AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ

D Ü Ş Ü N C E    G Ü N L Ü Ğ Ü
Imperium Americana mı?

Roma İmparatorluğu benzeri hegemonik bir güç olmak için bütün verilere sahip olduğuna inanan Amerika, birtakım metafiziksel ve ahlaki referanslarla tasarladığı bir kozmolojiyi tüm itirazlara rağmen adım adım yürürlüğe koyuyor.

1945 yılından sonra oluşan modern uluslararası sistem, bir bakıma Batı'ya özgü bilimsel, ilerlemeci ve hümanist dünyanın kültürel ve siyasal iflasının ürünüydü. Temelleri II. Dünya Savaşı'ndan sonra atılan ve çeşitli yamalarla günümüze kadar varlığını sürdüren bu yapı BM, NATO, DTÖ, IMF gibi uluslararası ittifak ve kuruluşlara dayanıyor. Amerika'nın siyasi, ekonomik ve militer hegemonyasıyla ayakta duran düzenin öncelikli amacı savaş sonrası ortaya çıkan statükoyu Amerika'nın gölgesindeki yaptırım gücü yüksek uluslararası kuruluşlar tarafından korumak ve kontrol etmekti. Şimdi bu sistemi değiştirmek isteğindeki ABD, kurduğu yeni "Imperium Americana" düzeninde hiçbir bölgesel aktöre ve müttefiğe yer vermediği gibi hiçbir uluslararası kurum, kural ve normu da tanımıyor. 20. yüzyılın ikinci yarısından sonra başlayıp Sovyet Rusya'nın dağılmasıyla hızlanan "Imperium Americana" projesi, 11 Eylül travmasının ardından Afganistan ve Irak operasyonları ile kendini daha çıplak bir dille ifade etmeye başladı.

İkiz Kuleler'e ve Pentagon'a düzenlenen saldırıların ardından önce uluslararası alanda güç kullanmayı tekeline aldığını duyuran sonra da Bush Doktrini ile imparatorluğunu ilan eden Amerika, "Biz bir imparatorluğuz. Ve hiçbir ülkenin bizimle yarışacak kapsiteye gelmesine izin vermeyeceğiz", "Politikalarımızı bundan sonra uluslararası toplumun hayalci ihtiyaçlarına göre değil ulusumuzun çıkarlarına göre belirleyeceğiz" diyerek Avrupa, Rusya ve Çin dahil tüm dünyaya meydan okudu. Beyaz Saray, bir imparatorluk projesi olarak terörizme karşı savaşta gerekirse kimyasal ve nükleer silahlar dahil her yola başvuracağını, 'batık devletleri ve rejimleri' hizaya getirip yeni ulus devletler inşa edeceğini, istediği insanı istediği yerde tutuklayacağını, caydırıcı bir yöntem olarak idam ve işkenceye başvuracağını, 'düşman savaşçı' ilan edilen kişilere karşı insan hakları ve uluslararası normları tanımayacağını hem açık ve net bir şekilde dile getirdi hem de tüm itirazlara rağmen dediklerini bir bir uyguladı.

1992 yılında taslağını hazırladıkları Imperium Americana'nın felsefi yol haritasını 2002'de netleştiren Amerikalı siyasi elitler, bu amaç için sadece kar peşindeki "homo economicus" politikaları değil güç peşindeki "homo politicus" stratejileri de devreye soktular. Amerikan dış politikasındaki bu radikal dönüşüm; rekabete, darwinistçi doğal seleksiyona, çıkar ve güce endeksli klasik politikalar ile uluslarararası ilişkiler, savaş, ulus-devlet ve ittifak gibi bir çok kavramı stratejik, siyasi ve düşünsel açıdan köklü değişimlere uğrattı.

Liberal, terbiyeli ama sıkıntılı

Bush Doktrini ile iradesi önünde eğilmeyen her 'barbar'a saldıracağını söyleyen Amerika, uluslararası ilişkilerin merkezine yeni güç ve otorite referansları haline gelen 'terörizmle savaş, özgürlük, demokrasi ve insan hakları' nosyonlarını koydu. Böylece, bir yandan jeopolitik ve stratejik çıkarları gizlemeye yarayan öte yandan da güvenlik ve güç arayışlarını vicdani ve ahlaki bir söylemle örten bu tür kavramlar uluslararası ilişkilerde "meşru" bir müdahale aracı haline getirildi. Neredeyse bütün değer kavram ve normların kabuk değiştirdiği bu yeni dönemde fiziki güç kadar inanç, kültür ve ideolojilerden oluşan soyut güçlerin de cepheleşerek birer mücadele alanı haline geldiğini gördük. Bu değişim kendini en çok savaş olgusunda ortaya kodu. Afganistan ve Irak başta olmak üzere dünyanın çeşitli bölgelerinde gördüğümüz gibi düzenli orduların çarpıştığı, klasik kurallara bağlı simetrik savaşlar dönemi kapandı. Devletlerden gizli ya da açık destek alan kimi örgütlerin yürüttüğü düşük yoğunluklu asimetrik (ordusuz, kuralsız ve tanımsız) savaşlar çağına girdik. Sürekli ittifakların yerini geçici koalisyonlar aldı. Kaotik uluslararası ilişkilerin güvenlik endişelerini yok etmeye yönelik "saldırmamazlık" prensibi terkedildi. "Saldırı ve müdahale" bir norm haline geldi. Devletler dışında uluslararası sistemin oyuncuları arasına El Kaide gibi birçok yeni aktör daha katılırken uluslararası ilişkilerin laik ve değerler üstü olması gereken dili giderek ideolojik ve teolojik bir renge büründü. Ulus-devletlerin uluslararası alanda eşit ve egemen, iç işlerinde ise bağımsız olduğu varsayımı tarihe karıştı. Devletlere yeni statülerini bildiren karneler dağıtılarak "haydut" ve "başarısız" gibi sıfatlarla hiyerarşik sınıflandırmanın en dibindekilere ihtarlar verildi. Bu da, "rejim değişikliği" adı altındaki müdahaleciliğin kapılarını araladı. Gerçi yeni bir anlayış değil bu. Akif Bozok'un da belirttiği gibi dünya uluslarını hiyerarşik bir şekilde kategorilere ayırmak Batı düşüncesinin kadim eğilimlerinden biridir. Nitekim, neo-liberal hukuk teorisinin yaşayan en büyük ismi olan Rawls, daha 1990'ların başında yeryüzündeki ulusları seküler inanca göre "liberal, terbiyeli ve sıkıntılı toplumlar" şeklinde üçe ayırmıştı. Geliştirdiği teoride sıkıntılı toplumları "kanun dışı devletler" olarak niteleyen Rawls, "liberal ve terbiyeli" devletlerin yürürlükteki değerlerini "evrensel kurallar" diye genelleştirmiş ve bu kuralları ihlal eden "haydut devletlerin" gerekirse askeri müdahaleler yoluyla "medenileştirilmesini" önermişti. Liberal ve demokratik devletleri meşru; liberal olmayan bütün devletleri ise gayrı meşru olarak yaftalayan bu anlayış, "Imperium Americana"nın tepeden inme "modernizasyon" politikasının en etkili ve gözde prensibi olarak öne çıkıyor.

İlan edilmemiş savaşlar

Imperium Americana projesinin kanıtladığı bir gerçek de uluslararası barış, istikrar ve güven ortamının devamı için "nükleer caydırıcılık ve güçler dengesi" prensibine dayalı eski askeri yöntemlerin yetersiz ve işlevsiz olduğunun anlaşılması oldu. Fikirlerin ve kültürlerin mücadele ettiği bu yeni dönemde, uluslararası tehdit algılayışı artık askeri terim, norm ve kurallara göre ifade edilmiyor. Her şeyden önce düşman kavramı yeniden tanımlandı. Tanımı yapılan bu yeni düşmanların ne orduları ne de ülkeleri var. İdeolojisi dışında kimliği, cinsi ve yeri hakkında fazla bir şey bilinmeyen bu gizemli düşmanlar için Amerika, "faceless enemy" (eşkalsiz düşman) ifadesini kullanıyor. Üçüncü Dünya toprakları ve özellikle Müslüman ülkeler dışında somut bir cephesi olmadığını gördüğümüz bu yeni savaşta ne düzenli ordular, ne de dost ve düşman mevzileri var. Belli bir hedefi ve görünen bir düşmanı olmayan bu yeni gelişmeyi uzmanlar, 'ilan edilmemiş savaşlar' olarak tanımlıyor. Bunun nedeni de kimsenin ABD'yi açıkca karşısına alamayışı. Uzmanların da belirttiği gibi, Soğuk Savaştan sonra birden bire kimsenin karşı koymaya cesaret edemediği bir Amerika çıktı ortaya. Askeri ve ekonomik kanalların giderek daralması ülkeleri değişik taktik ve yöntemlerle muhalefet etmeye zorladı. Bu bağlamda mücadele veren tek güç olarak AB, Rusya ve Çin koalisyonunu görüyoruz. Bu koalisyon daha çok, Amerika'nın askeri hareket kabiliyetini dizginlemeye ve müdahale alanını sınırlamaya yönelik "surreptitious balancing-gizli kontrol" politikası yürütüyor. Bu yüzden ABD'yi sürekli olarak BM'nin kuruluş amaçlarına hizmet etmeye davet ediyorlar. Amerika'dan tek yanlılığı değil işbirliğini devreye sokmasını isteyen bu koalisyonun önemli figürlerinden Almanya Dışişleri Bakanı Fischer, 27 Ekim 2003'te yaptığı bir açıklamada, dünyada ABD liderliğinin sürmesi gerektiğini belirterek, "Şu an olacak en kötü şey Amerika'nın kendi kabuğuna çekilmesidir. Bunun oluşturacağı boşluk dünyanın birçok yerinde istikrarsızlığa neden olur" diye konuştu. Bu "gizli kontrol" politikalarını kabul etmeye yanaşmayan ABD ise gücün tek taraflı olarak (kendisince) kulanıldığı ama sorumluluğun insan hakları, demokrasi ve yeniden inşa adı altında (Madrid'deki Bağış Konferansı ve Irak'a diğer ülkelerden asker gönderilmesinde olduğu gibi) tüm dünya ülkeleri tarafından paylaşıldığı hegemonik bir uluslararası 'imperium'dan yana. ABD'nin BM'yi uluslararası meşruiyet kurumu olmaktan çıkarıp siyasi, lojistik ve kültürel destek sağlayan bir organizasyona dönüştürmesinin nedeni de bu.

Daha az kibirli bir Amerika

Amerika'nın düşman tanımı tamamen kimlik, din, dil, düşünce ve kültür gibi rasyonel olmayan göreceli unsurlara dayanıyor. Amerikanın görünmeyen soyut bir düşmana karşı verdiği bu ideolojik savaşı kazanabilmesi için diğer ülkelerin yardımına ve saygısına şiddetle ihtiyacı var. "Dünya daha az kibirli bir ABD istiyor" diyen Wallerstain, Amerikalıların dünyayı yönetecek niteliklerden yoksun olduklarını iddia ediyor. Bunun en büyük nedeni ise Amerika'nın Calvinist/Püriten endişelerle dikte edilmiş "medeniyetler çatışması" gibi saldırı ve gerginlik politikalarını ve epistemolojik olarak farklı aidiyet ve kültürleri küçümseyen "tarihin sonu" gibi aforizmaları dış politika adı altında kutsamasıdır. ABD'nin bu normları "özgürlük projesi" adı altında askeri yöntemlerle dünyaya dayatması, "Imperium Americana" projesinin meşruiyetini yok ediyor. Eğer politika şiddete başvurmadan somut güce ulaşmanın en önemli alanıysa, Amerika'nın hem askeri yöntemleri hem de bu hiyerarşik, tek yanlı ve jakoben üslubu terketmesi gerekiyor. Çünkü Gramsci'nin de belirttiği gibi siyasal hegemonya ancak kültürel hegemonya üzerinde yükselir. Meşruiyet krizini körükleyen bir neden de Amerika'nın yönetim kadrolarındaki köktenci Hristiyan kadroların dünyayı iyi ve kötü gibi dini/ahlaki kategorilerle algılamaları. ABD'nin bu ahlaki/siyasi duruşu, epistemolojik algılayışı ve kullandığı retorik hem onun "özgürlük projesinin" meşruluğunu yıkıyor hem de bu projeyi "istila ve yağma" olarak gören devletlere ve devlet dışı aktörlere haklılık payı veriyor. Imperium Americana'nın meşruiyet krizini aşması, her şeyden önce Amerika'nın tek yanlılık, kaos ve belirsizliğe son verip uluslararası toplumun karşısına sosyal ve ekonomik adaleti savunan çoğulcu, katılımdan yana ve ikna merkezli kültürel projelerle çıkmasına bağlı.

  • BERCAN TUTAR / Gazeteci-Yazar


  • Başarıyı ya da başarısızlığı belirleyen etken:
    TUTUMLARIMIZ

    Hayatta başarılı ve mutlu olabilmek için bilinçli olarak olumlu tutumlar geliştirmeli, ve sürekli tutumlarımızı kontrol altında tutmalıyız.

    Enformasyon Uzmanı

    Tutumlarımız yaşadıklarımızı nasıl algılayacağımızı, ne hissedeceğimizi ve nasıl davranacağımızı belirleyen, davranışlarla anlatılan ve içten gelen duygularımızdır. Uzmanlar tutumlarımızın önemli bir bölümünün hayatımızın ilk yıllarında oluştuğunu, daha sonraki yıllarda bu tutumların gelişerek güçlendiğini ve devam ettiğini belirtiyorlar. Ancak sabit tutum diye bir şey olmadığını, tutumlarımızın zamanla değişikliğe uğradığını ve ilk yıllarımızda oluşan tutumların aynı kalmak zorunda olmadığını da ekliyorlar.

    John C. Maxwell'in Kazanan Tutum adlı kitabını okudunuz mu bilemiyorum. Eğer okuduysanız şu gerçeği fark etmişsinizdir ki, hayatımızı yönlendiren ve başarımızı belirleyen en önemli etken başımıza gelen olaylar değil, bizim olaylar karşısında takındığımız tutumumuzdur. Fakirlik ve çeşitli imkansızlıklar içinde yetişen çocuklardan çoğu hayatta başarısız olurken, içlerinden bazılarının üstün başarılar kazanması bu duruma güzel bir örnektir. Zorluklar bir çok insanı yıldırırken kimi insanlara da daha çok çalışma ve başarma arzusu verir. Burada farkı yaratan tamamıyla benimsenen tutumdur.

    Amerika'nın önde gelen araştırma kurumlarından Stanford Araştırma Kurumu iş hayatı üzerine yaptığı araştırmalar sonucu, herhangi bir alanda kazanacağınız parayı belirleyen şeyin yalnız %12.5 oranında bilgi ve % 87.5 oranında insan ilişkilerindeki yeteneğiniz olduğu sonucuna ulaşmıştır. Bu sonuçlar iş hayatında tartışılmaz bir öneme sahip olan bilginin dahi tek başına yeterli olmadığını, insanlarla ilişkilerimizi belirleyen tutumlarımızın olumlu olmaması halinde başarıya ulaşmamızın mümkün olmadığını göstermesi bakımından önemlidir. Tutumlarımızla insanları kendimize çeker veya onları kendimizden uzaklaştırırız.

    Yine Amerika'nın ünlü araştırma şirketlerinden Telemetrics International kariyer merdivenlerini tırmanan başarılı iş adamları hakkında bir araştırma yaparak 1600 yöneticiyi inceledi. Bunun sonucunda genellikle sağlıklı tutumu olan, üstün başarılılar diye tanımlanan yöneticiler ile genellikle sağlıksız tutumu olan düşük başarılılar arasındaki farkı ortaya koydu. Ve başarının tutumdan kaynaklandığı sonucuna vardı. Buna göre;

  • Üstün başarılılar insanlarla kârlar kadar ilgilenme eğilimindedirler, düşük başarılıların zihni kendi güvenlikleriyle meşguldür.

  • Üstün başarılılar astlarına iyimser yaklaşırlar; düşük başarılılar astlarının yeteneklerine karşı temelde güvensizlik beslerler.

  • Üstün başarılılar astlarının önerilerini alırlar; düşük başarılılar almazlar.

  • Üstün başarılılar dinleyicidirler; düşük başarılılar iletişimden kaçınarak yönetmeliklere sığınırlar.

    Tutumumuz bizim en iyi dostumuz veya en kötü düşmanımızdır. İnsanlar tutumlarını kendileri oluşturdukları için başarılı ya da başarısız olmak aslında kişinin kendi tercihidir. Hayatta başarılı ve mutlu olabilmek için bilinçli olarak olumlu tutumlar geliştirmeli, olumsuz tutumlarımızı düzeltmeli ve sürekli tutumlarımızı kontrol altında tutmalıyız. Olumsuz tutumlar hayatta karşılaştığımız olumsuzluklar sonucunda her insanda oluşabilir. Ancak önemli olan bizim bu sağlıksız tutumlara teslim olmamamız ve olumlu tutumlar oluşturabilmek için çaba harcamamızdır.

  • AHSEN OLCAY


  • 'KRİZ'İ KİM TIRMANDIRIYOR?

    'Cumhurbaşkanı Sezer, DGM'lik suç işlemiştir; bölücülük yapmıştır.' Bu söz, Kezban Hatemi'nin bir sempozyumda sarfettiği sözler. Bu söz, insani tercihleri nedeniyle ötekileştirilen kadınların hak ihlallerine yükselen bir tepkiydi. Ancak bunu bile az görüp yeteri kadar caydırıcı bulamayanlar da vardı.

    'CHP muhalefetinin yıllar yılı DP iktidarını biraz da bu şüpheyle gözlemesi büsbütün sebepsiz değildi' diyordu, yaşını başını almış bir yazar. Ve ekliyordu: 'Darbeler döneminde fırsat buldukça iktidara gelen sivil partiler, dinci veya milliyetçi ağırlıklı oldu. Ve direnişin, her dönemde katı bir cumhuriyetçilik ve laiklik anlayışıyla sağlanması gerekti. Hâlâ öyle olması, bu yönde ilerleyemediğimizi gösterir. Sadece tehlikeden sakınmak, tek taraflı ve yetersiz bir tedbir; çözüm yolu değil. İşiniz hiç kolay değil, bunu ben de biliyorum (Sezer'e). Ama bir bildiğim daha var; ve size söylemek istediğim: 'Aynı tedbirde ısrar etmek de geçerli bir çare değil.'

    İnanamıyorum! İnanamıyorum, bunları bu çağda duymak son derece ürkütücü! Demek eski yöntemlerle ötekileştirmeler, engellemeler yetmiyor?

    Ne yapsaydı yani? Eşleri türbanlı olanları girişte yakalattırıp yumruklattırsa mıydı?

    Bu kadar statükonun sesi olunabilirdi ancak. Bereket Perihan Mağden gibi eşit mesafeden bakabilenler var. Yoksa?

    Yaşlılık, yılların yürekte olgunca durulduğu bir dönem zannederdim. Sararan takvim yapraklarının, gençliğin tüm aşırılıklarını ve aykırı kanılarını düşünceden sürükleyip, bakış açısını billurlaştırdığını. Ne bileyim hani eski kavgaların ateşi küllenir ya, sadece ısıtan ılık ve uzlaşmacı öz kalır geriye, öyle!..

    Bu zaviyeden bakınca düşünsel olarak zirveye tutunanların hâlâ yeniyetmeler gibi kıvılcım saçmalarına akıl sır erdiremiyorum. Birileri hala toplumu tektiplileştirmeye çalışıyor. Üzerine tek renk üniformalar geçiriyor. Sezer'e, topuk selamı çakarak 'az kovdun' diyor ve devlet babanın kendi gibi düşünmeyen çocuklarını yaftalıyor, 'zenci' diye ötekileştirerek kapı dışarı kovuyor.

    Tüylerim diken diken oldu inanın! Böyle düşünenler beni gerçekten korkutuyor.

    Varsayın bunu yazan bir baba, hani biraz zorlanın canım! Büyük oğlu laik, ortanca kızı fanatik bir sol, üçüncü oğul Bedri Baykam gibi kıvırcık bir Kemalist, dördüncüsü tam bir Mao'cu, küçük uşaksa kız! Şey kız! Türbanlı bir kız!

    Sen, bir baba olarak kişisel tercihi nedeniyle hangisinin haklarını lağvedecek, hangisine kıyacak, hangisini tercihinden ötürü kapıdan kovacaksın?

    Günümüzde dünya görüşü farklı olup bir arada yaşayan pekçok aile, arkadaş ve de dost var. Ama kimse kanlı bıçaklı değil. Hiçbir kardeş, kendi hakkını şahsına münhasır görüp diğerlerini ısırmıyor, tırnaklarını onun değerlerine geçirmiyor!

    Cumhuriyet çocuklarını öz-üvey diye ayırarak, birini bağrına basarken öbürünü boynu bükük, gözü yaşlı bırakan kalemler 'bölücüîlük yaparak, 'halkı kin ve düşmanlığa tahrik ediyorlar'. Bu da Anayasa gereği DGM'lik bir suç!

    Hem burası yeryüzü! Yarının karşınıza ne koyacağını kimse tahmin edemez. Say ki torunlarından biri türbanı tercih etti. Ve onu diri diri ötekileştirmeye, okul dışına gömmeye kıyamadınız. Ne olacak? Kendi renginizden olmayanları daha ne kadar dış ve düşman göreceksiniz?

    Haydar Ergülen gibi: 'Cumhuriyet'in 100. yılını bir demokrasi şenliği içinde kutlarsan ne müthiş olur! Bugün Irak'a asker göndermek için çabalayan bir Türkiye'nin yerinde, demokrasiyi gerçekleştirmiş, Türkler'in Kürtler'in, Aleviler'in Sünniler'in, eşit kabul edildiği, İslamcılarla laiklerin, başı açıklarla örtülülerin birbirine düşman kılınmadığı, yani kimsenin, dininden, dilinden, milliyetinden ötürü suçlanmadığı, hiç kimsenin 'üvey' sayılmadığı bir memleket, ancak tam, eksiksiz ve acil demokrasiyle mümkündür! Mektubu bitirirken, şunları da buraya almak isterim eski mektuptan: "Bu bahçenin adı cumhuriyettir, ağaçları, kökleri, filizleri, aynı toprak, hava ve sudan beslenir. Onların rengi, kokusu cumhuriyet bahçesinin şenliğidir" diye dostluk dürtüleseniz ne kaybedersiniz yani? Kan kokusu, düşmanlık çağırmanın alemi ne? Adı gibi 'hakkı' yazası kalemler, bıraksınlar cumhuriyetin çocukları gökkuşağı gibi rengarenk olsun!

    Olmasalardı tektipli ünüforma giyen bir topluluk olurduk ki bu da bana oldukça can sıkıcı geliyor. Bence renklerin hiç birinin kovulması gerekmiyor. Her doğru kişisel doğrumuza yontulmak, bize göre biçim almak zorunda değil!

    Sezer'e takdik geliştir derken bunu bir de kendileri denese diyorum. Neden hep aynı pencere, neden hep itme ve tekmeleme?..

    Taha Akyol Milliyet'teki köşesinden yazıyor: 'Pazartesi günü Tayland'da Asya- Pasifik Ekonomik İşbirliği Forumu'nun hükümet ve devlet başkanları zirvesi yapılıyor. Zirveye, aralarında Bush da olmak üzere liderler davetli. Tayland Başbakanı akıllı ya, gözden uzak olan gönülden de uzak ya, göz görmezse gönül katlanır ya... Bu yüzden olmalı, zirvenin yapıldığı Bangkok'taki gecekondu mahallesini dev bir perdeyle çeviriveriyor. Liderlerin gözüne bir nevi perde indiriyor. Aman görmesinler. Perdenin ardında ne olduğunu bilseler bile, görmezlerse katiyen idrak edemezler. Hem gecekondulara nazır bir zirve, hiç şık olmaz, öyle değil mi? Çankaya da, türban görmek istemiyor. Var olanı yokmuş gibi susarak ya da olmayanı varmış gibi söyleyerek kendini kandırabilir. Başını çevirip gözlerini sımsıkı yumarsa, eğer görmezse, sırf görmediği için bir gerçeği yok sayabilir.'

    Perihan Mağden ise: 'Hepimizin ruhuna ve asıl aklına kötü gelen, içimizi bunaltan 1 davetiye çeşidi, Cumhuriyetimiz'in 80. yılına denk geldi. Bahtsız mıyız, biz neyiz?' diyordu. 'Dünyada hep aynı heykelden vazgeçmeyen 3-5 ulus kaldıysa, biri -hiç de iftiharla değil- biziz. Hep aynı heykel! Hep aynı dualar! Tahterevallinin her iki tarafında da külçe var. Atatürkçülüğe ennn kaptırmışlarımız, ennn orducular.'

    İşte 'Hakiki bir Akıl Fikir Tutulması ve temelde, sınıfsal bir kuşkuculuğun' karmaşasında toplumsal tıkanıklığa uğrayan biz bahtsızlar!

  • MEHTAP GÜR / Yazar




  • 3 Kasım 2003
    Pazartesi
     


    Künye
    Temsilcilikler
    Abone Formu
    Mesaj Formu

    Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
    Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Ramazan | Arşiv
    Bilişim
    | Dizi | Karikatür | Çocuk
    Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
    © ALL RIGHTS RESERVED