T ü r k i y e ' n i n   B i r i k i m i

Y A Z A R L A R
Hava dönerken...

Sabah'tan Metin Münir, malûm "Dışişleri açıklaması"nı "delinen baraj duvarına işaret parmağını sokarak suyun akışını durdurmaya" benzetiyor. Cengiz Çandar dünkü yazısında teşhisi daha açıkça koyuyor: "Peki, 18 Aralık günü 'Dışişleri Bakanlığı" imzasıyla durup dururken yayınlanan ve o ipe sapa gelmez ve sadece, besbelli ki, sizin 'iktidarınız'ı 'sabote etmeyi' amaçlayan açıklamada mı 'faili meçhul' kalacak? O açıklama, 18 Aralık'ta yayınlanmakla, 12-13 Aralık'ta sizin tümünüzün Kopenhag'ta 'bostan korkuluğu' olarak bulunduğunu söylemiş oluyordu. Kim kaleme aldı o açıklamayı? Kim yayınladı o açıklamayı? Kim açıklattı?"

Bakın medyaya; medya her iktidara peşinen açtığını söylediği "hoşgörülü 100 gün" avansını çoktan geride bıraktı bile... "Zorunlu tasarruf", "hayat standartı", "İhale yasası" derken, Köşk'ten "veto" da çıkageldi... Bugüne kadar tek tutarlı yol gibi görülen "Duble" meselesinin ise mizaha dönüşmesine az kaldı! Eli kolu bağlı, 3 Kasım'dan bu yana ne yapıp edeceğini kara kara düşünen "muhalefet" de fırsat bu fırsat diyerek bayağı kanlanmaya başladı. Bakın bu "dağınıklık" karşısında Deniz Baykal hükümet için ne diyor: "Bunların acemi ve hazırlıksız olduğu görülüyor. İktidara hazır değiller, kadroları da yetersiz. Tam bir dağınıklık ve acemilik içindeler. Lime lime dökülüyorlar." Dikkat edin, muhalefet partisi genel başkanı hükümetten artık "Bunlar" diye söz ediyor....

"Taarruz" sadece anavatanda konuşlanmış kuvvetlerle sınırlı da değil; yavruvatan da söze katıldı. Rauf Denktaş "Hükümet ilk günlerinde acemiliğinden dolayı Kıbrıs meselesini iyi kavrayamamıştı, ama 'Köşk'teki zirve'den sonra meseleye onlar da vakıf oldular" demiyor mu? Hükümeti çok mu çok küçük düşüren bu mealde bir açıklamayı artık o bile rahatlıkla yapabiliyor. (Laf açıldı diye aktarıyorum: Milliyet'ten Hasan Cemal'in yazdığına göre, Turgut Özal, Denktaş için "Koskoca Türkiye'yi burnundan yakalamış, istediği yere çekiyor" derken, Süleyman Demirel de buna benzer şu değerlendirmeyi yaparmış: "Kendisine fırsat verilse, Türkiye'yi burnundan tutup oynatır.")

Tamam, Kopenhag, Kıbrıs, Irak derken Türkiye belki birbuçuk ay öncesinden çok daha kritik bir dönemden geçiyor ve dolayısıyla halihazır hükümetin işi çok daha zor. Ama insaf; herşeye rağmen ülke siyasetinde inisiyatifin "Yürütme"nin en başı tarafından bu derece kolaylıkla ele geçirilmesinde de bir tuhaflık, daha doğrusu bir "zayıflık" belirtisi gözlenmiyor mu? Tabii ki Cumhurbaşkanı'nın ülke açısından hayati konularda inisiyatifi ele geçirmesinden söz ediyorum. Kopenhag'a "küsen" Cumhurbaşkanı, bu tavrının bir rövanşı olarak Rauf Denktaş'ı neredeyse himayesine almış durumda. Kıbrıs işi artık neredeyse tamamen "Köşk" ve "Camlı Köşk" trafiğine sıkışmış durumda. Cumhurbaşkanı, hükümetten hiçbir itiraz gelmeyen şu şaşırtıcı açıklamayı da rahatlıkla yapabiliyor: "Hablemitoğlu'nun düşüncesi, kimliği belli. (...) Bunun kötü günlerin başlangıcı olmamasını diliyorum. Bu bir terör eylemi, belli. Bu siyasi suç diye düşünüyorum." Cumhurbaşkanı'nın henüz ortada hiçbir kanıt yokken, Hablemitoğlu cinayetini peşinen bir "siyasi suç" olarak nitelemesi makûl bir davranış mıdır? Cumhurbaşkanı'nın Anayasa değişikliğini veto etmesi ise, sonuçları itibariyle hükümetin prestijinin düşmesine neden olan bir başka gelişme. Kabul, veto gerekçesinde belirtildiği gibi, gerçekten de Cumhurbaşkanı'nın önüne giden Anayasa değişikliği herkesin bildiği gibi "kişiye özel düzenleme" rüzgarıyla kotarıldı. Ancak bunun böyle olması (ve herkes tarafından bilinmesi), Cumhurbaşkanı'nın vetosu için yeterli bir gerekçe midir? Belli ki Cumhurbaşkanı, önüne gelen Anayasa değişikliğini sadece herkesin malûmu olan bu "niyeti" dikkate alarak, sadece ondan hareketle veto etmektedir. Oysa önüne gelen metinde "kişiye özel düzenleme" olarak nitelenebilecek (kendi ifadesiyle "nesnel") bir düzenleme tabii ki yoktur. Dolayısıyla, veto gerekçesinin, eğer mümkünse, Anayasa değişikliğinin Tayyip Erdoğan'ın siyaset yapmasına imkan tanıyan "niyeti" bir kenara bırakılarak "nesnel" dayanaklara sahip olması gerekirdi. Ayrıca, Cumhurbaşkanı'nın veto hakkını kullanırken, muhtemel bir "referandum" sonucunda ortaya çıkabilecek muhtemel bir "yenilgi"nin sonuçlarını da hesaba katması gerekmez miydi? Tasavvur edin; "veto" yiyen Anayasa değişikliği seçmenlerin büyük çoğunluğunun "evet"i ile Anayasa hükmü sıfatı kazanırsa, Cumhurbaşkanı'nı bekleyen problemleri tasavvur edin... Belki yeri değil ama hatırlıyorsunuzdur: Bir zamanlar Fransa Cumhurbaşkanı olan "general", çok asılıp ama kaybettiği bir "refarandum" sonucu görevi bırakmak zorunda kalmıştı.

Neyse, aslında AKP'nin hızla "dönen havayı" tahmin etmesi gerekirdi. Halkın "kişiye özel düzenlemeler"den hiç haz etmediğini; ekonomik hayata ilişkin "çok başlı" ve "tutarsız" politikalardan halkın çok sıkıldığını tahmin etmesi gerekirdi. Ve tabii herşeyden önce, dikkatli ve tutarlı davranılmazsa, Kopenhag öncesinde katedilen onbinlerce kilometre sonunda elde edilen "nema"nın, "Köşk" ve "Camlı Köşk" arasındaki birkaç yüz metre içinde hızla eriyip gidebileceğini tahmin etmesi gerekirdi... Bu nedenle ben derim ki, "duble yol" denilen yol her ne kadar ulaşımı rahatlatsa da, "gidişli-gelişli" olduğundan dolayı otobüs hiç değilse "doğru yönünü" bulana kadar fazla önemsenmemelidir!


21 Aralık 2002
Cumartesi
 
KÜRŞAT BUMİN


Künye
Temsilcilikler
ReklamTarifesi
AboneFormu
MesajFormu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat| Arşiv
Bilişim
| Dizi | Röportaj | Karikatür
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED