Güz geçiyor

Gökyüzünde kara bulutlar gibi toplaşan sığırcık sürüsünün göçünü “ya bir daha gelmezlerse” diyerek hüzünle seyredişim ve “göçmen” sözcüğünü her duyuşumda bu göçmen kuşları hatırlayışım güzün çocukluğuma bir armağanıdır... Herkesin güzü başkadır.

Haber Merkezi Yeni Şafak
ARİF AY

Güz müziği var mı? Var, hem de en damardan işleyeni, en marazi olanı. Tıpkı aşklar gibi… Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Huzur romanında Mümtaz'la Nuran'ın aşkları güzle birlikte sona erer. Yine Mehmet Rauf'un Eylül romanında Suat'la Necib'in aşkı eylülün gelmesiyle birlikte Beykoz çayırının bir hüzün bahçesine dönüşmesiyle biter. Güzün müziği olduğu kadar şiiri de vardır elbet. Hem de yüzlerce. Güzün en güzel şiirini bence Bakî yazmıştır diyebilirim. Bakî bu güzel gazelini şöyle noktalar:



Bâkî çemende hayli perîşan imiş varak

Benzer ki bir şikâyeti var rûzgârdan



Nâm u nişâne kalmadı fasl-ı bahârdan

Düştü çemende berg-i dıraht i'tibârdan



Onun çağrısı ruhumuza, yani içimize. Yalnızlığın görkemli devletine. İçimizdeki hüzne:

sarı yapraklar yapışıyor sesime

solgun bir gül halidir

artık her yerde yalnızlık

bakakalmaktan yorgun yollara

gözlerimde eski bir güzsün

(Dipköşe, s.55)

BİR ÖMÜR HÜZÜN

Güzün müziği bir cazdır. Bizi hüzün bulutlarına götürür. Ahmed Haşim iyi bilir bu hüznü. Ömrü bu hüzünle dolup taşmıştır onun:

Ağır, ağır çıkacaksın bu merdivenlerden,

Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak,

Ve bir zaman bakacaksın semâya ağlayarak

Sular sarardı Yüzün perde perde solmakta,

Kızıl havaları seyret ki akşam olmakta

Onun ruhu lisân-ı hafî ile munisleşir. Bu güzün dilidir, güzün sesidir. O bu ses karşısındaki yalnızlığını paylaşmak ister:

Bir taraf bahçe, bir taraf dere

Gel uzan sevgilim benimle yere

Suyu yakuta döndüren bu hazan

Bizi garkeyliyor düşüncelere

Bu yüzden boşa dememiştir Şeyh Galip:

Gül âteş gülbün âteş Gülşen âteş cûybâr âteş

Semender-tıynetânı aşka bestir lâlezâr âteş

Güz müziği biraz da cazdır; çünkü rüzgârın sesi vardır onda. Sarı yaprak hışırtısı, orman uğultusu, cadde ortasında yuvarlanan boş teneke sesi, çarpan kapı pencere sesi, bacalardan tüten duman sesi vs.

DAĞLARI VE GÜZÜ ANLAMAK

Gökyüzünde kara bulutlar gibi toplaşan sığırcık sürüsünün göçünü “ya bir daha gelmezlerse” diyerek hüzünle seyredişim ve “göçmen” sözcüğünü her duyuşumda bu göçmen kuşları hatırlayışım güzün çocukluğuma bir armağanıdır. Güzün çocukluğuma bir armağanı da Sezai Karakoç'un “Güz Anıtı” şiirinin son iki dizesinde: “Yıkık bir sonbahar duvarıdır eşek/Geçen yaz ve gelen kış heybelerinde” şeklinde dile getirdiği duygudur. Yani Bozeşek'le yaşadığım nice güzler… Yine Sezai Karakoç'un “Sonbahar” başlıklı şiirinin şu dörtlüğü de benim dünyama açılan bir penceredir adeta:

Bir kuş fosfor gibi geçer

Koşup sonsuz çayırları geçer

Başımı uzatırım sularına

Anlamak için anlamak için denizi

Bense denize çok uzak olduğumdan başımı meşelerin köklerine uzatırım anlamak için, anlamak için dağları ve güzü.

Herkesin güzü başkadır. Benim güzümse ayvadır, nardır. Eskiden ekim ortalarında Ankara Söğütözü'ndeki bahçelerin duvarlarından sarkan iri, altın sarısı ayvaların mayhoş tadı ortaokul yıllarımdan beri hâlâ damağımda. Boşa dememiş “Ayva sarı nar kırmızı sonbahar” diye Cahit Sıtkı Tarancı. Bulgur, salça, pekmez kaynatmalar da güzün belleğime nakşettiği ateşli, dumanlı sıcak resimlerdir. Bu resimlere bir de Yeşilçam filmi eklemeliyim. Filmin adını unutmuşum ama şu sahne bütün ayrıntısıyla belleğimde: “Her sonbahar gelişinde/Sarı sarı yapraklarla/Kuru dallar arasında/Sen gelirsin aklıma” şarkısını söyleyerek ağaçlar arasında hüzünlü güzelliğini daha da katmerlendiren Türkan Şoray… Benim için bir güz klasiği tablosu da ilk gençliğimde seyrettiğim bu film karesidir.

“Neyi iplediği var ki otların” diyen Nuri Pakdil'in bu dizesi, uzun yürüyüşlerinden edindiği bir gözlemden başka ne olabilir ki… Benim için de tecrübeyle sabittir ki otlar hiçbir şeyi iplemez. Şehrin dış semtlerinde oturanlar bunu iyi bilir. Yol kenarlarından, asfalt yarıklarından, kaldırım taşlarının arasından fışkıran otların direncini, direntisini, yaşama tutkunluğunu… Yürüyüşlerimde durup durup konuşurum onlarla bazen. Bir çocuğu okşar gibi dokunurum yapraklarına ve dilime o dize sökün eder birden: “güz, ah güz! işsiz bir adam gibi geçti yaz/akşamlardan akşamlara taşıdığım hüzünle/şimdi ağaçlar gibi büyüyor yalızlığımız/güz, ah güz! içimde cız eden solgun yaprak sesleri/dağıldı sevdamın renkleri/ güz, ah güz! git artık/yollar tütüyor gözümde” (Güne Doğan Koşu, s.288)

DİL KAPISI

Bir tarafta otların hiçbir şeyi iplemeyen direnci, öbür tarafta kurumuş kasımpatılar. “Hüzünler geçer ya sonbaharlardan”. Artık “teşrin bir susuştur şimdi/savrulan yapraklar değil/aşklardır/derin düşlere dalınca”. Bunu söyler Nuri Pakdil'in “Sabah Rüzgârının Yeşil Şiiri”. Bu dil kapısıdır. Onun rüzgârı hasretin diyarından eser. Ve şunu fısıldar: “bir kuru dal/bir kuru yaprağa düşer de hâlin/hâlimle örtüşür” (Güne Doğan Koşu, s.131) Çünkü “dokunup geçen bir rüzgârdır hayat”.

Güz mevsimlerin kemâl makamıdır. O bitimsiz olgunluğun şiirini söyler: “alındı ölçümüz/birden kırıldı aynalar/karıldı ruhunla ruhum/kemâle erdi güz” (Güne Doğan Koşu, s.412) Onda dirim vardır, dirilik vardır. Bu yüzden rüzgârın yeşil şiiridir.

“İplemek” sözcüğü Nuri Pakdil'in devrimci söyleminin başat sözcüklerinden biridir. Sık sık kullanır konuşmalarında, yazılarında. “Biri, kimseyi iplemeden duruyorsa o toplum mutlaka sarsılır.” der, bir yazısında. (Arap Saati, s.43) Ancak, aşk hâlinde olan iplemez hiç kimseyi. O aşkla düşer dirimin habercisi tohum toprağa. O rüzgârın şiiri, o otların şiiri elbet yeşil olur, özünde dirimi taşıdığı için. “toprağa düşecek tohumun/dirim/elden ele bitmez bu efkâr/sabanla toprağı buluşturan/ilk insandan beri/güz geçiyor şimdi” (Dipköşe, s.56)

*Osmanlı Simitçiler Kasidesi-14

Güz Müziği*

Neyi iplediği var ki otların
Sabah rüzgârının yeşil şiiri