|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Yılın bu zamanında, üstelik kışın amansız soğukları ve kar yağışı Türkiye'yi doğu yönünde terketmekteyken, kalkıp Ermenistan'a gitmenin alemi ne olabilir ki? Merak. Başka sözcük bulamıyorum. Merakım, pek Ermenistan'a değil, Yukarı Karabağ'a. Ermenistan'a o kadar değil, çünkü 1995 yazbaşında gitmiştim. Üstelik, Ermenistan bilgimi Erivan'la da sınırlamadım. Dini merkez Eçmiyazin'e de gitmekle kalmayıp, karayoluyla Ermenistan'ı Gürcistan'a kadar boydanboya katetmiştim. Ülke neye benziyor bir fikrim olmuştu. Aslında, Ermenistan'ın bugünkü halini hiç te merak etmiyorum denemez. 1995'te gittiğimizde, politikasının esasını Türkiye ile yakınlaşma üzerine kurmaya çalışan Levon Ter-Petrosyan Cumhurbaşkanı idi. İçinde benim de bulunduğum, üçü gazeteci, 5 kişilik Türk grubunun Ermenistan'a ayak basmasını kendisini Karabağ'dan ve 'anti-Türkiye, milliyetçi zemin' üzerinden sıkıştıran Robert Koçaryan'a karşı, politikasının sonuç vermekte olduğunu gösterircesine seçim kampanyası kozu olarak kullanmıştı. Ter-Petrosyan'ın yerinde bugün işte o Robert Koçaryan var ve ne Azerbaycan-Ermenistan ihtilafı çözülebildi; ne de Türkiye ile Ermenistan arasındaki ilişkilerde anlamlı bir ilerleme sağlanabildi. Aradan altı yıl geçtikten sonra, Koçaryan Ermenistan'ı ile Ter-Petrosyan Ermenistan'ı arasında bir kıyaslama yapabilmek fırsatını bulmak ilginç olabilir. Ama ne garip ki, Türkiye'yle yakınlaşmaya gayret eden Ter-Petrosyan döneminde sınırlar karadan-havadan kapalıydı ve Iğdır'dan ışıkları gözüken Erivan'a gitmek için Moskova'ya gitmek ve Moskova'dan Erivan'a uçmak gerekmişti. Dönüşte de, Erivan'dan karayoluyla Tiflis'e gitmiş, Tiflis'ten Batum'a uçmuş ve nihayet ülkemize Sarp kapısından geri dönmüştük. Bu kez, İstanbul'dan Erivan'a doğrudan uçabiliyor, aynı şekilde dönebiliyoruz. Gerçi, Ermenistan havayollarının Rus yapımı uçakları pek güven vermiyor olmalı ki, bu seyahat planından üç hafta önce birlikte Brüksel'e gidip geldiğimiz İstanbul'daki Ermeni Patriği Mutafyan'a söz ettiğimde, bunu 'hiç tavsiye etmediğini' söyleyerek takılmıştı. Haklı çıkıp çıkmayacağını şu anda bilemiyorum. Zira, bu yazı yola çıkmadan önce yazıldı. Yayınlandığı tarihte -yani bugün- dönmüş olacağız. Bu 'Ermenistan seferi'ni, bunca 'caydırıcı gerekçe'ye rağmen benim için cazip kılan, Koçaryan'la görüşme ihtimalimiz kadar; hatta ondan da ziyade Karabağ'a gidecek -daha doğrusu götürülecek- olmamız. 1990'da daha Sovyetler Birliği döneminde Azerbaycan'a ilk ayak bastığımda, Azerbaycan, 'Karabağ sorunu', Karabağ'daki kanlı gelişmelerle yatıp kalkıyordu. Karşılıklı katliam boyutlarındaki gelişmeler, zorunlu göçler ve nüfus transferleri birbirini kovalıyordu. Karabağ'dan bir nevi, 'cennetin Kafkasya'daki bölümü' gibi söz ediliyordu. Karabağ'ı çok merak etmiştim… 1991 Eylül'ünde Azerbaycan bağımsızlığının hemen ardından, Gürcistan'ı tümüyle karayoluyla geçme meşakkatini ve dolayısıyla Baku'ya da Gürcistan sınırı üzerinden Gence'yi de görüp, karadan ulaşma fikrinin cazibesi dengelemişti. Genceli şoföre sürekli olarak Karabağ'ın yoldan gözüküp gözükmediğini soruyor ve gözükemeyecek kadar uzak olduğu cevabını alıyordum. Yine de, sağımda ufukta görünen dağ karaltılarını Karabağ olarak tasavvur etmekten kendimi alıkoyamıyordum. Baku yine Karabağ ile yatıp kalkıyordu… Son on yıl içinde Güney Kafkasya'da -Nahcivan dahil- görmediğim bir yer kalmadı. Bir tek Karabağ kaldı… Aradan geçen yıllar içinde önce Kelbecer düştü. Çocukluğumun kulaklarımdan silinmeyen bir Azeri türküsündeki Laçin. Laçin koridoru. Sonra Şuşa. Karabağ başkenti Hankenti (Ermenicesi Stepanekert). Hepsi düştüler. Karabağ düştü. Ermenistan'la coğrafi olarak birleşti; ama 'sorun' yerli yerinde… Ter-Petrosyan, 'milliyetçi-bağımsızlıkçı' hareketine 'Karabağ Komitesi'nin lideri olarak başlamıştı. Başkent Erivan'a Cumhurbaşkanı olarak oturduktan sonra, başka bir yol tutturdu. Bu kez, kendisini 'Karabağ Cumhurbaşkanı' olarak ilan eden Robert Koçaryan'ın muhalefetiyle yüzyüze kaldı. Ve, Erivan'a bu kez 'Ermenistan Cumhurbaşkanı' olarak Robert Koçaryan geldi, oturdu. Yıllardır olduğu gibi, yakın gelecekte de onu yerinden kımıldatacak kimse ortada görünmüyor. Ermenistan'da, altı buçuk yıl öncesinden farklı olarak 'bir grup Türk' olarak nasıl kabul göreceğimizi bilmiyorum. Tıpkı, Karabağ'da neler hissedeceğimi şimdiden bilemediğim gibi. Karabağ'a nihayet gidiyorum; bakalım 'sessiz toprakları' bana neler söyleyecek? Ben, neler söylediklerini sanacağım?..
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |