme isteğimi kaybettiğimde öylece durur ve kendi kendime hep bu sorunun cevabını aramaya başlardım. "Söylenmesi gereken" söylenmeli mi(ydi)? Hani derler ya, adı üstünde... Bakınız işte adı üstünde: "söylenmesi gereken!" Söylemenin gerekliliği biliniyorsa, söylemekte niçin tereddüt edilsin o halde?!? Hem söylenmesi gerekli olacak, hem de söylenip söylenmemesi üzerine şüphe izhar edilecek? Acaba bu bir kuşku mu, yoksa kuruntu mu? Şüphe izharı diye görünen bu tutum, basbayağı bir vehim mahsûlü olmasın?!? Gereklilik sözün a'razlarıyla alâkalıysa, itiraz yerinde gibi görünüyor. Fakat muhataplar nazar-ı itibara alındığı takdirde, yani sözden murad sözün anlaşılması olduğu halde, bu itiraz söz götürür! Öyle ya, söylenmesi gerekenin ifade edilmesi, sözün salt ifade'ye getirilmesi değil, bilakis faide getirmesi ise ve nâdan takımı için de herhangibir faide mevzû-i bahis değilse?!.. Belâğat İlmi'nin bildik kaidesidir: "Kelâm mukteza-yı hâle uygun olmalıdır!" Kelâmın mukteza-yı hâle uygun olması, sözün söyleneceği kimsenin, yerin ve ortamın iyi seçilmesiyle alâkalı olup "söylenmesi gereken"in gerekliliğiyle alâkalı değildir! Yani söylenmesi gerekli olan, her halukârda söylenmeli ve fakat kime, nerede ve nasıl söyleneceği iyi hesap edilmelidir! İlki başka, ikincisi başka... Velhâsıl, işin içinde erik dalına çıkıp ânda erik değil, üzüm yemek var! Oysa Yunusumuz ne güzel söylemiş ve –niçin açıkça söylemeyeyim– aslında herşeyi ve apaçık bir sûrette, üstelik ne kadar mümkünse o kadar dolayımsız bir sûrette söylemiş! O sadece söylenmesi gerekeni söylemiş, gerekliliği faide'ye hasretmeyip ifade'yi yeterli görmüş... Hatta bu arada lûtfedip Belâğiyyûn'un bir ifadede aradıkları asgarî şartı, fâide-i tâmme'yi de yerine getirip vazifesini itmam eylemiş... Ne var ki kimse bu sözden birşey anlamamış? Güya sözün açıklanması gerekiyormuş... "Adam gibi söyleyese â!" diyen nâdanları da dikkate alarak sözü söylemeliymiş ki mütekellim böylelikle kendi hakkında su-i zanlar oluşmasına fırsat vermesinmiş... "Söylenmesi gereken" gerekliliğini mukteza-yı zâhir-i hâl'e borçlu olsa ve muhatapların zâhiri işbu gerekliliği vareden yegâne sebep olsa, belki bu takdirde hikmet ehli hep muhatapların hâline nazaran konuşurlar, konuşabilirlerdi... Fakat ya Bayezid-i Bistamî hazretlerinin, "40 yıldır tekellüm ediyorum da insanlar benim kendileriyle konuştuğumu zannediyorlar" dediği gibi düşünüyorlarsa ve mukteza-yı zahir-i hâl'i değil de, sadece mukteza-yı hâl'i nazar-ı itibara alıyorlarsa?!? Yani ya onlar 'kendi kendilerine' konuşuyorlarsa?!? Bizim gibi fukara takımı, hayatın kendilerine hazırladığı sürprizleri bilmez, bilemez. Bildikleri, –Kur'an'ın ifadesiyle– sadece dünya hayatının zâhiridir. Bu bakımdan sadece zâhire göre konuşmak, zâhiri nazar-ı itibara alıp konuşmak mecburiyetindedirler. Konuşmalarındaki parlaklık, zâhire teşne olanların aradığı parlaklıktır. Ne yapıp yapıp, kendi kendilerine konuşanları aramak ve bulmak zorundayız. Fakat –bulamayanlardan birinin dediği gibi– tek sorunumuz şu: Hiçi nerede arayacağız? Hiçi nasıl bulacağız? ("Wo suchen wir das Nichts? Wie finden wir das Nichts?", Heidegger) Korkarım, erik ağacına çıkmayı göze almadıkça üzümü yiyemeyeceğiz!
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |