|
AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ |
| |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Bir zamanlar bu ülkede, şöyle-böyle dünyayı ve eşyayı yorumlama, anlamlandırma ihtiyacı hisseden ve bu nedenle okumak, öğrenmek isteyen bir genç için, herhangibir ideolojinin sloganlarıyla işe başlamak neredeyse zorunlu bir durumdu. Önce sloganlar, sonra bu sloganları açıkladığı düşünülen cep kitapları ve gittikçe sayısı artan, sayfa sayısı çoğalan kitaplar, belki bir süre sonra kalın ciltler... Belli başlı yazarlar, belli başlı kitaplar, belli başlı fikirler; lâkin hepsi de bir cepheye, bir tarafa ait yazarlar, kitaplar ve fikirler... Evet, bir zamanlar bu ülkede yola böyle düşülürdü. Başka bir deyişle, yola düşmek için, üstelik henüz yolun başındayken yolda düşmek kaçınılmaz gibiydi. "Düşe kalka menzile varılır" denilse bile, bilirim ki düşenlerin kalkması pek güçtü; zira öylece yolda kalanlar hiç de az değildi. Yolda kalmanın adı 'sadakat' olunca, yolda düşenlerin bir daha yola düşmeleri pek öyle kolay olmuyordu. Yola çıkmak, yoldan çıkmaktı. Çünkü yola çıkmakla gençler zaten yoldan çıkmış oluyorlardı. Arasokaklarda yolda düşenlerin önemli bir kısmı, tekrar anacaddelere dönmeyi 'uyanıklık' sayarlarken, hatta bu dönekliklerini "zararın neresinden dönülürse kârdır" fehvasınca tefsir ederlerken, bu uyanıklara mukabil yolda kalanlar taifesi, sadakatlarını muhafaza ettiklerine, bağlılıklarını idame ettirdiklerine inanıyorlardı. Bir daha yola düşmüyorlardı; hem mecalleri kalmadığı için, hem de düştükleri noktada eğlenmeyi marifet bildikleri için. Yola düşenlerin "yolda kalanlar" zümresi nezdinde kınanması gereken üç sınıf insan vardı: yoldan çıkanlar, tekrar yola, aynı yola düşenler ve başka yollardan yürüyerek yollarına devam edenler. Benim neslim için 1980 yılı yeni bir dönemin başlangıcı olmuştu; zira bu dönemin ilk safhası, ister istemez önce bir ideolojik hesaplaşmaya yol açmış, ardından tekrar farklı bir ideolojik kamplaşmanın oluşmasına yol açmıştı. Yola çıkanlar yoldan çıkmışlar, yola düşenler yolda düşmüşler idi; 'birşey' olmayı beceremeyenler 'herşey' olmuşlar ve ister istemez 'herşey' olabilenlerin başına gelenler onların da başına gelmişti: 'hiçbirşey' olmak! Memleketimizin önce 'birşey' olmaya çalışan, olamayınca 'herşey' olmayı seçen, herşey olmayı başardığı an ise 'hiçbirşey' haline gelen yığınlarla dolu olması, maalesef ne hesabı verilmesi gereken bir 'geçmiş' kavramının oluşmasına, ne de iyi-kötü böyle bir geçmişle hesaplaşmayı mümkün kılacak bir 'hafıza'nın işlerlik kazanmasına imkân veriyor. Öyle ki geçmiş geçer sanılıyor ve her defasında beyaz sayfalar açıldığından, okunması, üzerinde düşünülmesi gereken, yıpranmış bile olsa eskimiş sayfalar bulunamıyor. İdeolojik çabaların kaderi bu. Çaba sahipleri yapıp etmelerine bir türlü 'düşünme' ve 'düşünce' niteliği kazandıramadıkları için, bu çabalar -hiç değilse bizzat çaba sahibi tarafından- verim alınabilecek bir sürekliliğe dönüşemiyor, moda gibi gelip geçiyor. Düşünme çabası, insanın kendisinden başlamaz. Kişi yola kendisini bildiği için, kendisini bildiği halde düşmez; bilâkis kişi kendisini bilmek için yola düşer; yolun, onu, birgün kendisine ulaştıracağını umar da yola öyle düşer; yolda düşse bile, yoldan çıksa dahi bütün bunları kendine ulaşmak için yapar; dener ve ancak böylelikle deneyim sahibi olmayı başarır. Bu vadide kral yolu yoktur; kimse kısa yoldan kendine ulaşamaz; bu yol çaba ister, emek ister; durup düşünmek ister; daha da önemlisi düşünmek için durmak ister. Dikkat ediniz lütfen, acaba niçin Türkçe'de "durup düşünmek" diye bir tabir kullanıyoruz? Evet niçin, isim cümlelerinde anlamın ortaya çıkmasını sağlayan 'dır' bağlacı 'durur' sözcüğünün kısaltılmışıdır? Her ikisi de 'anlamak' mânâsına gelen İngilizce 'to understand', Almanca 'verstehen' sözcüklerinin acaba 'stand' (durmak) kökünden gelmesi bir tesadüf müdür? Yunanca'da 'bilmek' anlamına gelen 'episteme' sözcüğü de ne ilginçtir ki yine 'ste' (durmak) kökünden gelir. Arapça 'vakafe' fiilini hatırlayınız; niçin bu fiil de hem durmak, hem anlamak/bilmek (vâkıf olmak) mânâsına geliyor? O halde hiç tereddüt etmeden tesbitimizi yineleyebiliriz: Kimse kısa yoldan kendine ulaşamaz; bu yol çaba ister, emek ister; durup düşünmek ister; daha da önemlisi düşünmek için durmak ister. Mehmed Said Hatiboğlu hocamızın adını tam da bu vesileyle anmam gerekir; zira kendileri düşünmek için durmak gerektiğini bilen, talebelerine dura dura öğrenmeleri gerektiğini öğreten günümüzde eşine az rastlanır müdekkik âlimlerdendir. Genç yaşlarımdan itibaren kendime örnek almaya çalıştığım, yazdığı her satırı ezberlercesine okuduğum bu müdekkik âlimin sırf durup düşünmek adına yazmayı ya da yazdıklarını yayımlamayı ertelemesinin, ilim ve irfan hayatımız için ne denli büyük bir kayıp olduğunu nasıl anlatabilirim bilemiyorum. Neyse ki kendileri en nihayet yazdıkları muhtelif makalelerden oluşan ilk kitabın yayımlanmasına müsaade ettiler: "Müslüman Kültürü Üzerine" (Kitabiyât, Ankara, 2004) Sevinçle söylemeliyim ki bu kitabın ardından diğer eserlerinin de neşredileceğini, geçen hafta İstanbul'u teşriflerinde bizzat bir kez daha teyid ettiler. Hakikat topluca aranır bir şey değildir ve herkes kendi hakikatini kendi çabalarıyla bulmak zorundadır. Lâkin hepimiz numune-i imtisal sadedinde hakikat yolcularının tecrübelerine ihtiyaç duyarız. Hatiboğlu hocamızın -HAK ömrünü dâim ve ziyade eylesin!- mezkur eseri, çöle dönen bu vadinin kenarında sakin sakin akan bir pınar gibi. Susuzluk çekiyorsanız, bakınız orada bir pınar var. Size düşen sadece durmak ve içmek!
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Dizi | Çocuk |
© ALL RIGHTS RESERVED |