AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ
Albaraka Türk

K R O N İ K  M E D Y A
Oktay Ekşi ve gazetesi 'Kubilay rektör' hakkında NELER YAZMIŞTI?

Ne güzel! Ne yaparsan yap, en sonunda "Atatürk" de, herkes karşında saygı duruşuna geçsin... Bugün "Gerekirse Kubilay oluruz" dediği için yere göğe sığdırılamayan Prof. Emin Alıcı, üç yıl önce "laiklik hassasiyeti yetersiz" gerekçesiyle Cumhurbaşkanı'na sunulan YÖK listesine alınmamış, Hürriyet YÖK'ün tutumunu "Laik rektör operasyonu" başlığıyla haberleştirmişti. Oktay Ekşi onu "kendi adamlarını üniversiteye doldurmakla" suçlamış, Gürüz de gazetecilere "TV'ye çıkarın da görün nasıl biri olduğunu" demişti…

Hürriyet gazetesi başyazarı Oktay Ekşi'nin 26 Eylül 2003 tarihli yazısından:

"(...) Orada Prof. Alıcı, ülkede Atatürkçü düşüncenin kolayca bu duruma gelmediğini, yıllardır bunun mücadelesini verdiğini ifade ettikten sonra 'Temel hedefimiz, aklı ve bilimi temsil eden Atatürkçü düşünceyi Türkiye genelinde korumak. Bu uğurda yeni Kubilay'lar gerekiyorsa, biz yeni Kubilay olmaya hazırız' dedi. Prof. Dr. Alıcı'nın bu sözlerinde –gerekirse vatan için ölürüz türü radikal bir üslupla ifade edilmişlik dışında- ne var?"

Emin Alıcı ilginç bir rektör... 2000'in Temmuz ayındaki rektörlük seçimlerinde 9 Eylül Üniversitesi'nde en yüksek oyu almış fakat YÖK "laiklik konusunda hassas değil" gerekçesiyle onu Cumhurbaşkanlığı'na sunduğu listeye koymamıştı...

Yazarlarımızdan Fehmi Koru 25 Eylül tarihli yazısında bunu hatırlatmış, YÖK'ün davranışını kınadığı üç yıl önceki yazısına gönderme yapmış, ancak yazısında 2000 Temmuz'unda olup bitenler ve bilhassa o günlerdeki Hürriyet gazetesinin performansının ayrıntılarına girmemişti... İşin o tarafı bize kaldı, memnuniyetle yerine getiriyoruz...

'REJİM DÜŞMANI'

9 Temmuz 2000 tarihli Hürriyet'in birinci sayfasında habermiş gibi yapan şöyle bir metin vardı:

"YÖK'TEN LAİK REKTÖR OPERASYONU… Rektörlerinin görev süresi Ağustos ayında sona erecek 22 üniversitede, nöbet devri için ikinci adım da tamamlandı. Önceki gün toplanarak, her üniversite için 6 olan aday sayısını 3'e indiren YÖK Genel Kurulu'nun aday değerlendirmesi, 'Cumhuriyet Operasyonu'na dönüştü.

"Adayların seçimde aldıkları oyu en son kriter kabul eden 22 kişilik YÖK Genel Kurulu, adayları, 'Türban yasağının uygulamasındaki kararlılık ve cumhuriyete bağlılık, yöneticilik vasfı, akademik yeterlilik, çalışmalar ve seçimlerde aldığı oy' sıralamasına göre oyladı.

"Cumhuriyet ilkesine bağlılığı esas alan YÖK Genel Kurulu, 'Bu ilkeden ödün verenler, Türkiye Cumhuriyeti üniversitelerine rektör olamaz' dedi.

"Genel Kurul'un, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer'in atamasına sunmak üzere her üniversite için hazırladığı 3'er adaylı listeye eklediği bir raporda, bazı adayların elenme nedenini, isimlerin önüne 'rejim düşmanı' şerhi koyarak açıkladı."

Hürriyet'in alkışlarla karşıladığı ve isim babalığını yaptığı "Laik rektör operasyonu"nda bir rektör adayının adı özellikle öne çıkıyordu: 9 Eylül Üniversitesi'nden Prof. Dr. Emin Alıcı...

YÖK, Cumhurbaşkanı'na sunacağı üç adaylık için Ege Üniversitesi öğretim üyelerinden 449 oy alan Emin Alıcı ve 389 oy alan Fethi İdiman'ı değil; sırasıyla 142, 1 ve 1 oy alan üç profesörü uygun görmüştü.

'ÜNİVERSİTEYİ ARENAYA ÇEVİRENLER'

Bu haberden dört gün sonra, 13 Temmuz'da Ertuğrul Özkök, bu tercihi eleştiren bir yazı aldı kaleme. Özkök, bir davette karşılaştığı YÖK Başkanı Kemal Gürüz'e, 'Böyle bir tercihi kamuoyuna izah etmeniz güç' demiş, Gürüz'den 'Mesele bildiğin gibi değil' cevabını almıştı. Ne var ki Gürüz, "meselenin ne olduğunu da bir türlü açıklamamıştı." (Geçerken: "Operasyon" konusundaki fikri bu olan bir genel yayın yönetmeninin gazetesinde yukarıda aktardığımız manipülatif metin nasıl "haber" diye sunulur, anlamak zor.)

Aynı gün Özkök'ün yazısının hemen bitişiğinde, gazetenin başyazarının "Mesele bildiğin gibi değil"e biraz olsun açıklık getiren yazısı yayımlandı. Okurlar oradan, Emin Alıcı hakkında -"laiklik konusunda yeterince hassas olmaması"nın yanısıra- başka şeyler de öğrenme olanağı buluyorlardı:

"Dokuz Eylül Üniversitesi meğer son üç yılı aşkın süredir şimdi biri birinci, diğeri ikinci olan iki profesörün kıyasıya kavga ettikleri bir arenaya dönüşmüş. O kadar ki, öğretim üyeleri bu kavgadan yaka silkmişler. YÖK Başkanı araya girmiş, sonuç alamamış. Ama bu arada biri Rektör öteki Dekan olan bu iki profesör, üniversitenin 1996 yılında 650 olan öğretim üye sayısını dört yılda 1100'e çıkarmışlar. Kısaca devletin bilim adamı yetiştirilmesi için verdiği kadroları, kendilerine oy verecek taraftarları üniversiteye yerleştirmek için kullanmışlar."

Bugünlerin "Kubilay" profesörü hakkında YÖK Başkanı da konuşmuş o günlerde... Sabah gazetesine verdiği demeçte aynen şöyle demiş:

"Sizlerden ricam, bu en çok oyu aldığını söylediğiniz iki profesörü bir TV kanalında tartışma programına çıkarın yeter. (...) O zaman ne kadar haklı olduğumuzu herkes daha iyi anlayacak, bana gelip teşekkür edecekler. Cumhurbaşkanı'na sunulan listeye hak verecekler."

"En çok oy alan iki profesör"den en çok oy alanını televizyonlara kimse çıkarmadı. O da sabırla bekledi, üç yıl sonra "Kubilay oluruz" dedi ve bütün televizyonlar ona açıldı... Tabii Oktay Ekşi de Kemal Gürüz de bütün o eleştirileri unuttu, "Kubilay profesör"ün yanında saf tuttu...

Ne güzel değil mi? Ne yaparsan yap, en sonunda "Atatürk" de, herkes karşında saygı duruşuna geçsin... Güzel memleket valla... (A.G.)

Mesele 'gafil'de ama yazan yok

Hükümetle üniversite rektörleri arasındaki "ağız kavgası"nın haberleştirilmesinde, kasıtlı mı yapıldığına emin olamadığımız bir "haberi bütün unsurlarıyla aktarmama" zaafı var...

Televizyonlar ve gazetelerde "İşte Başbakan'ın 'edep sınırlarını aşıyor' dediği rektör demeçleri" faslında izlediğimiz, okuduğumuz sözler şöyle algılanmaya pek müsait: "Evet, var bir problem ama o kadar da öfkelenmeye gerek var mı?"

Bu yanlış algılama, "rektörlerin rektörü" Kemal Gürüz'ün birkaç gün önce ettiği "Bu ülkede Türkiyelilik tartışması açan gafiller var" sözlerinin bilerek-bilmeyerek gizlenmesinden kaynaklanıyor (bu "tartışma", biliyorsunuz bizzat Başbakan tarafından başlatılmıştı).

Başbakan Tayyip Erdoğan'ın "edep sınırlarını aşıyorlar" derken özellikle bu cümleye takıldığı açık değil mi? (Siz söyleyin, aşmıyor mu?) Nitekim gerek Adalet Bakanı Cemil Çiçek gerekse de Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik "mahkemede heseplaşacağız" derken bu "gafil"e gönderme yapmıştı.

"Ağız kavgası"nı haberleştirirken, Gürüz'ün bu sözlerini hatırlatmamak kasıtlı bir "haber gizleme" değilse önemli bir eksiklik sayılmalı. Biz, Sabah dışında işin bu tarafını öne çıkaran gazeteye rastlamadık.) (A.G.)


Medyanın bu ilgisinin Y.O'ya ne yararı var?

Hürriyet gazetesinin başsayfasında kendisini Oktay Ekşi ve Ertuğrul Özkök'ün arasında görüyoruz. Y.O. önündeki kağıda birşeyler karalıyor... Ne karaladığını Özkök köşesinde açıklıyor: "Başyazarımız Oktay Ekşi ile güzel bir sohbete başladılar. Önündeki kâğıda bir insan fotoğrafı çizdi. Yanına ağaçlar koydu. Sonra elini kâğıdın üzerine yapıştırıp, etrafını çizdi. O küçük el fotoğrafının üzerine Oktay Bey'in elini koydu." ("el fotoğrafı" denilenin doğrusu "el resminin" olsa gerek.) Yüzü "mozaik"lenmiş...

Milliyet gazetesinin başsayfasında kendisini Ahmet Tulgar ile birlikte görüyoruz. Yanlarında Y.O.'nun anne ve babası da var. Resimaltında şunlar yazıyor: "Herşeyin farkında / Ailesiyle birlikte Ahmet Tulgar'la buluşan Y.O.'nun bu yaşananları anlamaması, mavi gözlerindeki ışığın sönmemesi lazım. Ama o her şeyi anlıyor. Ve ailesi, 'AİHM'ye kadar gideriz' diyor." Yüzü "mozaik"lenmiş.

Oktay Ekşi ve Ertuğrul Özkök'ün Y.O. ile "bedensel" bir temasları yokken, Ahmet Tulgar onu kucağına almış... Aynen, CNN Türk'teki "Manşet" programında Mehmet Ali Birand'ın Y.O.'nun saçlarını sürekli okşaması gibi... Belki de, "Bakın, saçlarını okşuyor hatta kucağımıza alıyoruz ama bize HIV virüsü bulaşmıyor!" demek istiyorlar.

Ne dersiniz; acaba Tulgar'ın yazdığı gibi, "Ama o her şeyi anlıyor" mu acaba?

Özkök'ün yazısının başlığı şöyle: "Son dakikada vazgeçtiğimiz karar".

Son dakikada neden vazgeçmişler? Şundan: "Tartıştığımız ikinci konu, Y.O.'nun fotoğrafını yüzü açık yayınlayıp yayınlamamaktı. Biz günlerdir onun fotoğrafını yüzü kapalı yayınlıyorduk. Yüzünü açmaya karar verdik. Çünkü bu çocuk ne ayıp bir şey yapmış, ne de yüzünü saklamasını gerektirecek bir davranışta bulunmuştu. O, bu toplumun şanssız insanıydı."

Görüyorsunuz, Hürriyet'in Y.O.'nun fotoğrafını "günlerdir" yüzü kapalı yayınlamasının nedeni, meğer Y.O'nun "ayıp bir şey" yapmamış olmasıymış. Demek ki, gazetenin "ayıp bir şey" yapmış olmaktan dolayı HIV virüsünü kapanlara ilişkin düşüncesi ve niyeti değişik!

Peki Hürriyet Y.O.'nun "yüzünü açmaktan" niçin vazgeçmiş? Şundan:

"Psikologlarla küçük bir konsültasyon yapıyoruz. Açık adını ve yüzünü yayınlamayın diyorlar. İkna oluyoruz."

Radikal gazetesinde kendisini tek başına görüyoruz. Vesikalık türünde bir fotoğrafında... Yüzü "mozaik"lenmemiş... Gazetenin manşeti şöyle: "Sen utanma Yiğit". Demek ki, Radikal Y.O.'nun sadece yüzünü değil, adını da gizlememeye karar vermiş. Yiğit'in fotoğrafının altında (nihayet!) işe yarayabilicek bir bilgiyle karşılaşıyoruz: "Yiğit'in tedavisi yeşil kartla sürüyor. Kızılay ve Sağlık Bakanlığı'na 1997'de açılan tazminat davası hâlâ sürüyor."

Haksız mıyız; "nihayet" işe yarar bir bilgiyle karşılaşmıyor muyuz? Yiğit altı yaşını doldurmuş ilkokula başlama mücadelesi veriyor, ama hâlâ tazminattan eser yok...

Peki, şimdi biz hangi tarafı tutalım? Bol "reçelli" duyarlılıkla bezenmiş ama Yiğit'in yüzünü ve adını okurlarından gizleyen Hürriyet ve Milliyet'in tarafını mı, yoksa tam tersi bir anlayışla sayfasını yapan ve bu arada bize belki de en faydalı bilgiyi veren Radikal'i mi?

Eğer bir "üçüncü yol" yoksa tabii ki Radikal'in yanındayız... Yiğit'i zoraki bir biçimde kucaklayan Ahmet Tulgar'ın, Yiğit'in olur olmaz saçlarını okşayan Mehmet Ali Birand'ın ya da aralarına aldıkları Yiğit'e oldukça "mesafeli" bakan Oktay Ekşi ve Ertuğrul Özkök'ün tarafında olmamız düşünülemez herhalde!

Fakat bu işte bir "üçüncü yol" pekâla mümkün:

Herşeyden önce Yiğit'in fotoğrafını (açık-kapalı farketmez) kullanmaktan vazgeçersiniz olur biter... Eğer fotoğraf konusunda bu yayın politikasını seçerseniz, Yiğit'in adını (rumuzlu-açıkça farketmez) okurlara duyurmak da aklınızdan geçmeyecektir.

Ama "Türk basını" durur mu? Böyle bir olayın kahramanını "anonim", yani adsız bırakmaya razı olur mu? Onu illâki başsayfaya taşıyacak; yaptığı yayınların sorunun çözümüne en ufak bir katkısı olmayacağını bile bile onu illâki başsayfaya taşıyacak...

Burada belki "Fena mı, bu yolla toplumun hiç değilse bir bölümü bilinçleniyor" diye itiraz edenler bulunabilir. Tamam, toplumun AIDS konusunda bilinçlenmesinin yolları tabii ki bulunmalıdır. Ama bu yolla mı; hastanede yatan AIDS hastalarına hastabakıcıların yemeklerini kapıda bırakarak servis yaptığı bir ülkede, tek bir olayın üzerine bu kadar giderek toplumun bilinçlendirilmesi mümkün mü? "Siverekli AIDS'li aile"nin dramını çoktan unutarak, AIDS'ten korunma yollarını topluma daha etkili ve daha açık bir biçimde anlatılması amacıyla gerekli kampanyaları düzenlemesi için devleti sürekli sıkıştıran bir yayın politikası geliştirmeyerek, Kızılay gibi kan nakliyle ilgili kurumları ancak arada bir hatırlayarak, AIDS de dahil olmak üzere pekçok hastalık konusunda olur olmaz- tutar tutmaz yayınlardan vazgeçmeyerek bu işin altından kalkılabilir mi?

Arkada bıraktığımız bir yıl içinde durumunda bir değişiklik olduysa bilmiyoruz. Koca İstanbul'da, birkaç gönüllü insanın öncülüğünde kurulan "AIDS'le Mücadele Derneği" şehrin küçük bir sokağında küçük bir dairede faaliyet gösteriyordu... Bu bile, devlet, toplum, medya, şu bu açısından işi ne derece ciddiye aldığımızı açıkça göstermiyor mu? (K.B.)


28 Eylül 2003
Pazar
 
YÖNETENLER: Kürşat Bumin
Alper Görmüş


Künye
Temsilcilikler
Abone Formu
Mesaj Formu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Dizi | Karikatür | Çocuk
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED