|
AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ |
| |
|
|
|
Bugünkü Yeni Şafak |
|
|
|
|
|
|
Uzun süre, "27 Mayıs darbe miydi, devrim miydi?" tartışması yapıldı. 27 Mayıs, kendilerini "ilerici" sıfatıyla taltif eden birçok aydına göre, 1946 yılında akim bırakılmış devrimleri tamamlayan ve "karşı-devrim" tehlikesini bertaraf eden meşru bir müdahaleydi, dolayısıyla "darbe" sayılmazdı. Hemen belirtelim; "karşıdevrim süreci", Hasan Pulur'un da sık sık hatırlattığı gibi, 1946'da başlıyor. Türkiye bu tarihte, fiilen değilse de resmen "çok partili parlamenter sisteme" geçmiştir. Yani "karşıdevrim" diye karalanan tarih, aynı zamanda Türkiye'de demokrasinin başladığı tarihtir. Nerden çıktı bu mevzu? Hayırlısıyla Spillane serisini devirdim, yazmakta olduğum bir metin için, daha önce okuduğum bazı politik romanları (27 Mayıs romanlarını) yeniden gözden geçiriyorum. Romancılarımız, bakalım, siyasette "kırılma noktası" sayılan dönemlere nasıl yaklaşmışlar? Bir tür zihin okuması. Murat Belge, 27 Mayıs romanlarına ilişkin şu değerlendirmeyi yapıyordu: "Yakın tarihimizin bu önemli olayı üstüne yazılmış ciddi romanlardan hiçbiri, 70 öncesi bir tarih taşımıyor. Demek ki bu politik-toplumsal olayın edebiyata nüfuz etmesi on yıldan fazla bir zaman almış." İlginçtir, 27 Mayıs'tan on yıl sonra kaleme davranmış romancıların tümünde, darbeyi gerekçelendirme, hatta haklı gösterme telaşı hemen kendini ele veriyor. Tipik aydın/romancı tavrı. Gazetecilerin günahını almayalım; demek ki aydınımız/romancımız da tarihe karşı nesnel değil. Buna en yakın örnek Samim Kocagöz. Kötü bir yazardır, kötü bir romancıdır ama, sırf "İzmir'in İçinde"yi yazdığı için el üstünde tutulmaktadır. Hatta, bir ara, Kemal Tahir'e rakip bile gösterilmişti; ikisi de tarihi romanlaştırıyor, ikisi de "sosyolojik malzeme" sunuyor diye... Peki, 1959 Eylül'ünden 1960 Mayıs'ına, İzmir'in yaşadığı bir yılı romanlaştıran Kocagöz bize ne anlatıyor? Çokpartili parlamenter sistem gericidir, çok partili parlamenter sistem ilericidir. Romanda neredeyse herşey ve herkes var. Gülseren, Emre, "sosyalizan fikirlere sahip" Nazif Tınaztepe, Hidayet ve Hamdi Bey'ler... Romandaki tiplerin, nüanslarda ayrılsalar da, ortak özelliği "militarist" olmaları. Nazif Tınaztepe dürüst, ilerici, Atatürkçü bir subaydır, kaçınılmaz olarak resmî ideolojinin dikte ettiği görüşleri savunmakta ve bunu da "sosyalizm" sanmaktadır. Peki "Babam, hiç kızmamış gibi, Adnan Menderes'i kulağından tutar, oturduğu koltuktan atıverir. Hani askerler demek istiyorum" diyen genç Emre neyin nesidir? Tınaztepe'ye göre, Demokrat Parti'yle birlikte Atatürk'ün yolundan sapılmıştır. "İlerici bir müdahale" şarttır. (Hasan Pulur'un kulakları çınlıyor mu?) Çünkü, Vahdettinler, Damat Ferit'ler ülkesine dönmüştür Türkiye. Hamdi ve "işbirlikçi burjuva" Hidayet de aslında "ilerici müdahale"yi onaylarlar. Dedik ya, istisnasız bütün tipler militarist diye... Romanda emekli Albay Nazif Bey'in anıları oldukça geniş yer tutuyor. Bu anıları okuyup üzerinde düşünmek (!), Emre ve Gülseren'i birbirlerine daha da yaklaştırır ve aralarında "sıcak bir şeyler" başlar. Sonra, Nazif Bey'in her konuda görüşü vardır; İttihat ve Terakki, Birinci Dünya Savaşı, İmparatorluğun dağılması, genç cumhuriyetin doğuşu, batıcılık, sosyalizm, medeniyet ve kültür sorunları... Hiçbir fırsatı ıskalamaz, konuşur, yorumlar yapar, demokrasinin niçin kötü bir şey olduğuna bizi inandırmaya çalışır. Murat Belge, "Militarizmin epey güçlü bir ideoloji olduğu dönemlerde bile böylesine kararlı bir militarist roman yazılmamıştır" diyordu. Üstelik, roman, sosyalist olduğunu söyleyen bir yazardan geliyor. Kocagöz romanını 1970'lerde yazmıştı. İyi de, 2000'leri idrak eden sosyalistlerimiz çok mu farklı sanki?
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Dizi | Çocuk |
© ALL RIGHTS RESERVED |