Kubbets’s-Sahra’nın bakımında bir Türk mimar

1870-1927 yılları arasında yaşamış, yaptığı eserlerle adından söz ettiren bir isim Mimar Kemaleddin’dir. Osmanlı’da doğmuş, Cumhuriyet döneminde önemli bir üslup geliştirerek adını mimari tarihine yazdıran Mimar Kemaleddin’in pek çok hususiyetini “Osmanlı Kültürünü Cumhuriyet’e Taşıyan Köprü Şahsiyetler” adlı kitaptan öğreniyoruz. Bunlardan en önemlisi 1922 yılında Mescid-i Aksa ve Kubbetü’s-Sahra’nın bakım ve onarımı görevinin kendisine verilmiş olmasıdır.

Kamil Büyüker Yeni Şafak
Mimar Kemaleddin.

Tarihimizin en büyük kırılma dönemlerinden birisi olan Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş, kimine göre bir travma ve yıkım, kimisine göre köhnemiş bir sistemin tabii olarak değişikliği… Cumhuriyetin 100. yılında da yayınlanan birkaç eser dışında sağlıklı bir değerlendirme ve yüzleşme olmaması da dikkat çekici. Bu arada bir de Osmanlı’da dünyaya gelip Cumhuriyet döneminde vefat eden kimi isimler var ki bu iki sistem/rejim değişikliğini belki bize en iyi onlar yansıtacaklar.

Her biri Osmanlı kültür ve medeniyet mirasının farklı alanlarında öne çıkmış, Cumhuriyetle birlikte yaşanan zor eşiği atlatabilmek için çaba sarf etmiş bu isimler Osmanlı Kültürünü Cumhuriyet’e Taşıyan Köprü Şahsiyetler (1923-2023) (Müsiad Bursa yay. , 2023, 446 s.) başlığıyla kitaplaştırıldı.

Tasavvuf Tarihi ve Kültürü üzerine yazdığı sayısız eserle yakından tanıdığımız Prof. Dr. Mustafa Kara, hazırladığı bu eserle aralarında Abdülkadir Belhî, Ahmet Mahir Efendi, Mimar Kemaleddin, Elif Efendi, Abdülhakim Arvasi, Elmalılı Hamdi Yazır, Osman Kemalî Efendi, Ahmet Avni Konuk, Kemal Edip Kürkçüoğlu, Ali Fuat Başgil, Nurettin Topçu gibi 60’a yakın ismin hem hayatlarından kesitler sunarak hem de zor dönemde ifa ettikleri çalışmalara atıfta bulunarak okuru yakın tarihte bir yolculuğa çıkarıyor.

Söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil

Fuzuli’nin “Derdime vakıf değil, canan beni handan bilir/ Hakkı vardır şâd olanlar herkesi şâdan bilir/ Söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil/ Çektiğim âlâmı bir ben bir de Allah’ım bilir.” beyitleriyle söze başlayan Mustafa Kara, Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte bir zaman “makbul” olan isimlerin bir anda “maktul” durumuna düştüğünü, yaşanan bu sancılı süreçte de kıymetli pek çok ismin farklı tavır geliştirdiğini belirtiyor. Özellikle yaşanan harf inkılabı ile iki dünya arasında oluşan uçurumu kapatmak, dünün bakiyesini tozlu raflardan çıkarıp yeni nesillere aktaracak köprü şahsiyetler olmuştur. Bunların sayısı elbette kitapta yer alanlarla sınırlı değil ama çerçeveyi biraz daha sınırlamak durumunda kalan yazar, Osmanlı döneminde doğmuş, ilk, orta, lise tahsilini harf inkılabından önce yapmış isimleri seçmiştir.

Abdülkâdir Belhî’den Kazım Baykal’a taşıyıcı kolonlar

Neredeyse iki dünya arasında yıkılan köprüleri tamir eden ve taşıyıcı kolon vazifesi gören isimlerin bir arada verildiği kitapta belki yazarın en büyük bahtiyarlığı yazılan simaların bir kısmını görmüş, bir kısmının cenaze namazına katılmış, bir kısmının sohbetini, konferansını tebliğini dinlemiş, kimisi ile hoca talebe ilişkisine girmiş ve teşrik-i mesai yapmış olmasıdır. Yazar zor soruyu kitabın girişinde soruyor: Bu zatların kurduğu köprülerin bakım ve onarımını bugün yapanlar kimlerdir? Kültürel hayatın farklı alanlarındaki ustalarımızı tanıyor muyuz? Cumhuriyetin 100. Yılında onlara karşı görevlerimizi yerine tam olarak getirebiliyor muyuz? İşte kitap bu hissiyatla bu soruların cevabına karşılık gelmesi niyetiyle yazılmış.

Mevlana’dan sonra onun kadar manzume yazan yok

Kitapta yer alan ilk isimlerden Abdülkâdir Belhî Afganistan’dan Anadolu’ya gelip yerleşmiş Nakşî Müceddidi yoluna mensup babanın oğlu olan bir zattır. Şemseddin Mısrî’nin ifadesiyle “Tarik-i Nakşibendiyye-i Aleviyye” mensubu olan Belhî, 27 Recep 1341 tarihinde 86 yaşında vefat ettiğinde geride çok kıymetli manzum eserler bırakmıştır. Tanıyan dostlarından Sadeddin Nüzhet Ergun’un ifadesiyle “Mevlana’dan sonra onu kadar manzume yazan mutasavvıfa hemen hemen tesadüf edilemez.” Yazar Mustafa Kara da bu husus destekler mahiyette eserlerin beyt sayısı itibariyle Mevlana’dan sonra ikinci büyük şair olarak niteliyor. Farsça olarak kaleme alınan ve bugün bir kısmı neşredilmiş olan eserlerinden bazıları şunlar: Divan (3380 beyit), Yenâbi’u’l-Hikem (11000 beyit), Şems-i Rahşân (7777 beyit). Belhî’nin rahle-i tedrisinden geçmiş isimlerden birisi Selanik Valisi Nazım Paşa’dır. Nazım Paşa, Belhî’nin Esrâru’t-tevhid (235 beyit) isimli eserini özet olarak Türkçe’ye tercüme etmiştir. Nazım Paşa’nın da Şair Nazım Hikmet’in dedesi olduğu da bir kayıt olarak yer alıyor.

Dağıstan’dan tüm dünyaya açılan bir kapı

Kitapta Dağıstanlı Nakşibendiye’nin Müceddidi’ye kolunun dervişlerinden Ahmet Hüsameddin Efendi’ye yer verilmiş. Hayatı mücadelelerle geçmiş olan Ahmet Hüsameddin Efendi’nin en büyük özelliği ise kendisinin Anadolu dışında Fas, Tunus, Hindistan, Türkistan, Dağıstan, Hicaz gibi geniş bir coğrafyada halifelerinin bulunması olarak zikrediliyor. Yazarın Sefine-i Evliya isimli kitaptan naklettiği isimler tasavvuf kültürünün coğrafya anlamında nasıl bir ortak kültüre dönüştüğünü de gösteriyor. Ahmet Hüsameddin Efendi’nin bir diğer dikkat çekici özelliği ise siyasetçi Hüsameddin Cindoruk’un dedesi olmasıdır.

Mescid-i Aksa’nın tamirinde Türk bir mimar

1870-1927 Yılları arasında yaşamış, yaptığı eserlerle adından söz ettiren bir isim Mimar Kemaleddin’dir. Osmanlı’da doğmuş, Cumhuriyet döneminde önemli bir üslup geliştirerek adını mimari tarihine yazdıran Mimar Kemaleddin’in pek çok hususiyetini kitaptan öğreniyoruz. Bunlardan en önemlisi 1922 yılında Mescid-i Aksa ve Kubbetü’s-Sahra’nın bakım ve onarımı görevinin kendisine verilmiş olmasıdır. Üç yıl bu görevi yapmış olan Mimar Kemaleddin bu görevinden sonra Ankara’ya dönerek yeni yeni oluşmaya başlayan Cumhuriyet dönemi mimarisinin eserlerini oluşturmaya başlamış ancak Ankara Palas inşaatı devam ederken şantiyede bulunan evinde vefat etmiş. Kitapta yer alan 30 Eylül 1923 tarihli Mimar Kemaleddin imzalı Talimatnâme ise yazarın da ifade ettiği gibi şimdilerde bu metnin gereği yapılsaydı, mimariye, estetiğe, üsluba hassasiyet gösteren ustalar yetişseydi bugün tartışılan pek çok konu ortadan kalkacaktı.

Tarihi eserleri korumak kendimizi korumaktır

Kitapta yer alan bir isim de Tarihi Dokunun Muhafızı: Kazım Baykal. 1905 yılında Bursa’da doğan Kazım Baykal, öğretmen olarak Diyarbakır’a atandığında kararını vermiş ve şu cümleleri kurmuş: “Tarihi eserleri korumak ve kollamak kendimizi korumak ve kollamaktı. Tarihi eserleri teslim aldığımız gibi daha güzel bir şekilde torunlarımıza bırakmak insani vazifemizdir.” Bu cümleleri 1942 yılında aynı şehirde basılan ilk eseri Diyarbakır Şehri’nde serdetmiş. İsmi ile anılan ve bu uğurda büyük mücadeleler verdiği Bursa Eski Eserleri Sevenler Kurumu’nu 1946 yılında kurmuş 27 Temmuz 1993 tarihinde vefatına kadar sürdürmüştür. 1940’lı yıllarda türbelerin kapalı olduğu bir dönemde Süleyman Çelebi’nin kabrini onarma ve çevresini düzenleme işini gerçekleştirmesi dönemin tepki çeken işlerinden birisi olmuştur. Ancak Baykal yine de yılmamış bu noktada muhafızlık vazifesini ölene kadar yerine getirmiştir. Ağırlıklı Bursa merkezi olarak yayımladığı eserlerden bazıları olan Bursa Anıtları, Ulu Camii, 2000 Yıllık Bursa Belediyesi, Süleyman Çelebi ve Mevlid okunmakta ve kaynak vazifesi görmektedir.

Hem yazar, hem mürşit, hem mimar…Hasirizâde Elif Efendi

Kitapta yer alan bir başka köprü şahsiyet Hasirizâde Elif Efendi’dir. Şu an Sütlüce’de dergâhı restore sonrası açık olan Elif Efendi 1907-1914 yılları arasında Meclis-i Meşayih reisliği yapmış. Nakşibendi, Şazeli, Mevlevî halifeliğine sahiptir. Osman Salahattin Efendi ve Hüsameddin Efendi’den Mesnevihanlık icazeti almıştır. Farsça’ya ve Arapça’ya hâkimiyeti sebebiyle bin sayfalık en-Nuru’l Furkan isimli Kur’an Lügatı kaleme almıştır. Çok yönlü bir isim olarak karşımıza çıkan Elif Efendi’yi hem şair, hem yazar, hem mesnevihan, hem mimar, hem mürşid, hem âlim kimliği ile kitapta görüyoruz. Elif Efendi’nin kitapta dikkat çekilen özelliği ise Darvinizm reddiyesi olan İrşadu’l Gavin bir Redd-i Nazariyet-i Darvin isimli eseridir. Eserinde nazariyenin bazı noktalarının aklen ve Kur’an açısından mümkün olduğunu, alemde bütün varlıkta gözlenen tekamül sürecinin oluşu hem bir tabiat kanunu, hem Allah’ın yeryüzüne koyduğu nizamın bir parçası olduğunu ifade ederek, her türün kendi içinde tekamül kanunu gereği geliştiğini, tekemmül ettiğini ancak Darvin’in iddia ettiği gibi bir türün zaman içinde başka bir türe evrilmediği/dönüşmediğini dile getirmektedir.


Ayetten kalbe “Bir Okunmayan Mesajınız Var”