AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ
Albaraka Türk

K R O N İ K  M E D Y A
'Gümrük Birliği' fos çıksa da, haberleri işe yaradı!

Türkiye ile KKTC arasında "gümrük birliği" kurulduğu yönünde haberler veren gazetelerin "dezenformasyon kurbanı" olduklarını söylemiştik dün… Metin Münir ise gazetelerin kasıtlı hareket ettiği kanısında... Hangi ihtimal geçerli olursa olsun, haberleri "doğru" kabul edip köşelerinde yorumlayan yazarlar sayesinde amaç hasıl olmuş görünüyor…

Dünkü Kronik Medya'da "Hürriyet ve Milliyet Kıbrıs haberinde nasıl ofsayta düştü?" başlığı altında, Kıbrıs meselesini en iyi izleyen gazetecilerden biri olan Erdal Sağlam'ın (Radikal) verdiği bilgileri kullanarak:

a) Türkiye Cumhuriyeti ile KKTC arasında imzalanan "Gümrük Birliği Çerçeve Anlaşması"nın bu iki gazete tarafından "Gümrük Birliği" anlaşması gibi sunulduğunu…

b) Oysa hükümetin, uyarılar doğrultusunda, Türkiye-AB ilişkilerine onulmaz bir darbe indirecek olan anlaşmayı "son dakikada" bir "çerçeve" anlaşmasına çevirdiğini…

c) Dolayısıyla, "AB'ye güç gösterme", "AB'ye rest çekme", "Rumların yaygara koparması" gibi başlıkların gerçeği yansıtmadığını yazmıştık.

'PROPAGANDA ALETLERİ'

Biz, bu iki gazetenin, KKTC'deki iktidar güçleri tarafından pompalanan dezenformasyonun "kurbanı" olduklarını, "derslerini iyi çalışmadıkları" için de dezenformasyon girişiminin başarıyla sonuçlandığını söylemiştik. Kıbrıs meselesini gene "çok iyi" bilen bir yazar, Metin Münir ise, "Telefonu kaldırıp ada ile birkaç konuşma yapan herkesin kolaylıkla öğrenebileceği gibi böyle bir anlaşma imzalanmadı" dediği gelişmeyle ilgili haberlerin "kasıtlı" olduğu kanısında. Münir, 13 Ağustos'taki "Sen şimdi duvara bak, tablo daha sonra" başlıklı yazısında şöyle dedi:

"Halkı aydınlatma işi olan gazetecilik Türkiye'de çoğu zaman, yetkililerle medya mensuplarının işbirliği sonucunda bir kandırmaca operasyonu haline gelir. Haksızlık etmemek için, bütün devletlerin medyayı halkı uyutlmak için kullandığını kabul etmemiz gerekir. Ama Batı'da bu iş asgariye indi. Çünkü orada kandırmacanın, eğer ortaya çıkarsa, siyasi bedeli ağırdır. Dürüstlük çıtası yüksektir. Halk ve gazeteciler daha uyanıktır.

"Orada gazeteciler, bizde sık sık görüldüğü gibi gerçeğin gönüllü cellatlığını yapmazlar. Bizde ise birçok meslektaşımız devlet politikasının propagandistliğini yapmayı vatan görevi addeder. Oysa 'vatanı için yalan söylemek' gazetecinin değil diplomatın görevidir. Gazetecinin 'vatan görevi' yoktur. Onun tek görevi halkı aydınlatmak, üzeri örtülmeye çalışılan gerçekleri ortaya çıkarmaktır. Onun tek borcu okuyucusunadır."

Münir yazısında, "çerçeve" anlaşmasını da şöyle yorumladı:

"Bir gümrük birliği anlaşması, 30 yıldır var olan ama hiçbir zaman gerçekleşmeyen bir niyet, yenilendi. Yani, tablo astıkları izlenimini vererek duvara boş bir çerçeve çaktılar ve çerçevelenen duvarı da tablo diye yutturdular."

Peki, bütün bu tuhaflık nereden kaynaklanıyor? Metin Münir, kendi yorumunu aktarırken ilginç bir de bilgi veriyor:

"Adada imzaların atılmasına en çok kim şaşırdı biliyor musunuz? Dışişleri Bakanlığı. Dışişleri anlaşmaya şiddetle karşıydı. Geçen hafta Cuma akşamına kadar Dışişleri, Enformasyon'u arayanlara gümrük birliği anlaşması falan imzalanmayacağını söyledi. Ama imzalar atıldı. Çünkü devletin içinde Kıbrıs politikasının ne yönde ilerlemesi gerektiğine dair fikir ayrılıkları var."

Yani bu durumda basının bir bölümü devletin bir bölümünün dezenformasyonuna gönüllü kayıt yaptırmış oluyor.

Bu yönde haberlerle çıkan gazeteleri "dezenformasyon kurbanı" diye nitelerken biz mi saflık ediyoruz, yoksa "kasıtlı" derken Metin Münir mi onlara haksızlık ediyor, bilemiyoruz; karar sizin…

Ama hangi ihtimal geçerli olursa olsun sonuç değişmiyor; bu haberler kendilerinden beklenen "fayda"yı sağlayarak sahneden çekiliyor… "Fayda", bu haberleri "doğru" kabul ederek üzerine yazı yazan köşe yazarları marifetiyle derleniyor…

Bakmayın siz Metin Münir gibi gazetecilik yapıp "yok böyle bir şey" diye ortaya çıkanlara… Köşe yazarlarının çoğu, artık meşreplerine göre, "iki ülke arasında kurulan" (evet!) gümrük birliğinin neler getirip neler götüreceği üzerine yorum döktürmeye başladılar bile… Bunlardan biri olan Okay Gönensin (Vatan), "Gümrük birliği anlaşması iyi oldu" diyenlerden değil; azınlıktan yani… Bu yazıyı, onun "AB takıyyesi mi?" başlıklı yazısından bir alıntıyla bitirmemizin nedeni, "gümrük birliği anlaşması" üzerine en son yazı olması (13 Ağustos) ve daha da ilginci, Metin Münir'in yazısından 5 sayfa sonrasında yer alması… Gönensin, anlaşmanın, "AKP takiye yapıyor, AB'yi falan istediği yok" diyenleri haklı çıkaracak ilk adım olduğu yönünde "ağır" bir tespitte bulunuyor ve şöyle diyor:

"Bu anlaşmanın, Türkiye'nin gümrük birliği anlaşması bulunan AB tarafından hangi açıdan görüleceği bellidir ve bunun Kıbrıs'ta çözüme katkıda olmayacağı, tam tersine hizmet edeceği bellidir. O zaman AKP hükümeti bunu neden yaptı? (..) Eğer bu aşamaya gelindiğinde Kıbrıs meselesi dolayısıyla Türkiye'nin AB üyeliği kapısı açılmazsa, aylardır 'AKP takıyye yapıyor' diyenler haklı çıkacaktır. Onlar haklı çıkacaktır ama Türkiye çok şey kaybedecektir." (A.G.)


Çölaşan, Barlas'a cevap verdi ama Altaylı'da zorlanacak!

Köşe yazarları arasındaki polemikleri bu sayfada sizlere aktarmak gibi bir alışkanlığımız yok. Bazen, önemli sonuçlar doğurma istidadı taşıyanları, "mahrum kalmayın" diye aktarıyoruz… İşin içine Emin Çölaşan, Mehmet Ali Birand, Serdar Turgut, Taha Akyol, Mehmet Barlas ve Fatih Altaylı gibi "ağır toplar"ın girdiği son polemik şöyle:

Başlangıç vuruşunu, Mehmet Ali Birand'ın Abdullah Öcalan'ın avukatlarıyla yaptığı görüşmenin "tutanaklar"ını açıklayan Star gazetesi yazarı Sezai Şengün yaptı. Birand'ın, Öcalan "serbest kaldığında" ilk röportajı kendisine vermesi gibi dileklerini de içeren cümleler, bekleneceği gibi Hürriyet yazarı Emin Çölaşan'ın köşesinde de iktibas edildi.

Akşam'dan Serdar Turgut, Birand'ın davranışını bir muhabir için "anlaşılabilir" bulduğunu; Öcalan'a ilişkin sempati içeren sözlerin ille de Birand'ın ona sempati duyduğunu göstermeyeceğini, bazen bir muhabirin sonuç almak için nefret ettiği bir kişi için bile böyle sözler kullanabileceğini; kendisinin de aynen böyle davranabileceğini ve bunu bütün muhabirlerin anlayabileceğini yazdı.

Söylemeye gerek yok, Serdar Turgut neredeyse tek kişilik bir azınlık oluşturdu bu tutumuyla. Büyük çoğunluk sessiz kaldı ve sayısı epeyce kabarık "ulusalcı" köşe yazarı meselenin üzerine gitti.

Birkaç gün sonra bu defa Emin Çölaşan, aynı avukatlarla görüşen Milliyet yazarı Taha Akyol'un sözlerini yayımladı.

11 Ağustos'ta devreye Sabah yazarı Mehmet Barlas girdi. Barlas, "Bir medya grubu, kendi yazarlarını neden yıpratır ki?" başlıklı yazısında, bu sorunun cevabını aradı. Barlas soruyu "Hürriyet'in en üst yöneticileri"ne sormuş. Bir tanesi şöyle demiş:

"Çölaşan'a bu yazıları yazma dersek, Star'a gider ve Aydın Doğan hakkında yazmaya başlar. Onu Hürriyet'te tutarak Aydın Bey'i koruyoruz."

Bir diğeri de şu yorumu getirmiş:

"Çölaşan, Aydın Doğan'ın tavla arkadaşı. Kendisine, 'yapma böyle' deniliyor, ama aldırmıyor."

Barlas bunları aktardıktan sonra "Gerçek hangisidir, bilmiyorum" diyor.

Hürriyet yazarı Fatih Altaylı'nın 12 Ağustos'ta kaleme aldığı "Keşke İ. Cem Uzan olsaydı" başlıklı yazı, birinci ihtimalin daha kuvvetli olduğunu gösteriyor gibi… Altaylı, isim vermeden şöyle eleştiriyor Emin Çölaşan'ı:

"Türkiye'de hırsızlık, yolsuzluk ve saçı bitmedik yetim hakkı konusunda 'uzman' olan gazetecilerin büyük bölümü, her nedense 'banka hortumcuları' ve 'Uzan' konusunda yazı yazmayı sevmiyor. Beş liralık belediye yolsuzluğunu, on liralık vakıf hırsızlığını yıllarca yazıyorlar ama (…) Uzan ailesi hakkında tek kelime yazmıyorlar. Bunun nedenini açıkçası merak ediyorum. Düşünüp düşünüp bulamıyorum. Acaba Dinç Bilgin'in ve Cem Uzan'ın adlarının önünde bir 'İ' harfi olsaydı, o zaman yazarlar mıydı?"

Çölaşan, Barlas'ın spekülatif eleştirisine ânında cevap verdi, onun kendisini "işten attırmak" istediğini yazdı. Fakat doğrusu Fatih Altaylı'nın eleştirisi çok daha somut ve cevabı çok daha zor. Bu satırları okuyup da insanın, "Çölaşan yoksa işten atılma korkusuyla yaşıyor ve öyle bir durumda kendisini istihdam edebilecek başka patronlarla arayı bozmak istemiyor mu?" diye düşünmemesi mümkün değil. Ya da öyle bir açıklama yapar ki, bütün bu düşünceleri bir anda izale eder. Bakalım Çölaşan aynı hızla cevap verecek mi Altaylı'ya? (A.G.)


"Eski Rejim" taraftarları "Aydınlanmacı" olur mu? Türkiye'de evet!

Başbakanların Turgut Özal'dan beri âdet haline gelen "Ulusa Sesleniş" progrmalarının çekimlerinin TRT yerine özel kuruluşlara yaptırılması "devlet geleneği"ne aykırı mıdır?

Görüyorsunuz, aslında saçma sapan, anlamsız bir soruyla karşı karşıyayız... Hemen her işte karşımıza çıkan "devlet geleneği"nin alanı "Ulusa Sesleniş" programlarının özel şirketlere hazırlatılmasına kadar genişlemişse, zaten yandık demektir!

Ama olsun; Cumhuriyet gazetesine göre, Başbakan Erdoğan'ın söz konusu "seslenişler"den birisinin çekimlerini TRT yerine Insel adlı özel bir firmaya yaptırmış olması "devlet geleneği"nin birinci kez bozulmasıydı. Peki Başbakan bu "seslenişler" çerçevesinde "devlet geleneği"nin dışına ikinci kez ne zaman çıktı? Sorunun cevabını yine Cumhuriyet versin:

"Erdoğan, çekimlerini Anadolu Ajansı'na yaptırdığını önceki gün yayımlanan konuşması sırasında 'Atatürk sansürü' uygulandı."

Nasıl yani? Başbakan, bayram değil seyran değilken "Atatürk sansürünü" nasıl uyguladı? Şöyle:

"Ulusa Sesleniş konuşmalarını 'cuma' gününe denk getiren Erdoğan'ın dünkü konuşması sırasında fonda Atatürk portresine yer vermemesi dikkat çekti. (...) Erdoğan'ın dünkü konuşması sırasında yanda Türk bayrağı, arkada ise kitaplık görüntüsü yer aldı. Bu görüntülerden rahatsız olan çok sayıda yurttaş basın kuruluşlarını arayarak tepkilerini dile getirdi." (!)

Biliyoruz; içinizde Cumhuriyet'in bu enfes haberi ile ilk kez karşılaşanların "Ama hafiyeliğin bu derecesi de apaçık çılgınlık doğrusu!" diye mırıldandığnı biliyoruz...

Haklısınız; hafiyeliği bu derece ileriye götüren bu "habercilik" gerçekten bir çılgınlık...

Aslında Cumhuriyet gazetesi neyin peşinde olduğunun pek farkında değil herhalde... Cumhuriyet'in "Ulusa Sesleniş" programında bu "açığı" yakalaması bile, tek başına, ülkenin en önde gelen "devrimci/aydınlanmacısı" olduğunu iddia eden gazetenin hafızasının aslında tamamen "Eski Rejim"in hatıralarıyla ne derece tıka basa dolu olduğunu anlatmaya yetmiyor mu?!

"Fonda" daima "Atatürk portresi" olmalı ve "devlet geleneği" bozulmamalıdır...

Zavallı "Aydınlanma" düşüncesi... Bu talihsiz felsefi düşünce kimlerin elinde kaldı... "Eski Rejim" taraflarının elinde maskara oldu. (K.B.)


14 Ağustos 2003
Perşembe
 
YÖNETENLER: Kürşat Bumin
Alper Görmüş


Künye
Temsilcilikler
AboneFormu
MesajFormu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Dizi | Karikatür | Çocuk
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED