T ü r k i y e ' n i n   B i r i k i m i

Y A Z A R L A R

Kaçak millet, kaçık devlet

Devlet AB meselesini sürekli olarak milletten kaçırdı. Şimdiyse, yapılan anketlere, kamuoyu yoklamalarına itimat edecek olursak, millet AB meselesini devletten kaçırma arayışı içindedir. Eskiden devlet, milletten kaçıp Avrupa'ya sığınmak istiyordu. Şimdi millet, devletten kaçıp Avrupa'ya sığınmak istiyor.

K ıbrıs meselesi yüzünden Türkiye-AB ilişkileri yeniden yüksek gerilim bölgesine giriyor. Gerçi ilişkiler hiçbir zaman o bölgeden çıkmamıştı. Ama kırk küsur yıldır hep bir nebze daha 'rasyonel' bir ilişki çerçevesi oluşur diye ümit edildi. Olmadı.

Çünkü devlet AB meselesini sürekli olarak milletten kaçırdı. Şimdiyse, yapılan anketlere, kamuoyu yoklamalarına itimat edecek olursak, millet AB meselesini devletten kaçırma arayışı içindedir. Eskiden devlet, milletten kaçıp Avrupa'ya sığınmak istiyordu. Şimdi millet, devletten kaçıp Avrupa'ya sığınmak istiyor. İltica, kaçaklıkla kaçıklığın kesişme noktasıdır. Zira, kendisine sığınılmak istenen, kaçaklık psikolojisinin bizzat kaynağıdır.

Hegemonik çekişme yılı

Kırk yıl önce AET'na üyelik başvurusu yapıldığında, devlet milletten kaçıyordu. Şimdi öyle bir hava yaratılıyor ki, sanki millet devletten kaçmak için AB üyeliğine evet diyor. Her iki durum da marazîdir. AET'na başvurulduğunda, olan bitenlerden ne milletin haberi vardı, ne millet meclisinin, hatta ne de bakanlar kurulunun. Üç kişi (Cumhurbaşkanı, Başbakan, Dışişleri Bakanı) işi kendi aralarında pişirivermiş gözüküyordu. Şimdiyse, "daha çok demokrasi, insan hakları, vs. için AB üyesi olmalı, böylece devleti denetim altında tutmalıyız" diyenlerin sesi yükseliyor. Bu görüşü savunan sağcı/solcu sözümona aydın ve siyasetçilerin ne dünya sisteminin yapısından haberleri var, ne işleyişinden. Türk vatandaşına, Türkiye Cumhuriyeti'nin vermediği hürriyeti bağışlayacak, bağışlamak isteyecek hiçbir üst makam yoktur. (Hürriyet, bağışlanan bir metaysa pek tabiî!)

Devlet, devlet olma sıfatına lâyıksa eğer, milletin tarih içinde varoluş mümessilidir. Kapitalist dünya sistemi içindeki çevre ve (bir takım) yarıçevre devletlerse, kendi milletlerini değil, adeta ona karşı sistemin merkezî güçlerini temsil ederek varlıklarını sürdürmeye çalışırlar. Sistem onları kendine karşı güçsüz, milletlerine karşıysa güçlü konumda tutmanın yollarını arar.

Güney Kıbrıs ve Türkiye'nin AB üyeliği meselesinde yaşanan gerginlik, sadece Türkiye-Avrupa ilişkilerini ilgilendiren bir olay değil, merkez güçleri arasında yaşanmaya başlanan temel çelişki ve çekişmeyle de alakalıdır. Merkezdeki yüksek gerilimi anlamadan, bölgesel gerilimleri anlamlandıramayız.

Yirmibirinci yüzyılın ilk çeyreği AB ile ABD arasında çok ciddî bir "hegemonluk" çekişmesine sahne olacağa benziyor. Çekişme, gazetelerin ekonomi sayfalarına zaman zaman yansıdığı üzere muz veya bir takım tarım destekleme programlarıyla alakalı değildir. İktisaden ayağa kalkan Batı Avrupa, artık NATO'nun, yani Amerika'nın askerî vesayetinden kurtulmak istemektedir. Bunun tek yolu, bir Avrupa Ordusu'nun kurulmasıdır. Bundan iki yıl önce yayımlanan, The Economist dergisinin 2000 Yılında Dünya özel kitapçığı bunu net biçimde haber veriyordu: "Önümüzdeki yıl Avrupa Birliği kararlı biçimde yeni bir alana ayak basacak, ortak ve iddialı bir savunma politikası benimseyecektir. Aralık 2000'deki Paris zirvesiyle hükümet başkanları AB'ne askerî bir örgüt planını onaylayacaklar."

Hegemonik güce iktisaden yetişen güç odakları, sistem içinde kendilerine düşen "payı" kapabilmek için, askerî güçlerini de geliştirmek zorundadırlar. Soğuk Savaş sonrası dönemde, sistem içinde simetrisizliğin sıkıntısı yaşanıyor. Batı Avrupa ve Doğu Asya, iktisaden Kuzey Amerika'yı yakaladıkları halde, onunla boy ölçüşebilecek askerî güce sahip değildirler. Bu yüzden, dünya işlerindeki siyasî rolleri zayıf kalmakta, böylece başta petrol olmak üzere ham madde ve pazarlar üzerinde arzu ettikleri hakimiyeti kuramamaktadırlar. Mesela, Japonya 1997 yılındaki Doğu Asya krizinin derinleşmemesi için 100 milyar dolarlık bir fon ayırabilmekte, fakat ABD'nin onayını alamadığından UNCTAD (Birleşmiş Milletler Ticaret ve Kalkınma Örgütü) aracılığıyla bunu ilgili ülkelere dağıtamamaktadır. Askerî gücü yetersiz olanlar, iktisaden güçlenseler bile, işgal altında kalmaya devam ederler. Nitekim Japonya'ya ABD'nin 51. eyaleti gözüyle bakanlar büsbütün haksız sayılmazlar.

Yeni yılda tefekkür edelim

Hülasa, Türkiye'nin AB üyeliği, bizim için insan hakları ve özgürlüklerden ziyade, Avrupa'nın yakın gelecekteki askerî ihtiyaçlarıyla iyi örtüşmektedir. Kırk yıl Atlantik İttifakı'nın Rusya'ya karşı sınır bekçiliğini yapan Türkler, bu sefer (İslam dünyası dahil) bütün Avrupa hasımlarına karşı Avrupa'nın piyadeliğini mi yapacaklardır? Yahut, aşırı Amerikan-yanlısı politikalarından ötürü Avrupa savunma sisteminden dışlandıkları ölçüde, Avrupa'ya karşı Atlantik-ötesi çıkarların bekçiliğini mi?

Kaçaklığın (ki bu noktada kaçaklıkla kaçıklık aynileşmektedir!) varabileceği son nokta burasıydı. Birbirinden kaçan millet ve devletler, başkalarına yem olur, millet ve devlet olma vasıflarını sürdüremezler. Kısa vadede gözümüze farklı gözükse de; uzun vadede 'milletlik' ve 'devletlik' tevarüs edilmez, meydana getirilir. Türkler 20. yüzyıla girerken bir millet ve (bütün zaaflarına rağmen) bir devlet tevarüs etmişlerdi. Yirmibirinci yüzyıla sadece devletsiz değil, milletsiz girmiş gibiyiz! Miladî 2002 yılını biraz da bu konuları tefekkürle geçirelim.


30 Aralık 2001
Pazar
 
MUSTAFA ÖZEL


Künye
Temsilcilikler
ReklamTarifesi
AboneFormu
MesajFormu

Ana Sayfa | Gündem | Politika| Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür

Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED