|
|
|
|
|
|
|
|
|
insan sürgit yalnızlığı sevmiyor. Kimi zamansa yalnızlığa sığınıyor. Peki insan, 'kim'den, ne'yden, hangi 'hal'den uzak ve dolayısıyla yalnız?
Mevlânâ'nın; "Herkes kendi zannınca benim yârim, dostum oldu. Ama kimse derûnumdaki esrârı araştırmadı" (Mesnevî, I,6) sözü vesilesiyle bir süredir "ilişkilerim" ve derûnumdaki esrâr" gibi iki alanda kazı çalışmaları yapıyorum. Ademoğlu niçin dost edinir, niçin-mesela-aşka bayılır, evliği göze alır, niçin bir grubun, bir topluluğun mensubu olmaya yönelir diye düşünüyorum.
"Yalnızlıkla başa çıkamadığı, yalnız yaşayamadığı için", denilebileceği gibi; "anlaşılmak istediği için", "değerli ve önemli olduğu kendisine hissetirildiği için" vs. de denilebilir. Oysa hakîkat, (aynı zamanda birbirlerini açıklayınca mahiyette olan) bütün bu izahların hep birlikte işâret ettiği ortak cevapta ifadesini bulabilir.
Çünkü; evet insan sürgit yalnızlığı sevmiyor. Fakat kimi zamansa yalnızlığa sığınıyor. Ayrıca yalnızken, yalnız oluşunun başkalarınca farkedilmesini de bekliyor. (Yalnızlık duygusu etrafında girift sorular!) Peki insan, 'kim'den, ne'yden, hangi 'hal'den uzak ve dolayısıyla yalnız? Yalnızlığın ikiz kardeşi olan 'hasret' kelimesiyle de aynı soruları düzenleyebiliriz. İnsan kime, neye veya hangi hâle hasret ki dostluğa, aşka, evliliğe veya cemiyete sarılıyor?
İnsandaki ya da bir kişideki mânâ nedir, değer nedir ki o başkalarınca anlaşılmak istiyor?
Aslî ve asîl cevaba ulaşabilmesi için öncelikle geçici, yüzeysel yalnızlıkları, hasretleri, değer verişleri ayırt etmek gerecektir. Hz. İbrahim gibi müşahede neticesinde, "Ben (böyle sönüp) batan şeyleri sevmem" (6/76) denilmelidir.
Muhtemelen sonraki merhâlede cevap şöyle olacaktır: Birincisi; "O'ndan geldik" işâreti ve "rûhumdan üfürdüm" sırrı eşref-i mahlûkât olan insan oluştan kaynaklanan ontolojik değerliliği hissetmekten uzağız, yalnızız ve ona hasretiz. İkincisi; İnsanlar arasında bizzât kendimizin ('ben'im) yaratılmış olma maksad-ı ilâhîsini bilmek, ona münasip yaşamaktan; yani ferdî değerliliğimizden uzağız, yalnızız ve ona hasretiz.
Nitekim her insan 'değerli', 'önemli' ve 'biricik' olduğuna inanır; doğrusu inanmalıdır da. Buna binaen farkedilmeyi, anlaşılmayı, beğenilmeyi, değer verilmeyi, özlenmeyi, aranılmayı, özen gösterilmeyi ister. Câzibesi ve cezbesi olan ilişkilerin mayası budur. Vaktâ ki değerli oluşu artık hissettirilmez, anlaşmızlak istenmez, özlenilmez, aranılmaz ve özen gösterilmez oluyor, insan dostluğun, evliliğin ve bir gruba mensup oluşun değerini sorgulamaya başlıyor.
Fakat diğer taraftan bir insan, kendinde olmayanı başkasına veremiyor. Değer kaybına uğramışsa değerliliği, sevgisiz ise sevgiyi, mutsuz, huzursuz ise mutluluğu ve huzuru bir başkasına veremiyor, ona sahip olmayan.
Öyleyse bir 'insan' ve 'ben' olarak değerli oluşumu kalıcı bir şekilde nasıl hissedebileceğim?
Denildi ki? "Habîbullah'a, bir insan-ı kâmile muhtaçsın! Ancak o seni nefesiyle diriltebilir, o seni keşfedebilir, o sana aynı tutabilir, o sana insanı ve seni sevdirebilir." İyisi mi, Allah'a yaklaşmaya vesîleler ara (5/35); ama mutlaka ara!
Denizlerdeki ve gökyüzündeki maviyi kim görmezlikten gelebilir?
Siyah rengin asalet ve haşmetini kim hissetmez?
Kırmızının albenisine kim duyarsız kalabilir?
Turuncunun romantizmine kim kapılmaz?
Beyazın safiyetini kim inkar edebilir?
Sarının, pembenin, lacivertin, morun, eflatunun, erguvanın ve daha bütün elvan'ın kainattaki bütün nizam, düzen ve kaynaşmasını kim görmezlikten gelebilir?
... Allah kalp gözümüzü kör eylemesin!
EBUZER ÇETİN / EĞİTİM ARŞ.
EKONOMİK BÖLÜCÜLÜK:
Sermayede renk ayrımı
Ülkemizde aklı başında olan herkes bölücülüğe karşıdır. Bu karşı oluş, sözde, dilde, siyasette, mutabık kalınan bir konudur. Ancak iş icraata geldiği zaman maalesef durum değişmektedir. Bölücülüğe şiddetle karşı olduğunu söyleyenler, bütünlükten dem vuranlar, bu işin en alasını yapmaktadırlar. Öncelikle bölücülüğün ne olup olmadığını belirlemek lazım. Çünkü tanımsızlık kadar kötü tehlikeli bir husus yoktur. D. Mehmet Doğan; bir ülkeyi, bir grup insanı parçalamak, karşı karşıya getirmek için çalışmak, münafıklık yapmak diye tanımlıyor.
Ülke içinde huzur içinde yaşayan insanlar arasında ayrımcılık yapmak, kişileri, ırklarından, renklerinden, bölgelerinden, inançlarından, mal varlığı/yokluğundan, cinsiyetlerinden dolayı farklı muameleye tâbi tutmak bu çerçevede bölücülüğün en katmerlisidir.
BÖLÜCÜLÜĞÜN ÇEŞİTLEMELERİ
Kişiyi mensup olduğu ırktan, örneğin Türk, Kürt, Arap, Çingene, Rus, İngiliz... oluşundan dolayı hor görmek, üstün görmek, aşağılamak, hak ettiğini vermemek. Kişiyi Allah'ın doğal boyası olan renginden, esmer, kızıl, sarı, beyaz, kırmızı... oluşundan dolayı farklı muameleye tâbi tutmak.
Kişiye doğduğu, yaşadığı, bulunduğu yer, bölge ve coğrafyaya göre davranmak, değer vermek veya vermemek. Kişiyi sahip olduğu İslam, Hristiyan, Yahudi, ateizm... inancından dolayı inancını yaşamaya engel olacak tarzda değerlendirmek, her birine inancı yaşama noktasında farklı farklı davranmak.
Kişiyi doğuştan kazandığı, seçiminde hiçbir fonksiyonu olmadığı cinsiyetinden dolayı bazı haklarından mahrum etme veya kimi imkanları sonuna kadar sunma. Ve kişiyi elinde bulundurduğu ve kullandığı sermayesinden dolayı renklendirme.
Bu da bir 28 Şubat virüsü. Nedense bazı insanları pek fena sarmış.
Sadece zihinlerini değil, kalplerini, kalıplarını, ruhlarını ve siyasetlerini öylesine etkilemiş ki kırmızıya karşı şartlanmış boğalar misali bazıları da yeşil'e karşı koşullanmışlar.
Allah'ın bize bahşettiği bütün renkler güzeldir. Renklere düşman olmakla kişi ne elde edebilir? Bir Üstadımızın dediği gibi, gündüz gözünü kapayan kendine karanlık yapar, güneşe ne zarar verebilir ki?
MEHMET NEZİR G. / YAZAR
Okumaya uyanmak
Okumaktır bizi yalnızlıktan kurtaran, sevimli yanlarımızı besleyen, ruhumuzu
tarihin derinliklerine, dalları
geleceğin ufuklarına
uzanacak şekilde geliştiren...
İnsanımız bin türlü problemin, bunalımın, iç ve dış ihanet şebekelerinin, sayısı belli belirsiz 'yavan akıllı aydınların' tahakkümü ve tahammülsüzlüğü ile karşı karşıya. Kutsal değerlerini unutmuş, ahlakının havlusunu alçaklara atmış kişiler insanımızı ve insanlığımızı sefil emelleri peşinden sürükler duruma gelmiştir.
Sağduyu sahibi insanların acıları, açmazları, sinirleri, stresleri devamlı artırılıyor. Özünde ahlak ve anlayışın mayalandığı, sevgi, saygı, bağlılık ve barış çiçeklerinin yeşerdiği bir avuç insan, çaresizlik içerisinde bir köşede bırakılmak isteniyor belli mihraklar tarafından. Azığımızı, erzağımızı, umudumuzu, inancımızı, dostluğumuzu yenileyerek, yemleyerek yeniden tırmanmalıyız doruklara. Kuvvetli, kararlı, kazançlı olarak yanlışsız ve yanılgısız uyandırmalıyız, uzun zamandır uyuyan uykularımızı.
Uyanmalıyız artık okumaya. Okumadan mümkün mü erzağımızı tamamlamak? Mümkün mü yitirdiğimiz sevinci, bitirdiğimiz umudu, dağıttığımız uyumu, dar düşünceli insanlara esir bıraktığımız vefayı, dostluğu bulmak, bilmek. Uyanmamız lazım uzun uykulardan, bin yıllık ideallerimizin, türlü töhmetler altında tutulmaya çalışan törelerimizin hatırı için. Okumazsak, okumayı kendimize tali değil, asli bir görev haline getirmezsek, nasıl doyarız mutluluğa? Okumazsak nasıl koşabiliriz karşılıksız kulluğa? Okumaktır insanı insan haline getiren. Okumaktır bizi yalnızlıktan kurtaran, sevimli yanlarımızı besleyen, ruhumuzu tarihin derinliklerine, dalları geleceğin ufuklarına uzanacak bir şekilde geliştiren...
Okumaya uyanmak dedik, uyuyan insanlığa uyarmak için. Sureti değil sireti önemli görmeyi, ham iken olgunlaşıp pişirmeyi göze alabilmeye, soylu duygularla dolmayı bir kuru söz olmaktan çıkarıp yaşanan bir hakikat kılmayı gerçekleştirmek için, okumaya uyanmak... Yeter mi okumaya uyanmak? Yeter mi binlerce çalı, çırpı içinde okumaya niyetlenmek? Yeter mi okumayı susturmaya gözlerini dikmiş, kafasını da, kalbini de kaybetmiş etten robotlar arasında okumaya göz kırpmak? Kafasının kapısını hakikat güneşine kapatmış aklının astarı yırtılmış kişiler, sadece okumaya uyanmamızla unuturlar mı uygunsuz planlarını? Okuyarak uyanırsak, okumaya uyanırsak; yolumuzdaki yokuşlar düz, karakışlarımız yaz, acılarımız haz haline gelir diye düşünüyoruz.
DURDU ŞAHİN / YAZAR
ENTEGRİZM
Roger Garaudy, Entegrizim kavramının
sadece dini
alanda
değil ideolojik, felsefi, ekonomik
alanlarda da görülebileceğini savunur.
İslam'ı seçip önemli bir zihinsel dönüşüm yaşayan Fransız düşünürü Roger Garaudy, 'Entegrizim Kültürel İntihar' adıyla yayınladığı ve Türkçe'ye de çevrilen eserinde Entegrizim kavramını bütün boyutlarıyla incelemiştir.
Roger Garaudy, Entegrizim'i şöyle tanımlıyor: 'Entegrizim, dini veya siyasi olsun bir inancı tarihin bir önceki döneminde sahip olduğu kültür yapısı veya müesseseleri ile özdeşleştirmektir. Böylece mutlak bir doğruya malik olduğuna inanmak ve onun kabullenilmesini dayatmaktır.' Garaudy, Entegrizim kavramını sadece dini alanda değil ideolojik, felsefi, ekonomik alanlarda da görülebileceğini savunur. Bir siyasi, dini veya sosyal hareket, gerçeğin tüm boyutlarıyla yorumlandığını ve bilinmekte olduğunu, diyalog ve hoşgörünün gereksiz olduğunu savunuyorsa Entegrist hareketlerden sayılmalıdır. Garaudy'e Entegrizim'in ana özellikleri 'İlk olarak hareketsizlik; uyum sağlamayı red, her türlü gelişmeye, evrime karşı kemikleşme; ikinci olarak da geçmişe dönüş; geleneğin takipçisi olmak, muhafazakarlık ve üçüncü olarak ise, taassup, kapanma, dogmacılık, sertleşme, kavgacı olma, uzlaşmayı kabul etmeme' dır. Roger Garaudy, Entegrist hareketlerin genelde Batı kaynaklı olduğunu savunur. Faşizm ve sosyalizm Batı düşüncesinden doğan ve binlerce insanın ölümüne yol açan entegrist hareketlerdendir. Ancak bilinmelidir ki, entegrist hareketler sadece Batı'ya özgü değildir. Hoşgörü ve diyaloğu reddeden, yabancı düşmanı, gelenekçi dini hareketler de entegrist özellik taşırlar. İslam, ictihat anlayışı ile her türlü fikri donukluğa karşı çıkarak kendini yenilemeyi başarmıştır. Çünkü ictihat alimlerin yaşadığı çağın problemlerine tanıklık ederek, problemleri çözmek için gösterdikleri entelektüel ve fikri çabadır. Bu çaba sayesinde hukuktan felsefeye, bilimden tasavvufa kadar üst düzeyde yüzlerce aydın yetişmiştir. Ancak özellikle Emeviler'in hukuk dışı yollarla iktidara gelişi ve Moğol saldırılarından sonra İslam Dünyası'nda fikri donukluk problemi yaşanmaya başlamıştır.
İslam kendi içindeki potansiyeli harekete geçirerek bu donukluktan kurtulma imkanına daima sahip olmuştur ve bunu yüzlerce yıllık tarihi birikimiyle göstermiştir. Son yüzyılda dini hareketlere olan ilginin temelinde de, hem din dışı ideolojilerin dünyayı ekolojik, sosyal-kültürel yönden felaketin eşiğine getirmeleri, hem de dini bilginin insan yaşamı için vazgeçilmez olmasında yatmaktadır. İslam'ın siyasi, ekonomik ve kültürel yönden modern dünyayı dönüştürmesi için; bu problemlerle yüzleşmesi ve onları çözümlemesi gerekmektedir.
YUSUF YAVUZ YILMAZ / ARAŞTIRMACI
BERCAN TUTAR
Dünyadaki herkes artık Kızırderili
Şu sıralar Beyaz Saray'da oturan kadrolar arasında, daha çok uluslararası ilişkileri moral değerlere oturtan ve dinsel dozu ağır basan kitaplar revaçta. Liste başı olan kitaplar genellikle "Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi" ile ilgili. Bu projeye imza koyan bazı teorisyenler son zamanlarda düşüncelerini peş peşe kitaplaştırdılar. Dünyaya ve Amerika'ya yol gösteren bu çalışmaların çoğu sanki Pentagon'un kışla bülteni havasında yazılmış. Bu kitaplardaki mistik kavramlarla yüklü varsayımları uygulamak için hiç kimsenin 'en sevdiğim düşünür İsa'dır' diyen Bush kadar istekli davranmadığı belirtiliyor. Bu yüzden Beyaz Saray'a ve dolayısıyla dünyaya yön veren kitapların çoğu neo-muhafazakar kadrolara ait. 1980'lerden sonra giderek bir akıma dönüşen neo-muhafazakarlığın asıl mimarı ise Leo Strauss. Yale Üniversitesinde Siyasi Felsefe dersleri vermiş olan Strauss; Samuel Huntington, Fukuyama, Robert Kagan, Kristol, Eliot A. Cohen gibi Beyaz Saray'ın dediklerine ve yazdıklarına değer verdiği danışman ve akademisyen kitlesinin bizdeki anlamıyla 'üstadı' olarak gösteriliyor. Kendilerine caka deyimle 'neo-con' diyen bu yeni sağcıların şu sıralar keyfine diyecek yok. Çünkü yıllar önce önerdikleri politikaları hayata geçiren bir kadro var şu an Beyaz Saray'da. Reagan ve Baba Bush gibi Cumhuriyetçi iktidarlar döneminde etkin şekilde kadrolaştılar ve fikirlerini uygulama fırsatlarını çok iyi değerlendirdiler. Edmund Burke, Makyavel, Hobbes, Nietzsche gibi elitist, devletçi ve sosyal Darwinistçi bir gelenekten beslenen Amerikan yeni sağ ideolojisinin en önemli özelliği şirketler demokrasisi diyebileceğimiz oligarşik bir sermaye diktatörlüğünü savunması ve bunu Amerika'da hayata geçirmesidir. Hobbes'un mutlak devlet ve egemenlik öğretisini teknoloji harikası (!) silahlarla yeniden tedavüle sokan Amerikalı neo-muhafazakarların son zamanlardaki en 'kankusturucu' atağı: "Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi". Bu projeyi kısaca şöyle ifade ediyorlar: Uluslararası şirketlerin temsilcisi konumundaki Beyaz Saray kabinesi, finansörleri olan firmaların çıkarlarına uygun bir dış politika izleyerek Avrupa, Asya ve Ortadoğu'yu hem ekonomik hem siyasi hem de askeri açıdan kuşatma altına almalı ve egemen güç olarak dünyaya yeni bir düzen vermeli. Orijinal adı "Staments of Principles" olan "Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi", 1997'de Robert Kagan ve William Kristol önderliğindeki bir grup danışman tarafından hazırlandı. Kısa bir süre içinde Bush'un Cumhuriyetçi hükümetinin "amentüsü" haline gelen proje, yeni gelişmelere göre revize edilip Eylül 2001'de "Amerikan Savunmasının Yeniden İnşası" başlığıyla Bush'a bir kez daha sunuldu. Bu revize edilmiş raporu şu cümleyle özetlemek mümkün: "21. yüzyıl, ABD'nin küresel hegemonya çağıdır." Raporda, Amerika'nın bu amacına ulaşması için "üç tarz-ı siyaset" önerilmiş: Güçlü bir ordu, yayılmacı bir ekonomik ve siyasal küreselleşme ile militer bir dış politika. Bu projeyi imzalayanlar arasında Cheney, Rumsfeld, Wolfowitz, Cohen, Kristol, Robert Kagan, babası Donald Kagan, ABD eski Eğitim Bakanı William J. Bennett, Alan Keyes (muhafazakarların başkan adayı), Fukuyama, Dan Quayle(Raegan'ın yardımcısı) ile 'Kranlıklar Prensi' Richard Perle gibi etkili isimler var.
Bush'un "Yüksek Komutası"
Michico Kakutani, geçen yaz Bush'un başucu kitabının, Marquis James'in yazdığı Teksas Eyaleti'nin kurucusu Sam Houston biyografisi olduğunu söylüyor. Likör ve kadın düşkünü olan Sam Houston'un lakabı Kızılderili reislerden olan Cherokee'ymiş. Yani büyük sarhoş. Bush'un eski bir alkolik olduğu gözönüne alındığında kitabın pek yerinde bir seçim olduğu ifade edilen yazıda, Bush'un okurken çok etkilendiği ikinci eser ise Eliot A. Cohen'in "Supreme Command: Soldiers, Statesmen, and Leadership in Wartime-Yüksek Komuta: Savaş Zamanında Askerler, Devlet Adamları ve Liderlik" adlı kitabı olduğu kaydediliyor. Cohen, Savunma Politikaları Departman'ında, Karanlıklar Prensi Richard Perle'ün emri altında çalışmış bir akademisyen. Cohen'in öğretim görevlisi olduğu dönemde bu bölümün dekanı, geçenlerdeTürkiye hakkında zehir zemberek açıklamar yapan şu anki Amerikan Savunma Bakan Yardımcısı olan Paul Wolfowitz'di. Amerikan yönetiminin en etkili teorisyenlerinden biri olan Kristol, Lawrance F. Kaplan ile bu yılın başında "The War Over Irak: Saddam's Tyranny and American Mission - Irak Savaşı: Saddam Diktatörlüğü ve Amerika'nın Misyonu" adlı ortak bir çalışma yayımladı (Şubat 2003). ABD'nin Irak'ı özgürleştirme (!) projesini ayakta alkışlayan cümlelerle başlayan kitap, izlediği militer dış politikalardan dolayı Bush'u selamlayan satırlarla son buluyor.
"Savaş generallere bırakılmayacak ciddi bir iştir" Beyaz Saray'da bunca gürültü koparan "Supreme Command" kitabı Haziran 2002'de yayımlandı. Amerikan medyasının bir mit haline getirdiği kitaptaki en dikkat çekici argüman; politik stratejilerin askeri yöntemlerle hayata geçirilmesi gerektiği tezi. Elliot A. Cohen'in kitabı, 1.Dünya Savaşı Fransa'sının Başbakanı Georges Clemanceau'nun ünlü ifadesinde şekillenen, "Savaş generallere bırakılmayacak kadar ciddi bir iştir" fikri etrafında dönüyor. Gazetedeki değerlendirmesinde, Rumsfeld'in şu sıralar iki baş ucu kitabı olduğunu belirten Kakutani ilkinin, William Manchester'ın Winston Churchill'in yaşamını anlattığı "The Last Lion - Son Aslan", ikincinin ise Roberta Wohlstetter'in savaş dönemlerinde ülkelerin istihbarat zaaflarını ve siyasilerin karar alma süreçlerindeki hatalarını anlatan çalışması, "Pearl Harbor: Warning and Decision- Pearl Harbor: Uyarı ve Karar" olduğunu kaydediyor. Sadece Irak işgalinde değil son yirmi yıllık Amerikan politikalarındaki tüm önemli kararlarda imzası bulunan bir isim Dick Cheney. Cheney'nin, 11 Eylül saldırısından sonra eline aldığı ve bir daha da düşürmediği bir kitap var. Adı, 'An Autumn of War - Bir Savaşın Sonbaharı'. Klasik bir askeri tarihçi olan Victor Davis Hanson tarafından yazılan kitap, Ağustos 2002'de çıktı. Arka kapağında Robert D. Kaplan ve Donald Kagan'ın birer paragraflık övgüleri yer alıyor. Newsweek dergisine, Hanson'un kitabı için "Düşüncelerimi yansıtıyor" diyen Cheney, Michico Kakutani'nin yazdığına göre, kitaptan o kadar etkilenmiş ki, Victor Davis Hanson'ın şerefine bir akşam yemeği bile vermiş. Hanson bu kitapta, eski Yunanlıların savaş felsefesini yüceltiyor. "Savaş kötü de olsa uygarlıkların geleceği için kaçınılmazdır" düşüncesinden yola çıkan yazar, savaşın her zaman adil, ahlaki ve haklı olmasının şart olmadığı sonucuna ulaşıyor.
Yanlış giden neydi?
Newsweek Dergisi, 11 Eylül saldırısından sonra Cheney'nin odasına kapanıp kitle imha silahları hakkında çeşitli kitaplar okuduğunu ve Princeton Üniversitesi tarih profesörlerinden Bernard Lewis başta olmak üzere bazı Ortadoğu uzmanları ile sık sık görüştüğünü yazdı. Cheney'nin en değerli yazarlarından biri olan Bernard Lewis'in, son kitabı "What Went Wrong? Western Impact and Middle Eastern Response-Yanlış Giden Neydi? Batı Etkisi ve Ortadoğu'nunTepkisi". Rumsfeld'in başında olduğu Savunma Bakanlığı tarafından finanse edilen Ortadoğu ile ilgili bir çok projenin başında yer almış bir isim Lewis. Dünyadaki pek çok entellektüel, Bush ve tayfasını savaşa ikna eden asıl güç olarak, Amerikan yönetimiyle sıkı ilişkiler içinde olan bu düşünür ve yeni sağcı yazarları görüyor. Bu savaş çığırtkanı akademisyenler içinde en fanatik olanı ise Robert Kagan. "Of Paradise and Power: America Vs. Europe in the New World Order- Güç ve Cennete Dair: Yeni Dünya Düzeninde Avrupa Versus Amerika" adlı kitabında, Amerika'nın dünyada kurmak istediği siyasal ve ekonomik hegemonya projesini Makyavelci bir yaklaşımla meşrulaştırıyor. Amerikalıları savaş yanlısı tutumlarından dolayı kutsayan Kagan, Amerikalıların savaş tanrısı Mars'tan Avrupalıların ise rahatına düşkün aşk ve güzellik tanrısı Venüs'ten geldiklerini iddia ediyor. Kitapların gücü Dijital ve görsel bir çağda, yazının korunaklı kalesi olan kitapların bir iktidar odağı olarak Amerika'yı dolayısıyla dünyayı nasıl değiştirdiğini görmek insana hala hem umut hem de korku veriyor. The New York Times gazetesindeki yazısında her ABD Başkanının birer baş ucu kitabı olduğunu söyleyen Michico Kakutani'nin tespitlerinden bazıları oldukça düşündürücü. Kakutani özetle şu ilginç örnekleri sıralıyor: "1960'lı yıllarda Kennedy ve Johnson arasında giderek şiddetlenen yoksullukla savaş politikalarında son sözü Micheal Harrington'un "The Other America- Öteki Amerika" adlı kitabı söylemişti. Beyaz Saray üzerinde büyük etkiler yaratan bu kitaptaki tezler, "Büyük Toplum" adı altında adeta bir kurtuluş reçetesi gibi hemen hayata geçirildi. Ronald Reagan'ın kendisine ithaf edilen George Gilder'ın "Wealth and Poverty-Refah ve Yoksulluk" adlı çalış masını bir parti programı gibi harfiyen uygulaması, pek çok yazarın düşünü kurduğu bir rüyaydı. Reagan'dan sonra dizginleri ele alan yardımcısı Baba George Bush döneminde piyasaya sürülen projelerin hemen hepsi Martin Gilbert'in imzasını taşıyordu. Gilbert'in "The Second World War-İkinci Dünya Savaşı" adlı kitabı, deyim yerindeyse Baba Bush'un dünyada ve Ortadoğu'da izlediği politikaların amentüsüydü. George Bush'tan sonra Clinton'la birlikte iktidara gelen kitap, Robert D. Kaplan'ın "Balkan Ghosts?-Balkan Hayaletleri" oldu. Kitap, Balkan coğrafyasındaki kin ve nefret tohumlarının Amerika'ya kısa ve uzun dönemde ne tür zararlar vereceği uyarısında bulunuyordu. Bill Clinton ancak, bu kitabı okuduktan sonra Sırbistan'a müdahale etmeye karar verdi. Pasif dış politikadan yana olan Clinton'ı hiç bir şeyin bu kitap kadar etkilemediği söylenir."
Devlet Bakanı Beşir Atalay'a
Av. HAYDAR MERMER
Hani geçmişte Türkiyemiz Güzellik yarışmasına Keriman Halis ile katılmıştı da jüri üyesi bir zevat " Beyler! yüzyıllardır yabancı erkeklere kendini haram eden müslüman Türk kadını, karşımızda soyunmuş ve beğenilmek yarışına girmiş. Ne kadar güzel olduğu veya olmadığı hiç önemli değil. Müslüman Türk kadını karşımıza böyle arz-ı endam etmişse el hak birinci olmalıdır..." demiş ve bize gurur ve sürur lütfetmiş(!) idi. İşte şimdi de bu manzara karşısında yine bazı zevatlar ayağa kalkarak "Beyler! tarihin en köklü milletlerinden olan Türkler, Uluslarasası bir yarışmada bizim dilimizle şarkı terennüm ediyor ve kendilerini beğenimize taktim ediyorlar. Kendilerini millet yapan lisanlarını, kendi çoğrafyalarından kovmaya başladılar. Bir düşünün! bizler için bu ne büyük devlet bu ne büyük saadet . Şarkının ne dediği ve nasıl icra edildiği hiç önemli değil ... İmparatorluk varisi Türkler 300 milyon insan tarafından değişik coğrafyalarda konuşulan ve bir dünya dili olan Türkçeden vazgeçiyorlarsa; elhak Türler birinci olmalıdır..." diyecekler ve biz göğe yükseleceğiz.! Bu millet tarihinin, kültürünün, değerlerinin yağmalandığını çok gördü ve bu hususta yarası da kapanmış değil. Ancak, bu katliamın kendinden bildiği AKP iktidarında yapılacak olmasına inanmak istemez, inanamaz. Belki bir kabustur geçer diye düşünür. Ama heyhat,,, halkım duysun ki bu böyle olacak hem de AK parti iktidarında ve Prof. Dr. Beşir ATALAY bakan iken.. Sayın Bakan... Bu cinayet gerçekleşir ve dilimiz Tüm dünyanın şehadeti ile bir grup maymun yüreklilerce katledilir ise; Türk halkına, Türk Dünyasına, İslam ülkelerine ve tüm dünyaya bunu nasıl izah etmeyi düşünüyorsunuz. Dillerini koruyamayan nice milletlerin bir zaman sonra vatanlarını ve hatta dinlerini dahi kaybettiklerini ve yok olup gitmiş olduklarına tarihin şahitlik ettiğini bilmiyormusunuz.!!! Müstemleke ülkelerin bile kabul edemeyecği bir zilleti neden, ne için ve kimin hatırına çekeceğiz. Çocuklarımıza dilinize sahip çıkma şuurunu nasıl ve hangi cümlelerle vereceğiz. Allah Aşkına Milli bir cinnet mi geçiriyoruz; neler oluyor. Bu ihanet bu iktidar eliyle yapılmamalı ve bu cinayet Beşir ATALAY'a işlettirilmemeli. Bu millete ahirette Şefaat edecek olmadığınıza göre dünyada iken ve yetki sahibi bir Bakan olarak faydalı olmanız gerektiğini ve gerekli müdaheleyi yaparak bu yarışmadan çekilme kararını almanızı diliyorum. Belki, birileri bu durumdan rahatsız olur ve olacaktır ama şuna katiyetle inanınızki; başınız göğe erer ve Milletin sinesinde yer alırsınız. Eğer böyle yapmaz, dilimizin dünya önündeki idamını seyreder ve hatta sehpasına siz tekme atarsanız, müztehzi tebessüm ile birbuçuk hain sizi alkışlar ama tarih önünde bu milletin 5000 yıllık şerefli tarihinin kara sayfalarında yer alırsınız. Vesselam
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Dizi | Röportaj | Karikatür | Çocuk |
© ALL RIGHTS RESERVED |