|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
'medya nasıl rıza üretir?' dersleri... Chomsky'nin kulakları çınlasın... Türk gazetelerini izleyebilseydi ve "medyanın nasıl rıza ürettiği" üstüne yazdığı onca makale için bu ülkede yararlanabileceği uçsuz bucaksız bir örnekler denizi bulunduğuna şahit olsaydı ne yapardı acaba?.. Türkiye'yi ABD'yle birlikte Irak'ta çarpışırken görmek istiyorsunuz ve okurlarınızı bu yönde ikna etmek istiyorsunuz... Yapılması gerekeni görmek için Hürriyet ve Milliyet'in manşetlerine bakalım...
"Olası" Afganistan savaşının öncesinde (henüz savaşın başlamadığı günlerden söz ediyoruz, o nedenle "olası" dedik) büyük grupların büyük gazetelerinin tümü (Hürriyet, Milliyet, Sabah, Akşam, Star) "Türkiye'nin de askere alınması" yönünde büyük çaba sarf etmiş, birinin boş bıraktığını öbürü doldurarak, görevi ortaklaşa ifa etmişlerdi... Oysa Olası Irak savaşı öncesinde, saflar o kadar "sık" değil... Star, daha önce burada uzun uzun anlattğımız nedenlerle bir gecede "anti-emperyalist, anti-IMF, anti-Amerikan" bir gazete haline geldiği için; Akşam (Serdar Turgut'un açıklama tarzını doğru kabul ederek söylüyoruz) başında bir kadın yayın yönetmeni olduğu için eski günlerinden epeyce farklı bir noktada duruyor artık... Sabah da savaşla barış arasında bir yerde durduğu için "savaş alanı" esasen Hürriyet ve Milliyet tarafından dolduruluyor... Bu iki gazete, bir süredir "Medya nasıl rıza üretir"e malzeme üretmekle meşgul... Biliyorsunuz, Batı'da da var böyle şeyler ama çok daha incelikli olarak uygulanıyor oralarda; bu amaçla en sık kullanılan araç, meşruluğu konusunda öyle çok da fazla şey söylenemeyecek olan bir araç: Bazı haberleri büyütüp öne çıkarırsın, bazılarını da küçültür ya da görmezlikten gelirsin. Öyle bizdeki gibi, birazdan göreceğimiz gibi "dalak yarmaca" türünden haber-yorum hemhallerine rastlamak neredeyse imkânsızdır. (Hoş yarım asırlık bir uğraştan sonra Türkiye "Küçük Amerika" olamadı, buna karşılık 11 Eylül'den sonra Amerika "Büyük Türkiye" oldu ve bu incelikli usuller orada da terk edildi ama...) Lafı "sıcak gündem"e getirirsek... Hürriyet ve Milliyet, Devlet Bakanı Kürşat Tüzmen'in 350 kişilik bir işadamları heyetiyle Bağdat'a düzenlediği gezide, özellikle de orada Iraklı yetkililerin Türkiye'ye ilişkin sözlerinde, okurlarını savaşa ikna etmekte kullanabileceği bir potansiyel keşfetmiş... İki gazete, Saddam'ın ve öbür Iraklı yetkililerin Türkiye'yi "aşağıladığı", "tehdit ettiği" kanısında... Fakat nedense öbür gazeteler hiç öyle feveran etmiyor, öyle manşetlere-sürmanşetlere taşımadan veriyorlar bu haberleri... Bu iki "duyarlı" gazeteden daha duyarlı olanı Milliyet; çünkü o hem Saddam Hüseyin'in hem Devlet Başkan Yardımcısı Taha Yasin Ramazan'ın sözlerinde "tehdit ve aşağılama" bulurken, Hürriyet sadece "Başkan Yardımcısı"nın sözlerine yükleniyor... Milliyet, manşette "Bağdat'ta rezalet", sürmanşette "Ankara'ya tehdit gibi mesaj: Güvenliğiniz tehlikeye girer" diyor... Manşetin ve sürmanşetin açılımlarına da bakalım: "BAĞDAT'TA REZALET... Irak Devlet Başkan Yardımcısı Taha Yasin Ramazan ile Bakan Kürşat Tüzmen 'ortak' basın toplantısına el ele tutuşarak geldiler... İlk sözü alan Ramazan, Türkiye'yi üstü kapalı tehdit etti. Musul-Kerkük sorulunca toplantıyı yarıda kesti. Tüzmen konuşamadı... " "ANKARA'YA TEHDİT GİBİ MESAJ... 'GÜVENLİĞİNİZ TEHLİKEYE GİRER...' Irak lideri, Bakan Tüzmen'i 'Türkiye savaşa girerse güvenlik tehdidiyle karşı karşıya kalır' diye uyardı..." Hürriyet'in sürmanşetini de aktaralım: "SEN MİSİN 350 KİŞİYLE BAĞDAT'A GİDEN... YANLIŞ HESAP BAĞDAT'TAN DÖNDÜ... Irak Devlet Başkan Yardımcısı Taha Yasin Ramazan, Kürşat Tüzmen'le düzenlediği basın toplantısında, 'Türk Dışişleri Musul ve Kerkük konusunda hak incelemesi başlattı' diye sorulunca buz gibi hava estiren şu sözleri söyledi: 'Bu soruyu yanıtlamam bile. Türkiye'nin bunu yaptığına inanmıyorum. Bunu ortaya atanlar Amerikan şer yönetimine ve Siyonistlere hizmet eder. Bu Irak ve Türkiye ilişkisini zedeler..." Hürriyet ve Milliyet devam sayfalarında "İkinci Libya vakası" başlıklarını kullanmış; böylece Taha Yasin Ramazan'ın, sözleriyle Türkiye'yi "istiskal"e uğrattığı duygusu biraz daha pekiştiriliyor... Dikkat ederseniz, her iki gazete de ortada kesin, tartışılmaz bir durum varmış gibi veriyorlar haberlerini: Türkiye gerek Saddam Hüseyin'in gerekse de yardımcısının sözleriyle tehdit edilmiş, aşağılanmıştır... (Öyle bile olsa, bu haberin yorumlu olarak verilmesinin hiçbir meşruiyeti yok... Hem zaten durum o kadar açıksa ve okur haberi görür görmez Hürriyet yazıişlerindekine benzer bir infial içine girecekse, ayrıca okurun tepesine tepesine vurmaya gerek var mı? Sakın, Iraklıların sözleri aynen aktarılsa okurların bu sonuca varacağı kesin olmadığı için böyle davranıyor olmasın bu gazeteler? Yani: "Yalnız başına bırakırsak ya davulcuya gider, ya zurnacıya, o nedenle biz baştan bağlayalım okuru" meselesi...) Zaten, öbür gazetelerin haberleri de, Iraklı yetkililerin sözlerinin "düz" olarak yansıtılması durumunda, okurun onları Hürriyet ve Milliyet'in yazışlerinin arzuladığı doğrultuda algılamayabileceğini gösteriyor... Neden? Çünkü o gazetelerin Yazıişleri hiç de Hürriyet ve Milliyet'in yazıişleri gibi yansıtmamış konuşmaları... İkisine bakalım (tekrar edelim, öyle manşetler-sürmanşetler döşenilmemiş bu gazetelerde): Sabah (Taha Yasin Ramazan haberi): "PETROLDE HAK İDDİA EDENLER KÖTÜ NİYETLİDİR... Irak Devlet Başkan Yardımcısı Taha Yasin Ramazan, Musul ve Kerkük'le ilgili iddialara cevap verdi: 'Türkiye'nin; Amerika ve siyonistlerin aleti olmasını istemeyiz..." Sabah (Saddam Hüseyin haberi): "SADDAM'DAN BAKAN TÜZMEN'E... TÜRKİYE İLE İLİŞKİLERDEN MEMNUNUM... 2 saat 20 dakikalık görüşmede, Irak liderinin Tüzmen'e 'Ankara'yla ilişkileri geliştireceğim' sözü verdiği belirtildi..." Radikal: "TÜZMEN MESAJI BİZZAT SADDAM'A İLETTİ... Irak'a kalabalık bir işadamı heyetiyle giden Tüzmen, Saddam'a Başbakan Gül'ün mesajını iletti. Mesajın içeriği açıklanmadı. Irak'ın uyarısı Saddam'ın yardımcısı Ramazan'dan geldi: Savaştan zararlı çıkarsınız... " Gazetecinin, kendi kanaatini "haber" formatında okurlara aktarmasından kolay hiçbir şey yok... İşte burada olduğu gibi: Alırsın bir konuşmayı, üstüne patlangaçla "Türkiye'ye tehdit" falan gibi bir şeyler yazarsın, haberi manşete çekersin, puntoları büyütürsün, "Libya" meselesini hatırlatırsın, olur biter... Kaç okur haberin tamamını okuyup da, "Ya burada öyle fazla da bir şey yok ha" gibi bir sonuca varacak? İşte, Saddam'ın konuşmasında Hürriyet bile "tehdit" bulamamış, Milliyet orada yalnız kalmış, ama ne gam! Milliyet okurlarının büyük bir bölümü şu anda, öbür gazetelerde de "Saddam'ın küstahlığı" haberlerinin yer aldığını sanmıyor mu? (A.G.)
Nuriye Akman yine konuşturdu Gazeteci Nuriye Akman, Zaman gazetesinde bir süredir basın dünyasının önde gelenleriyle söyleşiler yapıyor... Akman'ın söyleşileri, bu dünyanın iç yüzünü bütün katmanlarıyla birlikte gözler önüne sermede eşsiz bir rol üstleniyor...
Nuriye Akman son olarak Star televizyonu haber koordinatörü Ayşenur Arslan'la görüştü... Söyleşinin tamamını okumanızı hararetle tavsiye ediyoruz... Buraya ancak, iki gün süren söyleşinin bizce en ilginç birkaç bölümünü alabiliyoruz... "En ilginç bölümlerin en ilginci" diye soracak olursanız, cevabımız, Arslan'ın Ali Kırca'nın ücretine ve kendi ücretine ilişkin söyledikleri olacaktır... Arslan'ın bilhassa "Benim maaşım 7 bin dolara yakın bir maaş. Yani muazzam paralar değil. Ve iki ay maaşsız kalmaya dayanacak gücüm yok" sözleri, "medya mensupları"nın "life style"ı hakkında çok şey anlatan içeriğiyle çok ilgimizi çekti... Bir de, Ali Kırca'nın aldığı ücreti bilseydi, birlikte çalışmasının mümkün olamayacağı yolundaki sözleri... Uzatmayalım; söyleşiden sizler için şu satırları seçtik: Kaybedecek şeyin ne kadar fazla ise, onu korumak için o kadar çaba harcarsın. Maalesef, bilerek–bilmeyerek buna gitti olay. Ama biz ATV Haber'de yalnızca patronajın değil, Türkiye'yi saran rüzgarların da karşısında durmaya çalıştık. Cezaevi operasyonlarına "hayata dönüş operasyonları" diye bir isim takıldı. O kadar kişinin öldüğü bir operasyonda, böylesine trajikomik bir şey olabilir mi? Biz kullanmadık mesela bu ibareyi. Benim öyle inatlarım oldu. Star'a gittiniz. Bir süre sonra Ali Kırca Doğan Grubu'na cevap niteliğindeki bazı metinleri okumayı reddettiği için ayrıldı. Siz kaldınız, o haberleri yapmaya devam etmeyi sorguladınız mı? Biz, otuz küsur kişi geçtik ATV'den. Uğur Dündar bir gün çantasını topladı gitti Star'dan, kendi geldiği arkadaşlarıyla. Ama o arkadaşlarının dört aylık maaşlarını garanti ederek gitti. Bizim öyle bir güvencemiz yoktu. Biz sokakta kalacaktık. Birkaç kere Star'da istifanın eşiğine geldim ve her seferinde arkadaşlarıma söyledim. Ne yapayım? "Kalabildiğin kadar bizimle kal." dediler. Ben hâlâ, çok yüksek maaş alan bir insan değilim. Benim maaşım 7 bin dolara yakın bir maaş. Yani muazzam paralar değil. Ve iki ay maaşsız kalmaya dayanacak gücüm yok. Üstelik 30 kişiyle gelmişsiniz. Ne yapabilirdim? Sizi çağırsaydı gider miydiniz? O bir rüyaydı, bitti. Gitmezdik ama, keşke Ali Kırca da gitmeseydi. Madem gitti, hiç değilse "Yüreğimin yarısı eski arkadaşlarımla" falan gibi bir mesaj verseydi. Kamuoyuna vermesi de gerekmiyordu bu mesajı. Açıp bana bir telefon etseydi. Bunları söyleseydi. Ama biz hiç yokmuşuz, hatta hiç olmamışız gibi davrandı. Bizi o yuvadan kopartıp, sonra da dönmesi ve bu "yeniden yuvamdayım" açıklamaları bütün arkadaşlarıma çok ağır geldi. Bu, çocuklarının evde bulgur pilavı yediğini bilirken, senin bir ziyafet sofrasına oturman gibi bir şey. Orada bir eziklik duyması ve gitmemesi gerekirdi. (...) Benim Star'da kalma nedenlerimden biri arkadaşlarımı korumak, biri Cem Uzan'ın bana "Kalır mısınız?" sorusunu sorması, diğeri de şu: Bütün pavyonlar birbirine benziyor. Hiçbirinin diğerinden farkı yok. Başka bir işin yoksa, pavyonda çalışmak zorundaysan, "Neden burada kalmayayım?" diye soruyorsun kendine. Kaldı ki, Cem Uzan'ı ben dışarıdaki izlenimimden bambaşka gördüm. Çok farklı bir diyalog kuruldu aramızda. Cem Uzan bir gün bile bana, "Siz" demeden, "Ayşenur Hanım" demeden konuşmadı. Bir tek gün sesini yükseltmedi. Her cümlesinde "Lütfen, rica ederim, tabii ki siz bilirsiniz." diye konuştu. Bu kibarlık yetiyor mu senin için? Yetmese bile çok önemli bir faktör. Neticede son sözü söyleyen patron. Yani "konsomatrisler" de nezaket ister! E tabii ki... (...) Muktedir olmak, Ali Kırca'nın elinde değil. Muktedir olmak, hatta Dinç Bilgin'in de elinde değil. Türkiye'deki çarkın bir parçası herkes. Ameliyat masasına yatırılması gereken, sistemin kendisi. Ben bir gün hayatımı sürdürecek düzeye geldikten sonra bu sektörden ayrılmak ve mümkünse gazete okumamak, televizyon seyretmemek istiyorum. Biliyorum ki, bu sistemi değiştirmek neredeyse imkansız. Ne patronların, ne anchormanlerin, ne onların ardındakilerin bunları değiştirmeye güçleri yeter. Her birimiz günahkârız. Tabii ki Dante'nin cehennemine vurursan, kimimiz birinci katta, kimimiz beşinci katta. Ama neticede hepimiz cehennemdeyiz. (A.G.)
Habertürk'ten yeni bir 'şeffaflık' örneği...
Biliyorsunuz, Habertürk gazetesi yayın hayatına atılır atılmaz bir "İhlas Holding" dosyası yayımlayacağını ilan etti... Birkaç gün sonra, dosyaya mahkeme kararıyla yayın yasağı geldiğini duyurdu gazete ve bunu haklı olarak "basın özgürlüğüne indirilmiş bir darbe" olarak niteledi... Gazete, basın özgürlüğü mücadelesinde teslim olmayacağını duyurdu ve birkaç gün de bu yönde yayın yaptı...
Mesele kapanmış gibi görünüyordu ki, Habertürk'ün 13 Ocak tarihli sayısında yer alan tam sayfa bir "İhlas Holding" ilanıyla karşılaştık... Gazetenin genel yayın yönetmeni Ufuk Güldemir'in sözleriyle, Holding, "Türkiye'nin beş büyük gazetesiyle birlikte" Habertürk'e de vermişti bu ilanı...
Bunu nereden mi biliyoruz? Aynı tarihli Habertürk'te yer alan haber koordinatörü Reha Mağden'in yazısından tabii... Mağden, "İhlas ilanını yayımlama hikâyesi" başlıklı yazısında, meseleyi detaylarıyla anlatıyor...
Yazı şöyle başlıyor: "Bugün bu yazının yer aldığı sayfanın tam karşısında bir İhlas ilanı görüyorsunuz. Çoğu okuyucu soracaktır: 'Habertürk nasıl oldu da aleyhinde haber yaptığı bir grubun ilanını aldı?'"
Doğru tabii; o kadar ithamdan sonra... Ama İhlas Holding'in "Türkiye'nin beş büyük gazetesiyle birlikte" Habertürk'e de bu ilanı vermesi daha ilginç değil mi?
Her neyse, biz hikâyeye dönelim... Meğden anlatıyor:
"İmdi o günkü toplantıda Habertürk imtiyaz sahibi Ufuk Güldemir bir gazete sayfası kaldırdı ve şöyle dedi: 'Bu ilanı beş büyük gazete ile bize de vermek istiyorlar. Hepinize soruyorum: yayınlayacak mıyız?'"
Sonrasını özetleyelim: Mağden'in anlattığına göre çok çeşitli fikirler öne sürülmüş ve nihayet Ufuk Güldemir kararı açıklamış:
"Bu ilan yayımlanacak, Reha, bu toplantıyı anlatan bir yazı yazacak."
Biz de Mağden'in son cümlesiyle bitirelim: "Ol hikâyat böyledir..." (A.G.)
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat| Arşiv Bilişim | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |