|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
İbn Teymiyye'nin, ilk bakışta anlaşılması zor gibi gelebilecek ama İslâm'ın anlaşılması sürecinde hayâtî bir önem arzeden şöyle bir sarsıcı tespiti vardır: İslâm'ın anlaşılması sürecinde Hz. Peygamber'in konumu, Kur'ân-ı Azîmüşşân'dan daha önemlidir. Hz. Peygamber devre dışı bırakıldığında veya Hz. Peygamber olmaksızın Kur'ân'ın anlaşılması son derece zordur. İbn Teymiyye burada Kur'ân'ı tâlî bir konuma yerleştirmiyor. İbn Teymiyye'nin zihnini meşgul eden şey, İslâm'ın, dolayısıyla Kur'ân'ın doğrudan ve daha doğru bir şekilde nasıl anlaşılabileceği meselesidir. Vardığı sonuç: İslâm'ın / Kur'ân'ın anlaşılması sürecinde Hz. Peygamber'in konumunun vazgeçilemezliğidir. Ben, İbn Teymiyye'nin bu tespitini, içinden geçmekte olduğumuz çağın kendine özgülüğüne özellikle vurgu yaparak bir adım daha öteye götürebileceğimizi ve şu şekilde yeniden formüle edebileceğimizi düşünüyorum: Sadece İslâm'ın ve Kur'ân'ın anlaşılması sürecinde değil, dünyanın ve insanlığın karşı karşıya kaldığı sorunların anlaşılması ve hâl yoluna konulması sürecinde de Hz. Peygamber'in 63 yıllık kişisel tarihinin, bize tahmin ve tahayyül ettiğimizden fazla katkıda bulunabileceğini, bu konuda sadece müslümanlar için değil, bütün insanlık için de anahtar işlevi görebileceğini düşünüyorum. İslâm'ın (dolayısıyla Kur'ân'ın) anlaşılması sürecinde Hz. Peygamber'in KONUM'u neden hayâtî bir önem arzediyor peki? Her şeyden önce Hz. Peygamber'in bütün diğer müslümanlardan ayrılan en belirgin özelliği, O'nun bir mümin olarak Kur'ân'a muhatap olmasının yanısıra bir elçi olarak bizi Kur'ân'a muhatap kılmasıdır. Kur'ân metninin, bir anlam ifade etmesi, dolayısıyla bizler tarafından anlaşılması ve hayata aktarılması, Hz. Peygamber'in aracılığı olmaksızın son derece zordur. Hz. Peygamber, bize sadece kendisine vahyedilen metni sözlü olarak aktarmakla yetinmemiş, aynı zamanda, vahiy metnini nasıl bilfiil ve bilkuvve anlayıp hayata aktarabileceğimiz meselesinde ve sürecinde bize rehberlik etmiştir. Şunu demek istiyorum: Kur'ân, -deyim yerindeyse- İslâm'ın "teorik" sunumudur; Hz. Peygamber'in kişisel tarihi ise, İslâm'ın "pratik" sunumudur. Başka bir deyişle, Hz. Peygamber, sadece bir aktarıcı değildir, aynı zamanda, kendisine vahyedilenleri hayata aktaran, "yaşayan Kur'ân"dır. Meselenin püf noktası şurası: Kur'ân, bir ânda, bir gecede vahyedilebilirdi. Ama bir ânda, bir gecede değil, 23 yılda vahyedildi. Yani Kur'ân Hz. Peygamber'in 23 yıllık vahiy-sonrası hayatına yayılarak aktarılmak sûretiyle bize bir zaman duygusuna sahip olmamız gerektiğini hatırlatıyor. Ama zamanı mutlaklaştırmıyor ve bizden de zamanı mutlaklaştırmamızı istemiyor. Eğer öyle olmuş olsaydı, hayat çekilmez olurdu. Böyle yapmakla, zamanın (tarihin ve mekanın) izafiliğine, zamanı aslâ mutlaklaştırmamamız gerektiğine fakat aynı zamanda da zamanı, tarihi ve mekânı (dolayısıyla beşerî tecrübeyi) ıskalamamamız gerektiğine de dikkat çekmiş oluyor. Buradan asıl can alıcı noktaya, bu yazının meselesine geçiş yapabiliriz: Hz. Peygamber'in kişisel tarihi, sadece İslâm'ın anlaşılması sürecinde değil, aynı zamanda, hangi çağda yaşarsak yaşayalım çağın ve dolayısıyla dünyanın sorunlarının anlaşılması, anlamlandırılması ve hâl yoluna konulması sürecinde de bugüne kadar farkedemediğimiz ölçüde hayâtî ipuçları sunuyor bize. Meseleyi daha bir açıklığa kavuşturabilmek için şu sorunun cevabı üzerinde kafa yormamız gerekiyor: Peki, Hz. Peygamber ne yaptı? Bu sorunun makro düzlemdeki cevabı şu: Hz. Peygamber, bütün zamanları seferber ederek bütün zamanları kendi çocuğu kıldı ve bütün zamanların çocuğu olabilecek bir konuma, zemine vardıktan sonra vahiyle buluşturdu, hakîkatle yüzleştirdi ilk müminleri. Veya şöyle de söylemek mümkün: Vahiyle muhatap olan ilk müminlerin ayaklarını bastıkları teorik ve pratik zemin bütün zamanları seferber etmelerini mümkün kılabilecek bir zemindi: "Bilgi kurdu" olmalarından değil, böylesi zihinsel bir ufka sahip olmalarından sözediyorum. Hz. Peygamber, bunu nasıl yaptı? Son peygamber olarak gönderilmiş olmakla yaptı. Yani, bir yandan makro düzlemde, Hz. Adem'den bu yana vahyedilen dinlerin ve gönderilen bütün peygamberlerin mirasçısı oldu. Öte yandan, mikro düzlemde ise, yaşadığı toplumunun içinde yaşayarak, yani ruhban hayatı yaşaMayarak, o toplumdan tecrit olmadan yaşayarak, o toplumda ve o toplumun temas hâlinde olduğu diğer toplumlarda karşı karşıya kalınan sorunları bizzat tespit ve teşhis ederek yaşayarak hayata nasıl müdahale edilebileceğini, vahyin mesajının hangi topluma, hangi şartlarda ve nasıl ulaştırabileceğini yakînen görerek, bilerek yeni dini tebliğ etti. Hem bütün peygamberlerin mirasçısı olan konumuyla, hem de toplumunun ve çağının sorunlarına sahip çıkan ve bu sorunların nasıl hâl yoluna konulacağına dâir ortaya koyduğu esaslı "performans"la, Hz. Peygamber, belki de insanlığın kendisine her zamankinden çok ve acilen ihtiyaç hissettiği bir figür olarak görülmeli diye düşünüyorum. En azından iki açıdan böyle bu: Birincisi, Hz. Peygamber, her şeyden önce şahsiyet sahibi güçlü bir insan inşasını öncelemiştir. Aslolan insan inşa edebilmektir. İkincisi, ise bu şahsiyetin varlığını sürdürebilmesi ve hissettirebilmesi için Hz. Peygamber sürekli olarak varlık ve kapsama alanı genişleyen korunaklı bir alanın açılması cehdi içinde olmuştur. Bütün bunları yaparken insanlığın bütün tarihi boyunca yaşadığı serüveni, tabloyu öz bir şekilde toplumunun önüne sermiş, böylelikle kuracağı yeni dünyanın tüm diğer dünyalardan neden ve hangi bakımlardan farklı özellikler taşıdığını çok iyi izah etmiş ve 23 yıllık elçilik hayatıyla da resmettiği ve vadettiği dünyayı, inşa ettiği insan ve toplumun emin ve emniyetli bir şekilde varkılabilmesi için korunaklı alanları sürekli olarak genişletmiştir. Şu an insanlık, sirki andıran bir dünyada korunaklı alanlardan yoksun bir hâlde yuvarlanıp gidiyor. Allah'ın rahmet sıfatıyla mücehhez güçlü şahsiyetlere ve bu şahsiyetlerin varolmalarını mümkün kılacak korunaklı alanlara her zamankinden çok ihtiyacımız var: O yüzden Hz. Peygamber'i kendimize, kendimizi de Hz. Peygamber'e her dâim çağdaş kılmak; yani bütün zamanları seferber ederek bütün zamanları çocuğumuz kılabilecek ve bütün zamanların çocuğu olmamıza imkân tanıyabilecek teorik ve pratik bir zemine (=korunaklı alana) çıkarak dünyaya ve her şeye o zeminden (yenilgi psikolojilerini aşmış olarak ve özgüvenle) bakmak zorundayız.
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Ramazan | Arşiv Bilişim | Dizi | Karikatür | Çocuk |
© ALL RIGHTS RESERVED |