|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
"Anayasa Mahkemesi" olarak adlandırılan kurumlar, yasakoyucunun "iradesi"nin bir "çoğunluk demokrasisi" çerçevesinde "hukuk" yolundan sapmasını önlemek için yaratıldı. Batı Avrupa ülkeleri bu kurumlarla (sanırım Avusturya hariç) İkinci Dünya Savaşı sonrasında tanıştı. Bu ülkeler, "milli irade", "genel irade" gibi modern dönemin dokunulmazlık atfettiği kimi kavramların pratikte toplumların başına ne belalar açtıklarını bizzat yaşayarak gördükleri için, kendilerini "hukuksuz" bir demokrasiden korumak için "Anayasa Mahkemesi" gibi bir denetim mekanizmasına gereksinim duydu. Bildiğiniz gibi, Türkiye de bu sürece -biraz gecikmeyle- girmekte gecikmedi. Nihayet ülkemizde de, "milli irade"nin bir kararı olsa da adına "yasa" denilen her metnin yasa olarak tanımlanamayacağı anlaşılmaya başlanmıştı. Tabii ki "Anayasa Mahkemesi"nin önüne getirilen yasaların Anayasa'ya uygunluğuna icazet vermesi yetkisiyle donatılmasıyla. "Anayasa Mahkemesi" üyeliği, Prof. Mustafa Erdoğan'ın ısrarla belirttiği ve başına iş açtığı gibi(!) gerçekten çok zorlu bir görev. Üyeler herşeyden önce, eğer söz konusu olan demokratik bir rejimse, 'Anayasa'ların da sınırları dışına çıkmamak durumunda olduğu doğal hukuk kaynaklı temel hak ve özgürlükleri akıldan çıkarmayacaktır. Anayasa Mahkemesi "kanun koyucu gibi hareketle, yeni bir uygulamaya yol açacak biçimde hüküm tesis edemez"se de, kararların altında imzası bulunan mahkeme üyelerinin her biri çağdaş evrensel hukukun ülkedeki "uç beyleri" gibi davranacaktır. Yine bildiğiniz gibi, Türkiye'deki "Anayasa Mahkemesi"nden bugüne kadar çok şaşırtıcı kararlar çıktı. Öyle gerekçelerle karşılaştık ki, kararda imzası bulunan üyelerin birer "uç beyi" mi, yoksa en alâsından birer "konformist" gibi mi davrandıklarına bir türlü karar veremedik! Vatandaşlar açısından çok hüzün verici gelişmelerdi bunlar tabii... Bu ülkede 12 Eylül rejimi sırasında ortada Anayasa filan kalmamışken, "Anayasa Mahkemesi"nin var olabildiğine de zamanında çok şaşırmıştık. Doğrusu bu da çok hüzün verici bir gelişmeydi; "kendisi" ortada yok, ama "mahkemesi" ve "üyeleri" ortadaydı! Umarız bundan sonra böyle tuhaf durumlar bir kez daha yaşanmaz... Anayasa Mahkemesi hakkında şimdiye kadar yazdığım bu "giriş"i tabii ki güncel bir gelişmeye bağlamak için karaladım. Önümüzde bir "gerekçe" var; Anayasa Mahkemesi tarafından 2.5 yıl önce, 24 Kasım 1999 tarihinde alınmış bir kararın gerekçesi. Mahkeme, Orhangazi Asliye Ceza Mahkemesi'nin, aralarında evlenme akdi olmadan dini merasim yaptıran bir çiftin yargılandığı dava dolayısıyla, TCK'nın, bu uygulamayı suç sayan 237/4 maddesinin Anayasa'ya aykırı olduğu iddiasıyla iptali için yaptığı başvuruyu oybirliğiyle reddedişinin gerekçesi... Bana göre de, Orhangazi Asliye Ceza Mahkemesi bu başvurusunda çok haklıydı. Bu başvurunun bir yerinde bakın ne deniliyor: "Türk Ceza Kanunu açısından kadın ve erkeğin aralarında nikah akdi olmaksızın birliktelikleri insanca yaşama hakkına bir tecavüz olarak değerlendirilmezken, aynı birliktelik dini nikah yapıldığında 'insanca yaşama hakkına bir tecavüz' olarak telakki edilmektedir... Türk Ceza Yasası'nın bu telakkisinin ceza hukukundaki adalet anlayışıyla ne denli çelişkiye düştüğü izahtan varestedir." Dediğim gibi, Asliye Ceza Mahkemesi başvurusunda çok haklı. İsterseniz, konuyu daha yakından incelemeden önce başvuruda atıf yapılan 1936 tarihli TCK'nın 237. maddesini de hatırlayalım: "Aralarında evlenme akdi olmaksızın evlenmenin dini merasimini yaptıran erkek ve kadınlar iki aydan altı aya kadar hapis cezasıyla cezalandırılır." Al sana bir yasa! Vakit gazetesi bu gerekçeden hareketle "kıyameti" kopardı. Gazete "Zinaya anayasal güvence" başlığı altında bir haberle ve köşe yazılarıyla önümüze gelen "hukuk garabeti"ni okurlarına ifşa etti. Vakit'in bu gerekçe münasebetiyle "zina"yı öne çıkarması ya da Türkan Şoray ve Fatma Girik'in "nikahsız hayatları"nı bu vesileyle hatırlatması, tahmin ettiğiniz gibi benim itibar edeceğim hususlar değil. Ancak doğruya doğru, Anayasa Mahkemesi'nin gerekçeli kararı sahiden çok tuhaf, sahiden anlaşılır gibi değil... Vakit yazarlarından Ali Karahasanoğlu'nun şu tespitine kim ne diyebilir: "Resmi nikah da, dini merasim de yapmadan evli gibi yaşama ne olacak? Böyle bir yaşam tarzı yasak olsa, belki kanunun da Anayasa Mahkemesi'nin de mantığını anlamak mümkün olabilir. 'Ben sadece resmi nikah yapıldıktan sonra insanların birbirleri ile karı koca hayatı yaşamalarına izin veriyorum. Resmi nikah kıymayan hiç kimse, karıkoca hayatı yaşayamaz. Dini merasim de düzenlese, hiçbir merasim düzenlemese de, hepsi suçtur' denilse idi, kanun mantıklı bir düzenleme getirmiş olurdu." Karahasanoğlu haklı, çünkü ilgili kanunda ve Anayasa Mahkemesi kararında hiç değilse bir "tutarlılık" arıyor. Resmi nikahsız yaşamak serbest, dini nikahsız yaşamak da serbest, ancak sadece dini nikahla birlikte yaşamaya başlayıp sonra akıllarına esince resmi nikah yaptıranlar doğru hapishaneye! Bunu kimsenin, ne sadece resmi nikahlıların, ne dini nikahlıların ne de hepten nikahsızların anlayabilmesi mümkün mü? Şimdi gelelim meselenin özüne: Hiç şüphe yok ki, eğer nikahta "kerâmet" olduğu doğruysa, bu nikah evlenecek çift hangi dine mensup olursa olsun dini nikahtır. Bizim "resmi nikah" olarak adlandırdığımız tören aslında tarafların hak ve ödevlerini belirleyen hukuki bir "sözleşme"den ibaret değil mi? Bu sözleşme, taraflar karşılıklı olarak ve eğer varsa çocuklarına ilişkin olarak sorumluluklarını bilsinler diye imzaya açılmıyor mu? "Resmi nikah"ın bunun dışında manevi hayata ilişkin bir anlamı ya da işlevi var mı? Tamam, söz konusu nikah zaman içinde "sosyal" bir anlam da kazanmış; ama bu anlam (ve "meşruiyet") tamamen "tarihsel" değil mi? "Resmi nikah" yapılmadan kurulan ailelerin birçoğunda kadının hakkının yendiği de doğru ve dolayısıyla bu nikah kadını koruyucu bir nitelikte. Ama hepsi bu kadar... Bunun dışında, "resmi nikah" öncesi "dini nikah" yaptırdılar diye insanlara hapishanenin yolunu göstermek de nereden çıkıyor? Son olarak bir husus daha belirtmek isterim: Özellikle Katolik dünyasında yaşanan "laiklik" mücadelesinde, devlet Kilise'nin elinden şu üç hizmetin alınması için çok ısrarlıydı: Nüfus kayıtlarının tutulması, eğitim/öğretim ve sağlık hizmetleri... Bugün baktığımızda gerçekten de bu üç hizmet çok büyük ölçüde devletin eline geçmiştir. Ama bu süreç sonunda devlet ve toplum arasında bir "uzlaşma" da sağlanmış. Nitekim bugün evliliğe hazırlanan bir Fransız çiftin nikah töreni için arzularına göre kiliseyi ya da belediyeyi seçmeleri pekâla mümkün... Bu iki mekanın her ikisinde de evlileri karşılıklı olarak hak ve sorumlulukla donatan hükümler kayıt altına alınabiliyor. Ayrıca şunu da hatırlayalım: Bugün AB ülkelerinde nikaha hiç mi hiç başvurmadan birlikte yaşayan çiftlerin de hakları hukukları yasal güvence altında. Bu ülkelerde artık hiç kimse "aile"den hukuksal olarak söz edebilmek için kilisede ya da belediyede kıyılmış nikah aradığı filan yok... Sonuç olarak, "biz" gerçekten bir tuhafız... Bir yandan -haklı olarak- nikahsız yaşayan çiftlere dokunmuyor, öte yandan resmisi olmadan dini nikahla bir arada yaşamayı seçen ailelerin hayatlarını cehenneme çeviriyoruz. Bakın, Medeni Hukuk hocası Prof. Dr. Hüseyin Hatemi de bu konuda ne diyor: "Kişi; 'Bizde din iman yok, imam nikahı da yapmadık. Kadınla bir müddet yaşadım sonra sokağa attım' derse, 'aferin o zaman yapacak bir şey yok' diyoruz, ama 'İmam nikahı yaptım sonra sokağa bıraktım' derse o suçlu diyoruz. Bu kadar saçma bir şey olmaz."
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |