T ü r k i y e ' n i n   B i r i k i m i

Y A Z A R L A R
Edebiyat'ta evet, Felsefe'de hayır!

Büyük Haydar Efendi'nin Usûl-i Fıkıh Dersleri adlı eser-i muhalledinin zahir lafızlarla ilgili bahsinde şöyle bir tesbit vardır:

— "Bazı lisanda siga çok, mânâ az olur. Bazısında da lafız az, fakat mânâ çok olur. Meselâ Türkçemizde siga çoktur, fakat mânâları fakirdir. Lisanımız sigaca zengindir, lâkin delâletçe züğürttür. Arapça ise bunun aksidir." (s. 177-178, İstanbul, 1326)

Büyük Haydar Efendi'nin bu tesbiti, hiç kuşku yok ki salt Türkçe'yi tezyif etmek gibi bir niyetin mahsulü olmayıp sadece konunun akışı içinde istidrat kabilinden dile getirilmiş bir kanaattir ki aksini düşünmek bu büyük âlimi hiç tanımamak demektir. Nitekim öteden beri Arî, Sâmî ve Turanî dillerin gerek sözcük hazinesi itibariyle, gerek yapı ve türetme kuralları bakımından karşılaştırmalar yapılagelmiş; tabiatıyla Ural-Altay dil ailesi içerisinde yer alan Türkçe'nin de siga veya kip veyahut yapı itibariyle zengin olmasına karşılık gerçekten anlam çevreninin sınırlarının dar olup olmadığı tartışma konusu olmuş, düşüncelerini bu dil aracılığıyla dile getiren mütefekkirîn nokta-i nazarından, bu husus, hep tartışılması ve daha da önemlisi çözümlenmesi gereken ciddi bir sorun teşkil etmiştir.

Hiç kimse Avrupa dillerinden herhangibirini, bilhassa İngilizce, Fransızca veya Almanca'yı Latince ve hatta Yunanca kelimelerden arınmış bir halde tasavvur edemez; üstelik sadece sözcük hazinesi itibariyle değil, yapısı itibariyle de tasavvur edemez. Halbuki biz Türkçemizi, bin yıl boyunca münasebette olduğu iki dilden, Arapça ve Farsça'dan tamamen arındırılmış bir şekilde yeniden inşâ etmeyi bir görev haline getirip üç dilin (Arapça, Farsça ve Türkçe'nin) mükemmel bir terkibini gerçekleştirmeyi başarmış olan Osmanlıca'yı tarihe gömmek için elimizden geleni yapmış bulunuyoruz. Bari becerebildik mi?

Elbette hayır! Tek yaptığımız fütursuzca dilimizi Fransızca ve İngilizce kelimelerle doldurmaktan ibaret kaldı. Şimdi, yaklaşık 150 yıl içinde gelinen bu noktadan da –haklı olarak– şikayet ediliyor.

Bir başka tanıklık da Rıza Tevfik'in Kamus-i Felsefe'sinin girişinden (1330):

— "İkinci kısım müşkilat, sırf bünye-yi lisana ait olan hususâta atfolunabilir. Malumdur ki Türkçemiz bünye-yi şekli, yani uzviyeti itibariyle ikinci derecede olan lisanlardandır. Bunlara langues agglutinantes/elsine-i iltisakiye derler. Bu türlü lisanların başlıca sıfat-ı kâşifesi ve mahzuru, kelimelerin baş tarafına edevât-ı dâhile/prefixes alamamaları ve yeni yeni kelimât-ı mürettebe vücuda getirememeleridir. Halbuki Avrupa ilsine-i mütemeddinesi bu kabiliyeti çoktan ihtiraz etmişlerdir. Frenkçede in, im, de, re, anti, con, supra, meta, hypo, ortho, hyper, ultra, aper, super ve daha bu gibi birçok edevâtı bir kelimenin baş tarafına vidalamakla bir değil, bir silsile-i ıstılahât yapılabilir."

Misal sadedinde kendileri Yunanca'dan alınma ception maddesini verip, bugün Türkçe'de de rastlanılan resepsiyon ve konsept sözcüklerinin kökü olan bu maddenin başına con, aper, re, de önekleri getirilmek suretiyle kolaylıkla conception, aperception, reception, deception kelimelerinin türetilebildiğine işaret ediyor.

Verdiği bir diğer misâl de bugün hepimizin Türkçe'de hem de neredeyse bütün müştakkatıyla (tez, antitez, sentez, parantez, hipotez) kullandığımız these sözcüğü. Bu kelimenin önüne de birtakım ekler getirmek suretiyle Batı dillerinde antithese, synthese, parenthese, hypothese vb. başka kelimeler türetilebiliyor.

Türkçe'de ve Arapça'da esasen önek/prefix bulunmaz. Gerçi Arapça'da felsefe ve kelâm dilin imkânlarını zorlayıp 'lâ' kelimesi kullanmaya çalışmışsa da (msl. vukû/lâ-vukû), dilin yapısına aykırı bu usûl daha çok modern Arapça'da rağbet görüyor; meselâ rasyonel/irrasyonel karşılığında yerleştirilmeye çalışılan mâkul/lâ-mâkul gibi. Türkçe'de ise çare kelimesinden, sonuna bir ek (suffix) getirerek kolayca çare-siz kelimesini türetebiliyoruz ama nâ-çar ve bî-çare gibi yine Türkçede asırlardır kullanılan Farsça bî ve nâ öneklerini kullanıp dilimizdeki hazır imkânlardan bu eksikliği gidermek için yararlanamıyoruz.

Mesele kelime hazinemizin miktarıyla alâkalı değil, bilakis bütün mesele tecrid (soyutlama) imkânlarımızın yetersizliği.

Bakınız Rıza Tevfik sözünü nasıl bağlamış:

— "Kimse iddia edemez ki ben Türklüğü ve Türkçe'yi tercih etmek isteyenlere karşı bir vaziyet alabilecek bir fıtrat ve niyette olayım! Şiir-i millîde Türklüğün en samimi ruhunu, en asil hissiyatını söyletmek taraftarıyım. Çünkü mümkündür ve lazımdır. Fakat ıstılah bahsinde bu mümkün değildir ve o kadar da lazım değildir!"

Yani edebiyat'ta evet, felsefe'de hayır!


6 Ekim 2002
Pazar
 
DÜCANE CÜNDİOĞLU


Künye
Temsilcilikler
ReklamTarifesi
AboneFormu
MesajFormu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED