AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ
Albaraka Türk

K R O N İ K  M E D Y A
'Türbana tam dolandık'sa,
mizahı nerede?

Hürriyet, Yargıtay 4. Ceza Dairesi'nin son kararını ve karardan sonra başlayan tartışmaları "Türbana tam dolandık" manşetiyle duyurdu okurlarına. Bizce de gayet yerinde bir tespit. Fakat milletçe "dolandığımız" bir şeyin mizahının yapılmıyor oluşu tuhaf değil mi? Biz –mizahçı olmadığımız halde– sırf Hürriyet'in haberinden ve konuya ilişkin iki başyazıdan epeyce mizahî malzeme derledik...

Yargıtay 4. Ceza Dairesi Başkanı Fadıl İnan'ın, bir dava sırasında sanık sıfatlı türbanlı bir kadını "mahkemeler kamusal alandır" gerekçesiyle salondan dışarı çıkarması ve ardından gelen tepkileri Hürriyet (8 Kasım) "TÜRBANA TAM DOLANDIK" manşetiyle duyurdu okurlarına... Haberin alt başlığı da şöyleydi:

"Türbanlı sanığı duruşmaya almayan Yargıtay Daire Başkanı'na, Yargıtay başkanı da destek verdi ve 'Türbanla, kamusal alan mahkemelere girilemez' dedi. AKP ise 'Hastaneye de mi almayacaklar?' diye sordu..."

Aslında çok geç kaldılar, ama mizahçılar "türban sorunu"nda şu geldiğimiz noktada dahi duruma müdahil olmazlarsa, hadi biraz abartarak söyleyelim, yaptıkları iş tartışmalı hale gelir. Bir ülkenin mizahı, o ülkenin en ciddi sorunlarından biri "ben artık bir mizah malzemesiyim, bunu göremiyor musunuz?" diye bas bas bağırırken bile o soruna karşı "serin" bir yaklaşım sergilerlerse, şaka bir yana, o meslekten epey bir şey uçmuş gitmiş demektir...

Biz mizahçı değiliz, ama sadece Hürriyet'in haberini ve haberin ele aldığı konuya iki başyazarın (Hürriyet'ten Oktay Ekşi, Vatan'dan Güngör Mengi) gösterdikleri tepkiyi okuyunca bile "türban sorunu"nun ne kadar geniş bir mizahî malzeme vaat ettiğini sezebiliyoruz...

BAŞKAN'IN ZOR POZİSYONU

Haberden başlayalım: Hürriyet, Yargıtay Başkanı Eraslan Özkaya'ya, 4. Ceza Dairesi Başkanı'nın kararıyla ilgili görüşünü sormuş. Yargıtay Başkanı, kararı doğru bulduğunu açıklıyor gazeteye. Hürriyet muhabiri, bunun üzerine pek yerinde bir soru yöneltiyor başkana:

"Yargıtay'ın kalemine, vergi dairesine de kamusal alan diye türbanlılar giremeyecek mi?"

Özkaya'nın cevabını Hürriyet şöyle toparlamış: "Özkaya, kamusal alanın kişinin bulunduğu yerdeki rolüne göre değerlendirilmesi gerektiğini söyledi. Özkaya, 'Bir kişi hastaneye, vergi dairesine o şekliyle girebilir. İdari işini takip için gidiyor' dedi."

Yargıtay Başkanı'nın, mantıken tabii ki "hastane, vergi dairesi" gibi resmî daireleri de kapsaması gereken son "kamusal alan" tarifinin arkasında dururkenki hali size de "mizahî" gelmiyor mu? Bunun böyle olduğunu bilen ama söyleyemeyen; onun yerine kendisinin de inanmadığı gerekçeler ("idari işini takip için gidiyor") üretmeye çalışan bir "devlet büyüğü"nün hali "komik" değil midir?

Gene Hürriyet'in haberinden: "Özkaya (…) önce uyarıp daha sonra duruşma salonundan çıkarılabileceğini anlattı. Özkaya, kişinin buna uymaması veya suç oluşturacak davranışta bulunması halinde mahkeme başkanının tutuklama yetkisi bile bulunduğunu söyledi."

CEZAEVİNDE TÜRBAN?

Yargıtay Başkanı'nın bu yaklaşımını, Yeni Şafak'ın (8 Kasım) sürmanşetiyle ("CEZAEVİNE DE ALMAYIN") birlikte mütalla edelim… Haberde, Meclis Anayasa Komisyonu Başkanı Burhan Kuzu'nun şu sözlerine dikkatinizi çekeceğiz: "Sanık başını açmadı diye cezaevine mi girecek? O zaman cezaevine de almayın."

Görüyorsunuz, Burhan Kuzu'nun "mizah" olsun diye söylediği şey, Yargıtay Başkanı tarafından gayet ciddi öneriliyor. Yani şöyle: Hakim, "türbanını çıkarmamakta" direnen sanığı tutukluyor ve son tarife göre haydi haydi "kamusal alan" sayılması gereken cezaevine gönderiyor… Fakat türbanlı bir kadın cezaevinde nasıl yatacak: "Yukarı tükürsen türban, aşağı tükürsen türban…"

Gelelim başyazarlara… Araya Vatan'ı sıkıştırılam, sonra Hürriyet'in başyazısına dönelim…

MENGİ'NİN 'ORTA YOL'U

Bir ülkenin tartıştığı bir meselenin "mizah" boyutu içerdiğini gösteren unsurlardan biri de, tartışmacılardan gelen "ilginç" çözüm önerileri değil midir? Söyleyin, Güngör Mengi'nin aşağıda okuyacağınız "orta yol"unu okuyan bir mizahçı buradan ekmek çıkaramaz mı? Mengi'nin "Orta yol var" başlıklı yazısından (8 Kasım):

"Türkiye, rejimin laik karakteri ile halkın inancına bağlı gerçekleri uzlaştıran bir çözüm yolunu açmak zorundadır. Mesela mahkemelerin savunmayı temsil eden avukatlar da dahil yargı bölümünü kamu alanı sayıp, şikâyetçi ve sanık vatandaşların yer aldığı bölümü kamu alanı tanımına dahil etmemek, bir çözüm olamaz mı?"

Yani Mengi, 4. Ceza Dairesi'nin kararına kadar uygulanan şeyi "orta yol" diye öneriyor. Farkında değil ki o son karar işte o "orta yol"u kapatmış durumda…

Son olarak Hürriyet'in Oktay Ekşi imzalı başyazısına bakalım… Ekşi'nin konuyu ele aldığı makalesinin başlığı aynen şöyle: "Bir gereksiz mesele daha…" Makale, yarısına gelinceye kadar, başlığın akla getirdiği "içerik" doğrultusunda ilerliyor. Bu bölümde şöyle cümleler var

"(…) Sanığın kutsal sayılması gereken savunma hakkını korumak mı kamu yararının gereğidir, yoksa siyasal bir simge olduğu ve rejime karşı dayatma mesajı verdiği gerekçesiyle hem Anayasa Mahkemesi hem de Danıştay tarafından 'kamu alanlarına girilemez' denen türbanı (va türbanlıyı) kapı dışarı etmek mi? Soru karşımıza çıkınca itiraf edelim ki biz ilk bakışta 'savunma hakkı'nın üstün tutulması gerektiğini ileri sürdük. Gerekçemiz de çok açık: Savunma hakkı engellenerek adalet dağıtılabilir mi? Kaldı ki 'kamu alanı' kavramını çok yaygın bir şekilde kullanmaya kalkarsak türbanlı hastaları ve ziyaretçileri de hastanelere almamamız gerekir…"

KARAKOLDA DOĞRU SÖYLER…

Yazar tam bu noktada "Konuyu güvendiğimiz bilim adamı hukukçularla tartıştık" diyor, tırnak içinde uzun uzun onların "Yargıtay'a hak veren" görüşlerini aktarıyor… Bize inanmazsanız, açın okuyun Ekşi'nin köşesini, hiçbir yenilik içermeyen, bizim gibi Ekşi'nin de bin defa duyduğu klişelerden ibaret bu görüşler. (Hem niye görüş sahiplerinin isimleri yok? Biz onların yerinde olsaydık, "utanılacak hiçbir şey yapmadığı" halde yüzlerinin gazeteler marifetiyle kapatılmasına itiraz eden "mağdurlar" gibi hissederdik kendimizi.)

Ve geliyoruz son paragrafa… Ekşi, alıntılardan sonra tırnağı kapatıyor ve yazısını şu paragrafla bitiriyor:

"Görüyorsunuz… Bir zamanlar 'Taksim'e cami yaptırma' meselesi vardı ya… Onun gibi gerip duruyorlar. Çok denediler. Hep aynı sonucu aldılar. Bakalım kaşıya kaşıya nereye kadar gidecekler…"

Başıyla sonu arasında bu kadar büyük farklar olan bir başyazar yazısının, daha doğrusu böyle bir yazının yazılabilmesini mümkün kılan "fikrî ortam"ın mizahî boyutlar içermediğini söyleyebilir misiniz? (A.G.)


'Erkekten daha fazla örtünme'nin 'insan haklarına aykırı' bir tutum olduğunu biliyor muydunuz?

Bizimkisi de soru işte, nereden bileceksiniz? Siz bilemeyebilirsiniz ama biz biliyoruz, çünkü Akşam gazetesi yazarı Coşkun Kırca'nın "Türbanda ısrar" başlıklı yazısını (7 Kasım) okumuş bulunmaktayız... Kırca, yazısında, türban sorununun bir "insan hakları meselesi" olduğunu savunanları kendi tezleriyle "vurmayı" deniyor ve türban takanların neden bizzat kendilerinin "insan hakkı"na aykırı olduğunu göstermeye çalışıyor. Kırca, tezini, kadının "örtünme hakkı"nın "erkeğin örtünme hakkı"ndan fazla olamayacağı görüşüne dayandırıyor. Tez bu olunca yazı da ilginç oluyor haliyle. Siz de mahrum kalmayın dedik, yazının ilgili bölümünü aktarıyoruz... (A.G.)

"Pek ilkel olanlar dışında tarih boyunca ve günümüzde bütün toplumlarda insanoğlunun vücudunun bazı yerlerini örtmesi haya kurallarının gereği olarak anlaşılagelmiştir. İslam dininin kutsal kitabı da bu ilkeyi dile getirmiş; ancak bunu yaparken kadının örtünmesi gereğine özel bir önem vermiştir. Buna rağmen, kutsal İslami kaynaklarda kadının örtünmesi gereği tüm ayrıntılarıyla tanımlanmış değildir.

(...)

"Deniyor ki örtünmesinin derecesini kendi inancına göre tespit edebilmek yani erkeğinkinden geride kalan bir ahlaki ve hukuki statüyü seçebilmek Müslüman kadına ait bir hürriyettir! Oysa, Türk Medeni Kanunu'nda da yer alan hukukun genel ilkelerinden birine göre, ister erkek, ister kadın olsun kişi, diğer insanlara eşit bir hukuk öznesi olma hakkından vazgeçemez. Kadının, kendi iradesiyle de olsa, erkekten daha fazla örtünme zorunluluğunu kabul etme hürriyeti bu sebepten ötürü yoktur. Çünkü, hürriyet, hürriyeti yok etmek ya da kendi özünü ortadan kaldıracak kadar kayıtlamak için kullanılamaz. Aksi halde, insan hakları kavramı vahim biçimde ihlal edilmiş olur. Demek oluyor ki türban denilen uygulama, Cumhuriyet'in insan haklarına dayanma niteliğine aykırı olduğu gibi, kamu düzenini aklın gereklerine değil, din kurallarına dayandırma amacını taşıdığından Cumhuriyet'in laiklik niteliğine de aykırıdır.


'Sapık damgası'nda basının rolü?

Gazetelerimizin değil bir yıl öncesindeki, bir ay öncesindeki haberleri bile takip etme pratiğinin ne kadar zayıf olduğunu bilenler için sevindirici bir haberdi (gazetecilik açısından demek istiyoruz)… Milliyet'te (8 Kasım), manşetten sonraki en önemli haber olarak değerlendirilmişti… Şöyleydi:

"'SAPIK' DAMGASINA 1 MİLYAR… Ümraniye sapığına benzediği gerekçesiyle 28 gün cezaevinde tutulan Bilal Akyıldız'a sadece 1 milyar lira tazminat verildi… Akyıldız, sapığın robot resmine benzemesinin faturasını acı ödedi. Gözaltına alındı. DNA'sı tutmadığı halde cezaevine atıldı, 'sapık' damgasını yedi. Gerçek sapık yakalanınca bırakılan Akyıldız, hemen manevi tazminat davası açtı. Dava sonuçlandı. Mahkeme, 'çevresine karşı küçük düşen, acı ve elem çeken' mağdura 1 milyar ödenmesine karar verdi."

Bilal Akyıldız'ın fotoğrafının altında da şu bilgiler yer alıyordu:

"Bilal Akyıldız, sapığa benziyor diye minibüsten dövülerek indirildi. İşinden atıldı. Nişanlısı tarafından terk edildi. Son darbeyi mahkemede yedi."

Biz bir yıl önceki bu haberi çok iyi hatırlıyoruz. Hafızası sağlam Kronik Medya okurları da hatırlayacaktır. "Gerçek Ümraniye Sapığı" yakalanınca, 10 Aralık 2002 tarihli Kronik Medya'da şöyle yazmıştık:

"Defalarca yaşadık, gazeteler defalarca mahçup oldu fakat olmuyor, olmuyor:.. Gazetelerimiz, polisin herhangi bir operasyonunu 'polisin yaptığı açıklamaya göre…' rezerviyle vermenin klasik bir gazetecilik standartı olduğunu; hele Türkiye'den söz ediyorsak bunun iki defa öyle olduğunu; gazetecinin bu tür haberlerde göstermesi gereken birinci refleksin 'kuşku' olması gerektiğini bir türlü kabullenemiyorlar… Oysa işte Umut Operasyonu var… Üzeyir Garih cinayetinde ilk gün 'katil' ilan edilen küçük çocuk örneği var… 'Arkadaşını öldürdüğünü itiraf ettikten' sonra mahkûm olup, hapishanedeki dördüncü yılında 'gerçek katil ortaya çıkınca serbest bırakılan, adını şimdi hepimizin unuttuğu o bahtsız insan var…"

Bu satırları, polisin "sapık" dediği Bilal Akyıldız'ı "işte sapık" diye kamuoyuna duyuran, yüzü apaçık fotoğraflarını basmakta hiçbir sakınca görmeyen gazetelerin tutumunu eleştirmek için yazmıştık…

Milliyet'in haberinde, Akyıldız, hayatının hâlâ normale dönmediğini söylüyor… Dönmez tabii, o fotoğrafları gazetelerde görenlerden yüzde kaçı daha sonra "gerçek sapık"ın yakalandığını ve mahkemenin Akyıldız'ın "çevresine karşı küçük düşen, acı ve elem çeken" bir mağdur olduğunu kabul ettiğini öğrenebildi ki?

Şimdi bir an basının o günlerde polisin işgüzarlığına uymayıp Akyıldız'ın fotoğraflarını basmadığını düşünün… Hiç şüphesiz başına bunlar gelmeyecekti…

Yaşıyoruz yaşıyoruz ama hiçbirinden hiçbir ders çıkarmıyoruz, çok tuhaf değil mi? (A.G.)


'Türk Mizahı'nda ilginç gelişmeler...

Genel olarak "Türk Mizahı", özel olarak da "Türk Karikatürü"nden uzun uzun söz edecek değiliz... Bu değerlendirmeyi, "HAYVAN" adlı "Aylık Paldır Kültür Dergisi"nin Kasım 2003 sayısında karşımıza çıkan bir sayfadan (arka sayfa) hareketle yazıyoruz.

Arada bir de olsa Kronik Medya için mizah dergilerine göz atmayı da ihmal etmiyoruz. Ve bizim gözlemimiz "Türk Karikatürü"nün (nedense) "netameli" konulardan uzak durduğu yönünde. Günümüz "Türk Karikatürü" sıra "siyasi iktidarlar"ın eleştirisine, cinsel mevzularda "uçmaya", "işçi-patron" meseleleri gibi klasik tiplemelere gelince çizgiyi ve yazıyı hiç esirgemezken, sıra ülkenin içinde yüzdüğü ve gerçekten "komik" kolektif ruh haline gelince oracıkta duruyor! Ülkeyi "komik"ten de öte basbayağı "gülünç" manzaralarla donatan malûm ruh halini çizgi ve yazı konusu yapmak neredeyse kimsenin aklına gelmiyor....

Örnek mi? Mesela, alın Şişli Belediye Başkanı'nın himmetiyle yaratılan "dünyanın en büyük bayrak" kampanyasını... Söyleyin; bu asırda bir ülkede buna da gülünmez, bunun da mizahı yapılmazsa, başka neyin yapılır?! Demek ki, "Türk Karikatürü" de, diğer pek çok alanda olduğu gibi, ülkenin bu komik, bu gülünç "ideolojik" atmosferini çok tabii karşılıyor ve onun içinde yüzen "balıklardan" birisi olmayı kendisine yakıştırıyor...

Oysa hatırlayın; hakkında çok söz edilmiş olan "Sovyet Mizahı" (muhalifinden söz ediyoruz tabii ki) böyle mi davranırdı? Mesela Zinovief'in "Parıldayan İstikbal"ini hatırlayalım: Sovyet rejiminin teori ve pratiğinden ne yaratıcı (ve "gerçek") bir mizah doğuyordu.. Yine o dönemden aklımızda kalan bazı çizgileri hatırlayalım. Nerelerde dolaşıyor, göz atma fırsatı bulanları nerelerde gezdiriyordu...

"HAYVAN"ın Kasım 2003 sayısının arka sayfasında yer alan çizgiler bu nedenle ilgimizi çekti. Sayfanın üzerine iliştirilen şu "konu" bile tek başına bambaşka şeyleri haber veriyordu: "Saat 9'u 5 geçe..."

Sayfada dört karikatürcüden birer karikatür yer alıyor: Erdil Yaşaroğlu, Latif Demirci, Solmaz + Baruter ve "Met Üst" yani Metin Üstündağ'ın karikatürleri.

Şimdi de (olmayacak iş ama!) bu karikatürlerin (bizim seçimimize göre en iyileri olan) ikisini betimlemeye çalışalım:

Yaşaroğlu, sırtından gördüğümüz (bu önemli!) başında fes taşıyan üç beş yaşlarında bir erkek çocuğuna karşısında duran annesine şu sözleri söyletmiş: "Yaa anne, yaz tatilinde karga kovalamak istemiyorum... Okulda bir duysalar rezil olurum vallaa!..."

Annenin cevabı da şöyle: "Amaan... kimin haberi olacak ki ayol!..."

Nasıl buldunuz, nefis değil mi?

Üstündağ'ın karikatüründe sanatçının o tanıdık tiplerinden ikisine yer verilmiş. Bir erkek ve bir kadın yatak odasında yataktalar. Yatağın başucunda Atatürk'ün bir fotoğrafı asılı. Üstündağ'ın kahramanlarını konuşturması da şöyle:

Kadın: "Yaa hiç yatak odası'na Atatürk resmi asılır mı hiç ya..."

Erkek: "Asılır tabii... Onun sayesinde özgür özgür sevişiyoruz.. canım benim".

Görüyorsunuz (göremiyorsunuz, okuyorsunuz ama neyse!), gerçekten de bugüne kadar karşılaşmadığımız türden karikatürler bunlar... Ne olmuşsa olmuş, "Türk Karikatürü" üzerinden bir yükü atarak, sanki nihayet mizah ile buluşmaya karar vermiş...

Tamam, tabii ki bu çizgiler bazı okurları belki de haddinden fazla öfkelendirecektir. Ama "mizah" dediğimiz şeyin özünde bu da yok mu zaten... Bu çizgilerde hiç şüphesiz, bir insanın karikatürleştirilmesi söz konusu değil. Çizgiler biz okurları bir insan hakkında değil, bir "durum" hakkında düşünmeye (ve gülmeye) çağırıyor. Karşılaştığımızda gülümsediğimiz bu "durum"un, "kargalar" karikatüründe olduğu gibi üstü kapalı, "yatak odası" karikatüründe olduğu gibi apaçık olarak atıfta bulunulan şahsiyetle hiçbir ilgisi yok tabii ki... Ama bu "durum", ne yazık ki bir hakikat değil mi? Her gün "Onun sayesinde" sözcükleriyle başlayan tonlarca yazı ve nutuk ile karşılaşmıyor muyuz? Okulun yolunu tutan her çocuk "kargalar" hikayesiyle eve dönmüyor mu?

Sonuç olarak, "Türk Karikatürü"nün bizim ilk kez karşılaştığımız bu "atılımı", eğer bu sanat dalı kendisini epeydir esiri olduğu cinsel temelde eşitlemelerden kurtarıp sahici bir mizah ile tanışmak istiyorsa, çok yerinde bir atılımdır...

Ha şöyleee... Memlekette "gülünecek" başka şey mi kalmadı... (K.B.)


9 Kasım 2003
Pazar
 
YÖNETENLER: Kürşat Bumin
Alper Görmüş


Künye
Temsilcilikler
Abone Formu
Mesaj Formu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Ramazan | Arşiv
Bilişim
| Dizi | Karikatür | Çocuk
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED