AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ

D Ü Ş Ü N C E    G Ü N L Ü Ğ Ü
Müslümanlar birbirini
Katolikler kadar tanımıyor

Bir zamanlar Ezher Üniversitesi dünya çapında Müslüman alim yetiştirir ve orada okuyanlar ülkelerine döndüklerinde büyük itibar görürlerdi. Bugün ise pekçok ülke orada yapılan eğitimi yok kabul etmektedir. Her İslam ülkesi kendince bir yol tutturmuş gidiyor. Belki de gerekli yolu tutmamaları için her türlü engele maruz kalarak geleceği için ciddi bir adım atamıyorlar.

Yirminci yüzyılda daha da güçlendirilen Katolik Kilisesi'ne bağlı kurumların en önemlilerinin başında hiç şüphesiz yüksek eğitimin can damarı olan üniversiteleri gelmektedir. Gerek Ortaçağ'da olsun gerekse sonrasında Hırıstiyan aleminin bilimle münasebeti adeta yokmuş veya çok azmış gibi bir genel intiba vardır. Özellikle Kilise karşıtlığıyla bilinen laik kesimler bu konu üzerine aşırı vurgu yaparlar ve onlara göre tarihteki karanlık günlerinin baş sorumlusu Katolik Kilisesi'nin bilimden uzak oluşudur. Oysa ki bu Kilise hiçbir zaman kendini geleceğe taşıyacak nesilleri yetiştirmekten geri durmadığını iddia etmekte, gerekli gördüğü her kuruma büyük yatırım yapmakta ve bunlar vasıtasıyla zamanının şartlarını gözetse de geleneğini büyük bir maharetle sürdürmektedir.

Katolik Kilisesi günümüzde özellikle üniversite eğitimine büyük önem vermektedir. Avrupa'da, Asya'da, Amerika'da, Afrika'da ve Avustralya'da toplam 950 üniversitesi ve her dinden buralara devam eden 3.800.000 öğrencisi bulunmaktadır. Günümüzde dört kıtadaki üniversitelerinin önde gelenleri ile henüz büyük imkansızlıklar içerisinde bulunan Afrika'daki Katolik enstitülerinin yaklaşık beşte birini oluşturan 200 üniversitesini bir çatı kuruluş altında toplamış bulunuyor. İlk kuruluş çalışmaları 1924 yılında İtalya'nın Milan şehrinde başlamış, 1925'te Paris'te ilk toplantısı yapılmış ve 1927 yılında ise faaliyete geçmiştir. Ancak asıl atılımını İkinci Dünya Savaşı'nın ardından 1948'de yapmış ve tam manasıyla kabul görmüş, bir yıl sonra da papa tarafından tanınmıştır. Uluslararası Katolik Üniversiteler Federasyonu (FUIC) adını ise 1965 yılında almış, bir yıl sonra UNESCO tarafından tanındı. Aynı zamanda Birleşmiş Milletler, merkezi Viyana'da bulunan Ekonomik ve Sosyal Komisyon (ECOCOC), merkezi Cenevre'de bulunan İnsan Hakları Komisyonu, Strasbourg'daki Avrupa Konseyi gibi uluslararası kuruluşlarda da temsil edilmektedir.

Hayatın her yönüyle ilgileniyorlar

Dünyada laikliğin doğduğu ve en katı şekilde uygulandığı ülke olarak bilinen Fransa'nın başkenti Paris bu federasyona ev sahipliği yapmaktadır. Çünkü bu şehrin en köklü eğitim kurumu olan Katolik Enstitüsü farklı bilim dallarındaki fakülteleri, enstitüleri, yüksek okulları, araştırma merkezleri ve laboratuarları ile dünyanın önde gelen birkaç Katolik Üniversitesi'nden birisidir. Her ne kadar ismi enstitü olsa da o aslında 6 fakültesi, 16 enstitüsü, 16 yüksek okulu, 30 araştırma laboratuarı, 750 öğretim görevlisi ve araştırma uzmanıyla 3.500'ü yabancı toplam 22.000 öğrenciye yüksek öğretim imkanı veren büyük bir üniversitedir. Ülkenin laiklik adına Kilise ile geçirdiği mücadeleler esnasında sadece devlete bağlı olan yüksek eğitim kurumlarına üniversite denmiş ve Kilise'ye bağlı olanlara ise enstitü deme zorunluluğu getirilmişti. Bugün Fransa'da Katolik Kilisesi'ne bağlı beş yüksek eğitim kurumundan ikisine enstitü diğer üçüne ise üniversite denmektedir. Amacı Hrıstiyan dünyaya sadece din adamı yetiştirmek olmayan Katolik Üniversiteler hayatın her yönüyle ilgilenme gayreti içindedirler. Mesela 2002'de "Küreselleşme ve Katolik Yüksek Eğitim" başlıklı uluslararası bir toplantı düzenleme ihtiyacı hissetmişlerdi. Bu toplantıya dünyadaki 950 Katolik Üniversite'nin yetkilileri katıldı.

Hrıstiyan dünyanın laik üniversitelerinde olduğu gibi Katolik Üniversiteleri bünyesinde de yer alan en önemli fakültelerden birisi hiç kuşku yok ki İlahiyat Fakülteleri'dir. Laik Fransa'nın bir devlet üniversitesi olan Strasbourg Marc Bloch Üniversitesi'nde Protestanlar için bir İlahiyat Fakültesi bulunduğu gibi Müslümanlara yönelik de bir İlahiyat Fakültesi açılması için çalışmalar yapılmaktadır. Ancak bütün Hristiyan ülkelerindeki laik üniversitelerin İlahiyat Fakülteleri, İlahiyat Enstitüleri, Yüksek Din Okulları ve Din Araştırmaları Merkezleri daha ziyade bağlı bulundukları kendi üniversitelerinin birer kurumu olarak faaliyet gösterirler. Katolik Üniversiteler'in İlahiyat Fakülteleri'ne gelince bunlar kendi aralarında II. Vatikan Konsülü'nün ardından Uluslararası Katolik İlahiyat Enstitüleri Konferansı (COCTI) adıyla bir birlik oluşturdular ve bu birliğe dünyanın farklı Katolik Üniversiteleri'nden 120 İlahiyat Fakültesi ve Enstitü üyedir.

Federasyona bağlı sadece İlahiyat Fakülteleri değil aynı zamanda Eğitim Bilimleri bölümleri kendi aralarında Uluslararası Katolik Enstitüleri Eğitim Bilimleri Cemiyeti (ACISE), felsefe bölümleri Uluslararası Katolik Üniversiteleri Felsefe Konferansı (COMIUCAP) yanında Avrupa Aile Enstitüleri Ağı (REDIF), İletişim Bilimleri (FIUCOM), Uluslararası Katolik Üniversiteleri Tıp Fakülteleri Cemiyeti (AIFMC) gibi adlar altında diğer fakülte ve enstitüler de kendi aralarında birlikler oluşturdular.

Böylesine bir yüksek eğitim ağına ve işbirliğine sahip Katolik dünya yanında henüz üniversitelerinin verdikleri diplomaları bile denk sayamayan bir İslam dünyası ile karşı karşıyayız. Bir zamanlar Ezher Üniversitesi dünya çapında Müslüman alim yetiştirir ve orada okuyanlar ülkelerine döndüklerinde büyük itibar görürlerdi. Bugün ise pekçok ülke orada yapılan eğitimi yok kabul etmektedir. Her İslam ülkesi kendince bir yol tutturmuş gidiyor. Belki de gerekli yolu tutmamaları için her türlü engele maruz kalarak geleceği için ciddi bir adım atamıyorlar. Sadece Türkiye 23 İlahiyat Fakültesi ile bütün İslam ülkelerinden farklı bir konumda olmakla birlikte ciddi manada düşen öğrenci sayısıyla batıdaki muadilleriyle kıyas edilemeyecek durumdadır. Zira bugün sadece Fransız İlahiyat Fakültelerinin öğrenci sayısı yaklaşık 7.000 civarındadır.

  • Doç. Dr. AHMET KAVAS

     İKİ YÜZLÜ AVRUPA

    AB, İkinci Dünya Savaşı'nın acı tecrübeleri ışığında etnik, dini ve ulusal esaslara dayalı ayrımcılığı esas alan faşist zihniyetin bir daha kıtada söz sahibi olmaması için doğmuş, insanlık tarihinin en büyük barış projesidir. Türkiye'yi, pozitif ya da negatif kültürel ayrımcılığa tabi tutmadan, diğer ülkelerle eşit ve nesnel kriterler ışığında değerlendirme olgunluğunu gösteriniz.

    Türkiye'nin Gümrük Birliği'ne yeni katılacak olan 10 ülkeyle ilgili genişletilmiş Ek Protokol'ü imzalaması, ancak bu imzanın Güney Kıbrıs'ı tanımak anlamına gelmediğini, Türk limanları ile havaalanlarının Rumlara açılmasının hiçbir şart altında mümkün olamayacağını bir deklarasyonla duyurmasının ardından Avrupa'dan gelen haksız tepkiler, Avrupa Birliği'ne dahil bazı devletlerin, seküler bir dünya görüşünün ürünü olan çağdaş, barışçıl ve evrensel değerler manzumesiyle değil, arkaik ve anakronik bir takım kültürel önyargılarla hareket edebileceğini bir kez daha göstermesi açısından son derece dikkat çekiciydi.

    Cumhurbaşkanı Sezer, Başbakan Erdoğan, CHP Genel Başkanı Baykal, Dışişleri Bakanı Gül ve diplomatlar, kısaca herkes, Fransa başta olmak üzere birçok AB üyesi devletin, Türkiye ile tam üyelik müzakerelerinin başlanmasına ilişkin politikalarında önyargılı hareket ettiği konusunda görüş birliği içerisinde. Şu gerçek şimdi artık çok daha açık bir şekilde biliniyor ki, Türkiye, kültürel ayrımcılıktan beslenen bir takım küçük taktik hesapların, ultra marazi boyutta tarihi ve kültürel korku ve önyargıların mağduru yapılmak isteniyor.

    3 Ekim'de başlayacak olan tam üyelik müzakereleri için Türkiye'nin yerine getirmesi gereken hususlara ilişkin ek taleplerin hemen hepsi, bu bağlamda haksızdır; üstelik birçok AB üyesi devlet bunlara yönelik politikalarında çoğu defa samimi olmadığı gibi, bu konulara ilişkin sorunların adil ve barışçıl bir şekilde çözümü noktasında yapıcı ve teşvik edici de değildir.

    AB'nin şovenist bilinçaltı

    "Asyalı Müslüman Türkler"in "Avrupa medeniyetine ait olmadığından dolayı tam üye olamayacağını" söyleyerek, 21'inci yüzyılda bile nasıl ilkel, ayıplı ve şovenist bir bilinçaltına sahip olduklarını faş eden ve Ermeni sorunu ya da Güney Kıbrıs'ın tanınması meselesine, Türkiye'nin üyelik müzakerelerine başlamasını engellemek için son bir gayretle, cansiperane sarılanların, John Locke ve İskoç Aydınlanması ile birlikte Batı (piyasa) Medeniyeti'nin en önemli sacayağını oluşturan Alman filozof Immanuel Kant'ın, kendi amacına ulaşmak için başka bir şeyi kullanmanın en büyük ahlaksızlık olduğuna dair sözlerini iyi anımsamalarında fayda var. Üstelik, vaktiyle eski Harward'lı tarih profesörü müteveffa J. Arnold Toynbee'nin "Medeniyet Yargılanıyor" adlı eserinde de isabetli bir şekilde ortaya konulduğu üzere, Hıristiyan ve İslam medeniyetlerinin Suriye medeniyetinin çocukları olduğu gerçeğini görmezlikten gelip, Türkiye'yi mutlak manada ötekileştirerek, bilgiç bir öğretmen kibri ve küstahlığıyla medeniyet dersi verme gayretkeşliği içerisinde bulunanların, öncelikle ait olduklarını iddia ettikleri kendi medeniyet değerlerine vakıf olmaları ve eylemlerini de buna tutarlı bir şekilde ortaya koymaları beklenir. Türkiye'nin son zamanlarda gerçekleştirdiği devrim niteliğindeki reformları ve Kıbrıs ve Türk - Yunan sorunlarının çözümüne yönelik yapıcı tutumunu görmemekte inatla ısrar eden bazı Avrupalı devletlerin, öne sürdükleri yeni koşullarla, ahde vefa (pacta sund servenda) ilkesini sürekli ve pervasızca çiğneyerek, ulusal ve uluslar arası ölçekte ve dünya kamuoyu vicdanında bütün inandırıcılığını ve güvenilirliğini kaybettiklerini artık görmeleri gerekiyor.

    Başta Fransa olmak üzere Alman Hıristiyan Demokratları ile Avusturya ve Hollanda'nın hakkaniyet ölçüleriyle hiçbir surette bağdaştırılması mümkün olmayan bu ayrımcı taleplerine karşı, Türkiye'nin hem haklı ve onurlu tepkisini ortaya koyması, hem de bunu yaparken üslubuna dikkat ederek ölçülü bir şekilde hareket etmesi gerekiyor. Çünkü on yıl sonraki tam üyelik hedefine ulaşmamız gerçekleşmese dahi, AB sürecinin ekonomik ve siyasi açılardan ulusal kalkınmamıza sağlayacağı olumlu etkilerden yararlanmayı bilmemiz gerekir. Bu nedenle fevri ve duygusal tepkiler yerine, zaman içerisinde müzakerelerin başlamasıyla birlikte daha sağlıklı bir şekilde gelişecek Türkiye - AB ilişkilerine zemin hazırlamaya yönelik sağduyulu, akılcı ama bir o kadar da onurlu bir dış politika izlenmesi doğru olacaktır.

    Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın Fransa Başbakanı Dominique de Villepin'in, Türkiye'nin üyelik müzakerelerine ilişkin açıklamasına tepki göstermesi, bu bağlamda sembolik ama çok yerinde bir tavırdır. Erdoğan'ın, Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac'ın verdiği olumsuz demeçten duyduğu üzüntüyü de dile getirmek suretiyle, 3 Ekim müzakere süreci ile ilgili olarak Türkiye'nin yeni şart düşünme ve konuşmasının söz konusu olamayacağına dair yaptığı kesin vurgu, sürekli olarak munzam taleplerle karşımıza çıkan kötü niyetli bazı Avrupalı muhataplarımıza ulusal kararlılığımızı göstermesi açısından isabetli oldu.

    Türkiye ile Avrupa Birliği ilişkileri kırk yılı aşkın bir tarihi geçmişe dayalıdır. Türkiye, 14. 04. 1987 tarihinde, Avrupa Topluluğu'nu doğuran Roma Antlaşması'nın demokrasiyle idare edilen "her Avrupalı Devlet Topluluklara katılmayı isteyebilir" şeklindeki pozitif düzenlemesine dayanarak AB'ye tam üyelik için müracaatta bulunmuş ve bu yolla 1959 Temmuzunda yapmış olduğu ilk tam üyelik başvurusuna yönelik, "Türkiye ve AB arasında ortalık tesis eden Ankara Anlaşması'nın 28. maddesinde ifade edilen duruma Türkiye'nin henüz ekonomik açıdan gelemediği" ne dair Avrupa Ekonomik Topluluğu' nun aleyhte tezini çürütmüştür. Çünkü Roma Antlaşması, Ankara Anlaşması'ndan farklı olarak, Türkiye' nin Birliğe "tam üyeliği" ni, bütün şartlara uygun özelliklere sahip olması kaydıyla, onun için bir olanak değil, mutlak bir hak olarak nitelemiştir. Ancak ne hazindir ki bütün bu siyasi, tarihi ve hukuki gerçeklere karşın, bazı Avrupa ülkeleri, halkının büyük bir kısmı İslam inancına sahip bulunan Türkiye'nin AB ile tam üyelik müzakerelerine başlamasına, Birliği bir "Hıristiyan Kulübü" haline getirmek hülyasıyla karşı çıkıyorlar. Bu hülyanın müzmin müdavimleri Avrupalı ve özellikle Alman Hıristiyan Demokrat dostların, kültürel ayrımcılık temeline dayalı argümanların, AB'nin temelinde yatan seküler değerler manzumesine taban tabana zıt olduğunu iyi bilmeleri gerekiyor. Zira AB, İkinci Dünya Savaşı'nın acı tecrübeleri ışığında etnik, dini ve ulusal esaslara dayalı ayrımcılığı esas alan faşist zihniyetin bir daha kıtada söz sahibi olmaması için doğmuş, insanlık tarihinin en büyük barış projesidir. Türkiye'yi, pozitif ya da negatif kültürel ayrımcılığa tâbi tutmadan, diğer ülkelerle eşit ve nesnel kriterler ışığında değerlendirme olgunluğunu gösteriniz. Kısaca sizden istediğimiz, medeni bir ülkeye yakışır şekilde verdiğiniz sözü tutarak, Türkiye'nin sadece hak ettiğini (jedem das Seine) almasına katlanma basiret ve dirayetini göstermenizdir. İnsan hakları, demokrasi, hukuk devleti ve liberalizm gibi kültürel açıdan ortak ve nötr değerler, prensipler ve çıkarlar üzerine kurulu bir Avrupa Birliği'nin aydınlık yüzünün, dini, etnik ya da kültürel ayrımcılık üzerine bina edilmiş militarist ve emperyalist, karanlık yüzüne galebe çalmasında, son tahlilde herkesin yararı bulunduğu gerçeğini lütfen gözden uzak tutmayınız.

  • Yard. Doç. Dr. MEHMET MERDAN HEKİMOĞLU



  • 3 Ekim 2005
    Pazartesi
     


    Künye
    Temsilcilikler
    Abone Formu
    Mesaj Formu
    Online İlan

    ALPORT Trabzon Liman İşletmeciliği
    Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi
    Dünya
    | Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon
    Ramazan
    | Arşiv | Bilişim | Dizi
    Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
    © ALL RIGHTS RESERVED