T ü r k i y e ' n i n   B i r i k i m i

Y A Z A R L A R
Bu kadar yanlıştan bir doğru çıkmaz

Muhalif gazetecilik bizim ülkede zor bir iştir, bedelini ödetirler... Örnek olsun diye hemen kaydediyorum: Yeni Şafak, dört yıldır iktidarda bulunan bir partinin ve bakanlarının düzenlediği her türlü partisel ve kamusal dâvetlerden uzak tutuldu. "Başbakan yarcımcısı" sıfatlı parti liderinin gazete temsilcilerine söylediklerini, Yeni Şafak Ankara temsilcisi, gazetelerden öğrendi. "Gezilere neden çağırmıyorsunuz?" sorularımıza "Öyle münasip görülüyor" cevabı geldi...

Biz gazeteciler için seçim 'değerlerin yeniden yerli yerine oturması' dönemidir. Yeni Şafak'a 'ayrımcı muamele' yapan partinin 'öyle münasip gördüğü' için etkinliklerden bizleri uzak tutan yetkilisinin "Sayın genel başkan seçim beyannamesini açıklayacak, sizi de aramızda görmek istiyor" diyen sesi kulağımda... Nezâketini her zaman korumuş ve her vesileyle ifade etmiş genel başkan, sağolsun, yalnız dâvet etmekle kalmamış, dâvetini bizleri dört yıldır kendisinden uzak tutan kişiye yaptırmış...

Bu konuyu aklıma getiren Ertuğrul Özkök oldu. O da yaşlanıyor. Yaşlılık alâmeti, çok sık geçmişi hatırlaması ve bir tür günah çıkartması... Kendisi Habertürk'e çıkıp sorulara cevap verdi; patronunu da Cumhuriyet ve Zaman'ın sorgulamalarna muhatap etti. Dün de, kendi sütununda, başbakan Bülent Ecevit'in Hürriyet'in görüşme talebine getirdiği karşı-şartı aktardı... DSP'ye gönderilen "Ziyarete gelecek Hürriyet mensupları" listesine kendisinin ve Emin Çölaşan'ın adlarını zaten yazdırmamış Ertuğrul Özkök, gelen listeden Bekir Coşkun ile Tufan Türenç'in adlarını da Ecevit çıkartmış... Coşkun'a, "Bana garazı var" itirazında bulunmuş, Türenç için ise "CHP'lidir" demiş...

Hürriyet yönetmeni, Bekir Coşkun için, "Kendisini eleştiren yüzlerce yazı yazdığı halde Bekir'e hiç kızmazdı" diye Turgut Özal'ı örnek gösteriyor... Doğrudur. Özal, bazı yazılarına yüreğini de taşıyan Bekir Coşkun'u özellikle severdi. Dahası, en kızdığı yazarlarla bile her zaman bir görüşme aralığı bırakırdı Turgut Bey...

En kızdıklarından biri Oktay Ekşi'ydi Özal'ın... Özal'ın İzmir Ticaret Odası'nda yapacağı konuşmaya dâvet edildiğinde Oktay Ekşi'nin şaşırdığını hatırlıyorum. Bir ayak üstü görüşmede, İzmir konuşmasına özel önem verdiğini fark edip gazetecileri de dâvet edeceğini öğrendiğimde, "Kimseye ambargo uygulamasanız iyi olur" dememin kararına bir katkısı olmuş muydu? Bilemem....

Yıllar sonra, ülkemizi ziyaret eden bir Batı ülkesi cumhurbaşkanı onuruna verilen kahvaltıya, dâvete muhatap yabancıların, "Şu gazeteciler de bulunsalar iyi olur" nezâketiyle sundukları listede adımı görünce Hürriyet temsilcisinin nasıl cin çarpmışa döndüğünü öğrendiğimde çok şaşırmıştım. "Bizim patron onunla aynı mekânda bulunmak istemez" demiş Hürriyetçi 'meslektaş'... Oysa, Aydın Doğan, kızsa bile, bana karşı hep nâzik davranmıştır...

Yıllar çabuk geçiyor, bazı ayrıntılar insanların belleğinde yanlış kalıyor... Ertuğrul Özkök'ün Refahyol dönemi sırasında, Refah Partisi yönetimiyle gazeteciler arasında ilişki konusunda belleğinde kalanlar yanlış sözgelimi... Ne zaman 'akreditasyon' uygulamasını eleştiren bir yazı yazsam, Hürriyet yönetmeni de, "Ama o da Refahyol döneminde bizlere karşı uygulanan ayrımcılığa ses çıkartmadı" itirazını kendi köşesine taşıdı.

İktidarların 'yandaş basın' ve 'bize karşı basın' ayrımcılığına düşmeleri bizim ülkede sanki bir kural. Bu kuralı en çarpıcı biçimde uygulayanlardan biriydi Necmettin Erbakan... Önceleri bütün gazetelere dâvet çıkartılırken, 28 Şubat'a akan günlerde, "Bir kısım medya" diye adlandırdıklarını uzak tutma eğilimi baskın gelmişti. Dar tutulmuş her dâvette, bazen ters bakılmayı da göze alarak, uygulamanın yanlışlığını dâvet sahibinin yüzüne karşı ifade etmekten geri durmadım. Bazen, sevdiğim meslektaşların, "Ama, aynı durumda olsalar onlar sevinir" sözleriyle bana açıkça karşı çıkmalarına rağmen...

Nereden nereye geldiğimizi daha iyi anlayasınız diye özel olarak belirtiyorum: 1995 seçimi öncesinde, Samanyolu-Tv adına, parti liderleriyle yarımşar saatlik röportajlar yapmam istendiğinde, görüşmek istediğim bütün partilerin liderlerinden randevu almam mümkün olmuştu. Türkiye, 1995 sonrasında, siyaset-medya ilişkilerinde daha gergin bir dönem yaşamaya başladı. Bunda, 28 Şubat'ın 'akreditasyon' uygulamasının büyük rolü var... En başta örnek olarak sunduğum partinin medya ile ilişkilerden sorumlu genel başkan yardımcısı, neredeyse, Genelkurmay ölçüleriyle yaklaştı gazetelere...

Bülent Ecevit ise, 1950'lerin başında bulunduığu İngiltere'de öğrendiği (sonradan uygulamadan kaldırılmış) 'lobi' sistemini taşıdı iktidarlarına. Eliyle seçtiği ve sadakat sınavında çakanları listeden sildiği az sayıda gazeteciye ne düşündüğünü dikte ettirdi Ecevit, ettiriyor... Rahşan Ecevit de, aynı sadakati, 'DSP muhabiri' diye bilinen habercilerden bekledi. Bir görüşmede, partisi ileri gelenleri hakkında söylediklerini gazetedeki âmirleriyle bile paylaşmayacaklarına dair yemin ettirdi muhabirlere... İşin ilginç yanı, Bülent Bey'in temsilci düzeyindeki gazetecilerden gördüğü sadakate uygun davrandı DSP muhabirleri de...

Bu yanlış medya-siyaset düzeninden doğru bir tablo çıkmaz. Çıkmıyor da...


29 Eylül 2002
Pazar
 
TAHA KIVANÇ


Künye
Temsilcilikler
ReklamTarifesi
AboneFormu
MesajFormu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED