|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Tasavvuf mistisizm değildir
Yazdığı İkiilebir adlı roman ile Yazarlar Birliği Tarafında ödüllendilen tarihçi Reha Çamuroğlu tarih romancılığı alanındaki başarısını pekiştirdi. Çamuroğlu, tarihi roman yazmaya kalkışan bir yazarın öncelikli yazacağı dönemi çok iyi bilmesi gerektiğini söylüyor.
Reha Çamuroğlu'nu Türkiye "İsmail" adlı ilk romanıyla tanıma fırsatı buldu. Dönüyordu, Sabah Rüzgârı, Tarih Heterodoksi ve Baba'ler, Değişen Koşullarda Alevilik gibi inceleme-deneme kitapları bulunan Çamuroğlu'nun "İsmail"i, konuya ve Türkçeye hakimiyeti, tarihi romanların popüler olduğu bir dönemde popülizme kaçmadan tarihi bir konuyu işlemesi açısından hem edebiyat çevrelerinden hem de okurlardan büyük ilgi gördü. İkinci romanı "Son Yeniçeri" ile çizgisinden taviz vermediğini ispatlayan Çamuroğlu, "Son Yeniçeri" de, Osmanlı'nın 1769 -1828 yılları arasındaki kesitini ele aldı. Tasavvuf kültüründen izler taşıyan son romanı "İkiilebir" ile Türkiye Yazarlar Birliği tarafından ödüllendirilen Çamuroğlu'yla ödüllü romanı ve tarihi roman yazmanın zorlukları üzerine konuştuk. 1999 yılında yayımlanan "İsmail" adlı romanınız Türk okurundan yoğun ilgi gördü. İlerde yayımlayacağınız romanların "İsmail"in gölgesinde kalmasından kaygı duyduğunuz oldu mu? Açıkçası böyle bir kaygım yok. Ben yeni bir metinle uğraşırken heyecan duymak isteyenlerdenim. Aksi bir durumda oturup yazamıyorum. Bazen ısmarlama yazılar öneriliyor. Özellikle dergilerden. İşte "şu konuda dört sayfa yazarmısınız" gibi öneriler. Bunu bile yapamıyorum ya da olağanüstü zorlanmam gerekiyor yapabilmem için. Bu nedenle, her yeni kitabımda, yeni denemelerim var, yeni tarzlar, yeni teknikler. Satış herşey değil. İkiilebir şu ana kadarki tablosuyla en az satan kitabım oldu, ama beni sevindiren bir ödül getirdi. Demek ki, dedim, birileri anladı! Geçenlerde 32.Gün programında parlamentoda en çok okunan kitaplar arasında bir baktım "Son Yeniçeri" birinci sırada! Demek ki "İsmail" in gölgesinde kalmamışım! İkiilebir'de okuru Haydari şeyhi Barak Baba'nın öyküsü ekseninde tasavvufun özüne doğru bir yolculuğa çıkarıyorsunuz. Türk okurunun son dönemlerde İslâm kültürünün ayrılmaz bir parçası olan tasavvuf öğretisi yerine, Zen kültürüne ait eserlere yönelmesini nasıl buluyorsunuz? 20'li yaşlarımın ortalarında tarih öğrenimim sürerken bir ödev hazırlıyordum. "Celali İsyanları". Araştırmaya başladığımda bir baktım ki, ben Alman Köylü Ayaklanmalarını, bizim Celaliler'den daha iyi biliyorum. Bundan daha tehlikelisi, bizimkileri Alman Köylü ayaklanmalarının terimleriyle düşünüyor, onların tavırlarıyla anlamlandırmaya çalışıyorum. Niçin? Çünkü Engels okumuşum! Bu Zen meselesinde de böyle. Zen'i değersizleştirmiyorum bunları söylerken. Zen bence de çok değerli. Ama tasavvuf biziz, bizim geçmişimiz. Ülkemizde çok az sayıda ismin tasavvuf kültürüyle ilgili roman denemesi yaptığını görüyoruz. Sizce yazarlarımız neden tasavvuf kültürü üzerine yazmaktan kaçınıyor? Tasavvufu bilmek gerek, üzerine yazmak için. Mesela bir İslam mistisizmi lafı aldı yürüdü. Bana sorarsanız tasavvuf mistisizm değildir. Onu böyle açıklamak, büyük bir haksızlık ve anlayışsızlıktır. Tasavvuf mistifiye etmekle değil, demistifiye etmekle ilgilidir. Ama modern guruların, geleceği bilmek şarlatanlıklarının alıp yürüdüğü bir dünyada tasavvufu mistik bir akım olarak görmek, "piyasa" yapıyor! Tasavvuf üzerine yazılanların çoğu da bu minvalde. Bazen böyle yazılacağına hiç yazılmasa daha iyi olur dediğim oluyor. İkiilebir hacminin küçük olmasına rağmen okuru tasavvufun temel meseleleri üzerinde düşündürmeye sevkeden başarılı bir roman. Tasavvuf kültürü üzerine ayrıyeten bir çalışma yaptınız mı? İkiilebir bir tarihi roman değil, önce bunu söylemeliyim. Bir tarih tezi yok, çift zamanlı. Bu halleriyle İsmail ve Son Yeniçeri'den çok farklı. Onu yazarken ilave bir tasavvuf çalışması yapmadım gerek yoktu. Tasavvuf benim aşkım, benim hayatım. Uzun süren hazırlık döneminden sonra elde edilen tarihi bilgileri, roman kıvamında okuyucuya ulaştırmanın zorluğu nedir? Bazen o kadar çok malzeme biriktiriyorsunuz ki bu malzemeyi kullanmaya kalksanız yazdığınız metin bir ansiklopedi maddesine ya da bir doktora tezine dönecek. Ama o malzemeyi zorlukla topladığınız için vazgeçmeniz de çok zor. Evi temizlemeye kalkmak ama sonunda hiçbir eşyayı atamamakla benzeşik bir durum bu. Metnin sağlığı ya da sizin biriktirdikleriniz. Hassas bir dengeyi yakalamanız gerekiyor. Son zamanlarda Osmanlı tarihinin birden popülerleşmesini nasıl görüyorsunuz? Artık Osmanlı'nın kılıç zoruyla koskoca coğrafyaların kanını emen bir "barbar" güç olmadığını umarım bilmeyen kalmamıştır. Müthiş ustalık gerektiren bir durumdu Osmanlı olmak! Çok kültürlülüğü, çok dilliliği, yayıldığı coğrafyanın sonradan, Osmanlı sonrasında karşılaştığı zorluklar, sanırım Osmanlı üzerine tekrar tekrar düşünmeyi zorunlu kılıyor. Düşünen beyinler bunu görüyor mesele bu. Sizce bu tür romanların yaygınlaşması olumlu mu? Bence her tür romanın yayınlanması olumlu. Geçenlerde edebiyat dünyamızın duayenlerinden biri "romancı enflasyonu var" dedi ve ben hayret ettim. Varoluşu edebiyat olan biri nasıl böyle bir cümle kurar diye! Okuru yazarı çok çok az olan bir ülkede yaşıyoruz ve romancı enflasyonundan söz ediliyor! Neredee! Kaliteye gelince o ayrı bir mesele, kalitesiz eser ve yazarların kalıcı olamayacağını ve zamanla eleneceğini düşünüyorum. Ne kadar çok satarsa satsın! Osmanlı tarihini konu alan romanların çoğunda genellikle padişahların, şehzadelerin, valide sultanların hayatının anlatıldığını görüyoruz. Oysa sizin romanlarınızda anlatığınız dönemin farklı kesimlerindeki insanlara ait portrelere rastlamak mümkün... Bir tarihi roman yazmak benim için muazzam bir emek anlamına geliyor.Bazen tarihçiliğe yabancı olan okurunuz bunu göremiyor. Ama erbabı görüyor. Sayın Şevket Pamuk bir gün bana "Son Yeniçeri"de verdiğim ulufe rakamlarının gerçekten dönemin rakamları olduğunu, bunları hangi kaynaktan bulduğumu sormuştu! Konunu uzmanı hemen bu ayrıntıyı görmüştü! Ben de kaynağımı söyleyerek hocamın bu gurur verici sınavından geçmenin zevkini yaşadım! Sizce bir tarihi romanın taşıması gereken özellikler nelerdir? Kırma türler olmayacaksa yani yarı fantastik yarı tarihi gibi, ben bir tarihi roman yazarının birincisi yazdığı kesiti döneminin tarihçisi kadar iyi bilmesi gerektiğini, anakronizmalara düşmemesi gerektiğini, mesela 13. yüzyılda patatesi Anadolu'da yedirmemesi gerektiğini düşünüyorum. Yok illa ki yedirmek istiyorsa tarzının okuru bu konuda uyarıcı olması gerektiğini düşünüyorum. O zaman öyle bir tarz kullansın ki 13. yüzyılda kol saati bile göze batmasın! İkincisi esas olarak hem tarihçi ve hem de romancı geçmiş zamanı yazarken dahi aslında bu günü yazdıkları konusunda bir uyanıklık içinde olmalıdır diye düşünüyorum. Çünki biz bu günde şimdiki zamanda yaşıyoruz.
|
|
|
|
|
|
|
|