|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Türk siyasi hayatında "dindar" diye nitelenen kesimlere getirilen yasak ve sınırlamalar aslında yeni değil. Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşundan bu yana devleti kuranların ve yönetenlerin zihninde iki büyük korku olmuştur: Bölünme ve bir din devleti haline gelme. Aslında bunu korku olarak nitelemek de pek yerinde değil. Özellikle din devleti açısından yapılan daha ziyade böyle bir korkunun varlığını zihinlere yerleştirerek buna uygun politikalar üretmektir. Şurası bir gerçek, Türk tarihinde bir din-devlet çatışması hiçbir zaman olmamıştır. Çünkü İslam tarihinde özellikle Sünni kültür muhitlerinde devletten bağımsız bir dini kurum esasen var olmamıştır. Osmanlı devletinde var olan şeyhülislamlık devlete bağlı dini-hukuki bir kurumdu. Ve bu kurumun Osmanlı tarihi boyunca adil bir yönetimin ortaya konmasında önemli hizmetleri olmuştu. Bir devlet memuru olan şeyhülislam hiçbir zaman da siyasi otorite ile bir egemenlik kavgasına da girişmemiştir. Bu bakımdan bizim tarihimizde Katolik Kilisesi-siyasi otorite çatışmasına benzer bir çatışma aramak beyhudedir. Böyle bir kavga olgusu üzerine kurulan kurumlar da bu bakımdan yapaylıktan kurtulamamaktadır. Kurtuluş Savaşı'nın problemli ilk yılları sona erdikten sonra dini kesimlere yönelik olarak belirlenen tavır ve ortaya konan söylemler o günkü siyasi kavgayla yakından ilgilidir. Bugünün moda suçlamalarıyla ifade edersek "irticaın odağı" olduğu için kapatılan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nın genel başkanı Kazım Karabekir'le, genel sekreteri Ali Fuat Cebesoy din adamı değillerdi. Kurtuluş Savaşı'nın en problemli dönemlerine tam destek vermiş asker kökenli kişilerdi. Kuruluşunun üzerinden 100 gün geçmeden kendisini fesheden Serbest Cumhuriyet Fırkası'nın kurucusu ve başkanı Fethi Okyar da rejime bağlılığı su götürmeyen bir kişiydi. Ne var ki o günlerde henüz bir iktidar değişikliğine hazır olunmadığı için böyle bir potansiyeli temsil ettiği anlaşılan muhalefet partileri kapatılmak veya feshedilmek zorunda kalınmıştı. Ancak o günkü siyasi mücadelenin izlerini taşıyan söylemler ve uygulamalar sonradan da şaşmaz doğrular olarak kabul edilmiş ve bugüne kadar gelen siyasi uygulamaların meşruiyet temelini oluşturmuştur. Aslında gerek ilk yıllarda gerekse 1970 sonrasında kurulan ve toplumun muhafazakar kesimine politika yapma imkanının açıldığı izlenimi veren partilere yönelenler kendilerine tanınan alanın sınırını doğru okumuş olsalardı ne bu partilerin kapatılması söz konusu olacaktı ve ne de bu hareketin liderlerine getirilen sınırlamalar. Demokrasi de kurtulmuş olacaktı (!) Öyle anlaşılıyor ki bugün de bu sınırda bir genişleme söz konusu değil. Ancak artık parti kapatmalar çok şık kaçmadığından bölme ve karizmatik liderlere ambargo koyma gibi daha az göze batan metodlar deneniyor. Deneyenlerin bütün ümidi bu modelin istenen sonucu vermesi. Ama ya vermezse?.. Ancak mesele sadece "dindar" denilen kesimin kendilerine çizilen sınıra razı olmasıyla çözülecek gibi görünmüyor. Devlete yön verenlerin laikliğin Türkiye uygulaması hakkında da düşünmeleri gerekiyor. Çok katı laiklik uygulaması artık sadece dini hassasiyeti olan kesimlerin değil, gerçek anlamda bir demokrasi talebi olan herkesin problemi haline gelmek üzere. Çünkü bu katılık gittikçe artan karşıtlarını oluşturmakta ve bu karşıtların toplandığı ve politika yaptığı partiler de sürekli kapatılma tehlikesine maruz kalmakta. Dolayısıyla demokrasi beklentileri sürekli ileri atılmakta. Seksen senelik kesintisiz uygulama ve masa başında çizilen "kontrollü modernizasyon" projeleri beklenen neticeyi vermediğine göre takip edilen politikanın isabeti üzerinde tekrar düşünmenin vakti gelmiş olmalıdır. Artık "bu uygulamadan milletle sürekli kavga etmenin dışında ne elde ettik?" sorusu sorulmalıdır.
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |