AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ

Y A Z A R L A R
"Türkiye gerçeği"ni boğmak

"-Türban olmasın, başörtüsü olsun!" "-Hadi olsun, ne farkeder?" Gerçekten farketmez. Zaten bu iş "Başörtüsü olmasın, türban olsun"dan geldi buraya...

Hatırlayalım:

12 Eylülcüler, üniversitelerde başörtüsü yasağını başlatmışlar ve merhum Özal başbakan olarak çare arıyor. YÖK Başkanı Doğramacı, çare öneriyor:

-Sayın Başbakan, askerler, başörtüsünü gericiliğin sembolü olarak görüyorlar. Eğer "başörtüsü" yerine "türban" dersek, daha çağdaş, daha Avrupai bir söylem oluşturmuş oluruz, askerler de bunu kabul eder.

-Peki öyle olsun, diyor Özal.

Başörtüsü yerine türban lafı böyle devreye giriyor. Yoksa İslami hassasiyetle başını örten insanlar hiçbir zaman başlarındaki örtüye "türban" dememişler.

Şimdi Doğramacı'nın "Avrupai türbanı" siyasi simge oldu, başörtüsü, Yargıtay Başkanı'nın annesinin de başını örttüğü geleneksel, yani yasak kapsamına girmeyen (?) giysi haline geldi.

Öyle olsun... Kızlarımız, gençliklerini, zevklerini falan unutup ninelerimizin başlarını örttüğü yazmalarla, namaz örtüleriyle gitsinler okula... Var mısınız?

Yoksunuz... Olamazsınız...

Çünkü niyetiniz üzüm yemek değil, bağcı dövmek... Ya da kurtla kuzu hikayesi... Suyu bulandıracak bir kuzu olmalı sizin yeme arzunuzu tatmin için...

Bugüne kadar o üniversiteli kızlar neler yapmadı bir kesime doğruyu anlatabilmek için... Ama yok... Doğru ile yüzleştiğinizde hemen en başa dönüyorsunuz:

-Suyumu bulandırıyorsun...

Boğaziçi Üniversitesi'nden iki bilim adamı (Prof. Dr. Binnaz Toprak, Doç. Dr. Ali Çarkoğlu) kamuoyu araştırması yaptılar. Türkiye nüfusunun yüzde 75'inin başörtülü olarak hem üniversitede okunabilmesinden hem de kamu görevi yapılabilmesinden yana olduğunu ortaya çıkardılar... Daha sonra benzeri kamuoyu araştırmaları yapıldı ve benzeri sonuçlar ortaya çıktı... Ayrıca gene kamuoyu araştırmalarında Türkiye'de kadınların yüzde 70'ler seviyesinde başlarını örttükleri de ortaya çıktı.

Bu "Türkiye gerçeği" birilerine bir şey söyleyebildi mi?

Özgürlüğün tarifi değişti, laikliğin tarifi değişti, demokrasinin tarifi değişti... Sırf "Türkiye gerçeği" ni kabul etmemek için...

Bir çevre direniyor, diretiyor...

"Biz Türkiye gerçeğine rağmen, kendi kurallarımızı dayatırız" anlayışında ısrarlı.

Şimdi soruyoruz:

-Bu "kamusal alan" tarifiyle, insanlar sokağa çıkamaz hale gelir, hastanelerde başörtülü hastaya bakmazsınız, belediye otobüsüne başörtülü insanları bindirmezsiniz, ehliyet vermezsiniz, yani memleket insanını boğarsınız, evlerine hapseder, hayatı dar edersiniz vs... Bunu mu amaçlıyorsunuz? Acaba oruçlu halde kamusal alana girilebilir, yani sokağa çıkılabilir mi?

-Ik, mık!!!

Gücünüzün yeteceğine inansanız yapacaksınız, o anlaşılıyor. Yargıtay Başkanı diyor ki:

-Benim anam da başörtülü... Ona bir şey denmez...

Acaba denmez mi?

Yarın bir Yargıtay hakimi çıkıp, ananızın başındaki örtüyle gelmiş bir bayan sanığa veya tanığa "Hanım hanım, bu örtüyle mahkeme salonuna giremezsiniz" derse ne diyeceğiz? Ya da bir devlet hastanesinde bir doktor başörtülü hastasını poliklinikten kovarsa...

Başörtüsünün veya türbanın bir standardı mı var? Bugüne kadar "siyasi simge olan veya olmayan başörtüsü"ne dair bir standart mı açıklandı?

Bunların hepsi bahane...

Gücü gücü yetene kuralı işliyor... Hakimin sanığa, doktorun hastaya, Cumhurbaşkanı'nın milletvekiline, rektörün öğrencisine gücü yetiyor ve herkes kendi kuralını dayatıyor...

Daha doğrusu bir kesim kendisinde "Türkiye gerçeği"ni dışlayabilme yetkisi görüyor, hepsi bu.

Öğrenci yutuyor, milletvekili yutuyor, Başbakan yutuyor, Meclis Başkanı yutuyor, sanık yutuyor, hasta yutuyor...

Ve biz bu ülkede demokrasi oynuyoruz... çağdaşlık oynuyoruz. Hukuk devleti oyunu oynuyoruz.

"Türkiye gerçeği"ni boğmak için Türkiye'deki dayatma gücümüz yetmiyorsa, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nden, Fransa'dan, Jaques Chirac'tan içtihadlar ithal ediyoruz. Sanki AİHM'nin tüm içtihadlarını, Chirac'ın Kıbrıs'la ilgili politikalarını alıp başımıza taç ediyormuşuz gibi...

Sonra bir şey var: "Türkiye gerçeği" ile boğuşmak kolay olmuyor. Bunun bedeli her gün biraz daha azalmak, küçülmek, dar alana sıkışmak... Her gün biraz da saçmalaşmayı göze almak... Türkiye insanının sabrı şahanedir... 28 Şubat dayatmasının karşılığını halk 3 Kasım'da verdi... Baskılar kimsenin yüzünü güldürmeyecek... "Türkiye gerçeği" varolmaya devam edecek....

Hakim bey, "Türk milleti adına" yargıda bulunuyor ve Türk kadınının yüzde 75'inin başındaki örtüyü yasaklı hale getiriyor... Alın size problem... çıkın işin içinden çıkabiliyorsanız...

Adalet Bakanı soruyor:

-Pazartesi günü Ayaş'ta başı yazmalı kadın mahkemeye gelirse ne olacak?

Evet bu ne türban, ne başörtüsü hikayesidir, ne siyasi sembol ne başka bir şey tartışmasıdır, bütün bunlar gerçeğin üstünü örtme girişimidir, gerçek, "Türkiye gerçeği"ni ne yapacaksınız?" sorusudur...

"Türkiye gerçeği"ni dışlayan bir kafa ile bir yere gidilmesi mümkün değildir...

Kimse kendisini "Türkiye gerçeği"nden güçlü görmesin...

BİR SORU:

Bugün 10 Kasım. Atatürk'ün ölüm yıldönümü... "Nasıl bir Atatürk?" sorusu tartışılıyor. Benim aklıma da şu soru geliyor: Acaba Atatürk yaşasaydı, bugünkü Atatürkçüler'den hangisine benzerdi? Sezer'e mi, Baykal'a mı, Doğu Perinçek'e mi, Alemdaroğlu-Gürüz'e mi, Vural Savaş'a mı, Emin Çölaşan'a mı, Bedri Baykam'a mı? Acaba Atatürkçülerimiz'in zaman zaman aynaya bakıp Atatürk'le kendi kişiliklerini kıyaslama gibi bir huyları var mıdır?


10 Kasım 2003
Pazartesi
 
AHMET TAŞGETİREN


Künye
Temsilcilikler
Abone Formu
Mesaj Formu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Ramazan | Arşiv
Bilişim
| Dizi | Karikatür | Çocuk
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED