|
AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ |
| |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
yeter ki 'popstar' olsun!
Bugünlerin gözde programı da "Popstar Yarışması". Yanlış anlaşılmasın bir şey dediğimiz yok; olabilir, televizyon kanalları tabii ki bu türden eğlence programları düzenleyerek de reyting peşinde koşacak. Ancak, burası Türkiye olduğu için, çoğu zaman olduğu gibi bu kez de işler birbirine karıştı... Yani bir de baktık ki, kendi halinde bir şarkıcı yarışması iki gün içinde bir "ceza hukuku" tartışmasına dönüşüvermiş! İzliyorsunuzdur muhakkak; bugünlerin öne çıkan sorusu şu: "Katilden 'star' olur mu?" Hadi bakalım, kolaysa cevap verin.... "Popstar Yarışması"nda halk oylamasının en yüksekten bir aşağıya yerleştirdiği "Bayhan", "temiz kağıdı" hiç de temiz olmamasına rağmen yarışmaya devam etsin mi, etmesin mi? Biliyorsunuz, "Popstar Yarışması" Kanal D'nin yüzünü güldüren bir program. Dolayısıyla isterseniz, sorunun cevabını önce bu televizyon kanalının bir yöneticisi versin. Kanal D Haber Müdürü Fatih Altaylı, "Katilden 'star' olur mu?" başlıklı yazısında (6 Aralık), soruyu şöyle cevaplıyor: "Gelelim Bayhan'la ilgili tartışmalara. Diskalifiye edelim diyenler var. Halka soralım diyenler var. Ben ikisinden de yana değilim. Yarışmanın özüne hiç dokunmamak en iyisi. Elemeleri oylarıyla gerçekleştiren halk gerçeği duydu, öğrendi. Eğer istemiyorsa eler, durumda popstarlık açısından bir sakınca görmüyorsa Bayhan'ı desteklemeye devam eder." Görüyorsunuz, her konuda olduğu gibi burada da "halk egemenliği"ne büyük saygı besleyen bir bakış açısıyla karşı karşıyayız! Altaylı, bu enteresan analizine şöyle devam ediyor: "Bayhan'ın sabıkalı olmasına gelince. Bu ülkede hâlâ saygıyla anılan, idol haline getirilmiş en büyük starlardan Yılmaz Güney de bir katil değil miydi? Bir meyhanede tartıştığı hâkimi çekip vurmamış ve ardından girip yatmamış mıydı?"(!) Türkiye'de işler hep birbirine karışıyor, derken aslında tam da bunu söylemek istiyorduk... Siz şu karşılaştırmadaki dirayete bir bakın... Şöyle bir akıl yürütme: "Popstar" yarışmacısı "Bayhan" bir katildir. Büyük starlardan Yılmaz Güney de bir katildir. Öyleyse Bayhan da star-katillerden birisi olabilir! Kabul etmek gerekir ki, Bayhan-karşıtı görüşlerin karşısında iskambil kağıdı kadar bile ağırlığı olmayan bir akıl yürütme ile karşı karşıyayız... Ne tuhaf; Altaylı bir an bile düşünmüyor ki, gerçekten de elini kana bulamış olan Yılmaz Güney'in "star"lığı bu vukuattan çok önceden tescil edilmişti... Peki gelelim "halk oylaması"nın bundan sonra "Bayhan"ı derecelendirmenin neresinde tutacağı meselesine: Sorunun cevabını bugünden kesin olarak söylemek tabii ki imkansız. Ancak, "Bayhan"ın "temiz kağıdı"nın açığa çıkmasından hemen sonra (geçen Cuma akşamı) önümüze gelen "Popstar Yarışması"na bakacak olursak, çok şaşırtıcı bir şekilde "Bayhan"ın "temiz kağıdı"ndan dolayı şansı daha bir açılmış görünüyor...Bakın zaten ertesi günün Hürriyet'i (Kanal D ile akrabalığını unutmayın!) nasıl bir başlık atmış: "Popstar salonunda Bayhan izdihamı"(!) Hürriyet'in bu başlığı bir problem teşkil etse de, gazetenın yazdığı yanlış da değil doğrusu... Sözünü ettiğimiz "temiz kağıdı" sonrasındaki bu ilk yarışma akşamında, gerçekten de, salondan "Bayhan" lehine büyük bir tezarühat yükseldi. Hatta öyle ki, salonda "Bayhan, takma kafanı"(!) şeklinde pankartlar taşıyanlar bile vardı. Bu arada "jüri"nin olayı değerlendirmesi de tam "evlere şenlik" türdendi. Mesela jüri üyelerinden Armağan Çağlayan, "Bayhan"a şöyle sesleniyordu: "Geçmişte yaşadığın hiçbir şeyden sorumlu değilsin."(!) Mesela Ercan Saatçi'nin yorumu şöyleydi: "Kaderin kurbanısın. Affedilen birşey olmayabilir ama bu alkışları hak ettiğini düşünüyorum." Mesela Ahmet San şöyle diyordu: "Bence herkes hayatta hata yapabilir. Bayhan da bir hata yapmış, bedelini ödemiş. Kimse geçmişte yaptığı hata yüzünden sürekli yargılanamaz." Haaa az kalsın unutuyorduk; Ercan Saatçi, o anlamlı yorumunda, ülkede "teröristlerin bile affedildiğini" hatırlatmayı da unutmadı:.. İsterseniz hikayeden haberdar olmayanlar için kısa bir hatırlatma yapalım: "Bayhan"ın "temiz kağıdı"nda dört ayrı suçtan söz ediliyor. Bunlardan en ağırı da, amcasının oğlunu öldürmek. "Bayhan" bu suçtan dolayı 2 yıl hapis yatıp çıkmış. Öldürülen gencin annesi "Bayhan'a çok az ceza verdiler. Adalet yerini bulmadı" diye hâlâ sızlanıyor... Toparlayacak olursak: Söylediğimiz gibi, "Popstar Yarışması" gibi bir yarışmaya ve bunun bir televizyon kanalının reytingini tavana vurdurmasına tabii ki bir itirazımız yok. Demek millet de böyle programlar izlemek istiyor.... Ancak, 5 yıl önce elini kana bulamış, iki yıl gibi komik bir hapis cezasından sonra üç suç daha işlemiş bir gencin, başta jüri üyeleri olmak üzere "halk oylaması" tarafından "Geçmişte yaşadığın hiçbir şeyden sorumlu değilsin" ya da "Sen bir kader kurbanısın" gibi tesellilerle aklanmaya çalışılması, program ne kadar reyting alırsa alsın kabul edilebilecek bir manzara değildir. İnsaf yani, "eğlence sektörü" jürileri ve "halk oylaması"nı, "Popstar olsun da isterse katil olsun!" diye alkışlayacak duruma mı düşürdü?! Bir insan "geçmişte yaşadığı hiçbir şeyden sorumlu değilse", başka neden sorumlu olabilir ki?.. (K.B.)
'Suriye' haberleri bir gazetecilik felaketiydi...
"Savcılığa giderken insanların gazetelerin yönlendirmesiyle yuhalaması, bombacılar diye bağırmaları, tükürmeleri, artık bize linç edilme korkusu yaşatıyor..." Suriye'de eğitim görürken, İstanbul'daki terör saldırılarıyla ilgili oldukları gerekçesiyle bu ülkede gözaltına alınan, daha sonra Türkiye'ye getirilen ve savcılığa sevklerine dahi gerek görülmeden serbest bırakılan öğrencilerden Abdullah Bayrak'ın sözleri bunlar... Öğrenciler ve aileleri, İnsan Hakları ve Mazlumlar İçin Dayanışma Derneği'nde (Mazlum-Der) düzenledikleri (5 Aralık) basın toplantısında, içinde bulundukları psikolojik travmayı dile getirmeye çalıştılar... Bu arada, Hürriyet, Star (3 Aralık) ve onlardan bir gün sonra Cumhuriyet gazetesinde yer alan "toplu fotoğraf"larla ilgili olarak da "haber değeri" olan ilginç şeyler söylediler... Jandarma, fotoğrafların "arşiv" için çekileceğini, basına kesinlikle sızdırılmayacağı sözünü vermişti onlara... (Fotoğraf sanki Suriye'de çekilmiş gibi sunulmuştu gazetelerde, böylece onların hep birlikte bir 'şeriat külliyesi'nde eğitim gördükleri duygusu yaratılıyordu.) Tahmin edebileceğiniz gibi, Mazlum-Der'deki toplantı, ilk gün haberi "Suriye'den getirilen katiller" manşetiyle veren Milliyet'te ya da "İşte medrese eğitimi görenlerin toplu fotoğrafları" manşetleriyle çıkan Hürriyet, Star, Cumhuriyet gibi gazetelerde hiç yoktu. Onlar meseleye daha önce el koymuş, görevlerini ifa ettikten sonra da çekilmişlerdi. Gelin şöyle bir gözden geçirelim yazılanları, ardından serbest bırakılan öğrencilerin anlatıklarını ve "Suriye'de şeriat medreseleri" meselesinin neden deli saçması bir "önerme" olduğunu söyleyen uzmanların sözlerine kulak kabartalım... Böylece ortaya gazetecilik mesleği adına gerçekten de çok kötü bir manzara çıkacak ama, ne yapalım...
MİLLİYET'TEN 'CESUR' BAŞLANGIÇ
Birinci gün haberleri arasında en "cesuru" Milliyet'inkiydi. Gazete açıkça "katiller" diye söz ediyordu getirilenlerden, hem de manşetten... O gün, Milliyet'teki bu tür haberlerin altında imzasını görmeye alıştığımız Tolga Şardan'ın haberi de "sır perdesi"ni aralar nitelikteydi. "SURİYE'YE ÖRGÜT EĞİTİMİ İÇİN GİDİYORLARDI" başlıkla haberde, Suriye'den getirilen 16 kadın ve küçük kızın "örgüt eğitimi almak üzere özel olarak Suriye'ye gönderildiği" öne sürülüyordu. Ertesi gün bayrağı Hürriyet ve Star devraldı... Hürriyet'in manşetinin altında Saygı Öztürk'ün imzası vardı, böylece anladık ki, "ele geçirme gazeteciliği"nin bu büyük yıldızı bundan böyle "devletin gazetesi" için yazacaktı. (Biliyorsunuz, Türkiye'nin en büyük gazetesi için yapılan bu tanımlamanın sahibi, Hürriyet gazetesinin sahibi Aydın Doğan'dı... Doğan, Zaman'dan Nuriye Akman'a verdiği bir söyleşide, "Hürriyet benden çok devletin gazetesidir" demişti.) Neler yoktu ki Saygı Öztürk'ün haberinde... Suriye'den getirilen kişiler içindeki tek tutuklu olan Hilmi Tuğluoğlu'nun yaşadığı üç katlı bina, "El Fetih Üniversitesi'ne bağlı çalışan bir medrese"ymiş... Bu "şeriat külliyesi"ne Türkiye'nin her tarafından öğrenci gidiyormuş ve Hilmi Tuğluoğlu da burada Arapça öğretmenliği yapıyormuş... Aynı tarihli Star da Hürriyet gibi manşetten yayımladığı fotoğraftaki öğrencilerden söz ederken "öğrenci" sözcüğünü tırnak içine almaya özen gösteriyordu... Bu ilk yayınların ardından serbest bırakılan öğrenciler ve ailelerinin verdikleri bilgiler, gazetelerin bir kez daha "dolduruşa getirildiklerini" açık bir biçimde gösterir nitelikteydi... Aileler çocuklarını Suriye'ye Arapça ve İngilizce öğrenmeleri ya da dini eğitim almaları için gönderiyordu. Gittikleri okullar, katı laik tutumuyla ünlü Suriye devletinin resmî okullarıydı. Öğrencilerin bu ülkeyi tercih etmelerinin başka nedenleri de vardı: Eğitim çok ucuzdu (Suriyeli gazeteci Hüsnü Mahli bu rakamın yıllık 400 dolar civarında olduğunu söylüyor) ve giyim-kuşam konusunda hiçbir sınırlama yoktu.. Öğrencilerin "üç katlı medrese" konusunda söyledikleri de çok ilginçti... Bu evin bir katında Hilmi Tuğluoğlu ve ailesi, başka bir katında da üç Türk öğrenci kalıyordu. Üç öğrenci, "tek suçlarının" bu olduğunu söylüyor. Gençler, Suriye polisinin kendileriyle birlikte, o gün yemeğe gelen ve 10 dakikalık mesafede başka bir yerde oturan altı arkadaşlarını ve sonra da onları merak edip gelen başka arkadaşlarını gözaltına aldığını anlatıyor.
SURİYE'Yİ BİLENLERİN GÖZÜYLE...
Büyük basındaki haberler, Suriye'yi herhangi bir "Arap ülkesi" sayıp, orada binlerce "şeriat külliyesi" bulunmasını normal karşılayan milyonlarca okur üzerinde arzu edilen etkiyi yapmıştı kuşkusuz. Ama bu ülkeyi bilenler için bu haberler ya korkunç bir cehaletin ya da kasıtlı bir manipülasyonun ürünüydü... CNNTürk'teki (4 Aralık) 5N1K, bu açıdan tam bir teşhir işlevi gördü... Arapça'yı ve Suriye'yi çok iyi bilen dört gazetecinin dördü birden katı bir "laik diktatörlük" olan Suriye devleti ile "şeriat külliyesi" laflarını biraraya getirmenin deli saçması bir şey olduğunu anlattılar uzun uzun.... Katılımcılardan biri olan CNNTürk muhabiri Ümran Safter'in anlattıkları özellikle ilginçti. Safter, öğrencilerin devam ettiği üniversitede okumuştu ve kendi döneminde Türkiye'nin askeri ataşesi de orada Arapça öğreniyordu. Ümran Safter, Suriye gibi bir ülkede birilerinin devletten bağımsız "şeriat eğitimi" yürüttüğü iddialarına cevap verirken, 1980'lerin başında bu ülkenin "Müslüman Kardeşler" üyesi ya da sempatizanı en az 20 bin kişiyi birkaç hafta içinde Hama ve Humus'ta nasıl katlettiğini, hükümetin "gözdağı"için buralardaki delik deşik olmuş binaların bugün dahi yıkılmasına izin vermediğini, bu binaları kendi gözleriyle gördüğünü hatırlattı.
'SADECE GAZETECİLİK' YAPMIŞ!
Zaman gazetesi (6 Aralık), "Suriye haberleri" konusunda Saygı Öztürk, Hürriyet Gazetesi Başyazarı ve Basın Konseyi Başkanı Oktay Ekşi ve Milliyet Gazetesi Okur Temsilcisi Yavuz Baydar'a "ne diyorsunuz?" diye sormuş... Öztürk, haberi ifadelerden yola çıkarak yazdığını ve "sadece gazetecilik" yaptığını söylemiş... Ekşi, "Programının yoğunluğu nedeniyle konu hakkında açıklama yapamayacağını" söylemiş... Baydar da, "Haberle ilgili kendilerine bir şikâyet gelmediğini" (bu Milliyet okurları da bir âlem yani!), "haberlerin hepsini inceledikten sonra ilerleyen günlerde bir açıklama yapabileceğini" bildirmiş... Bakalım, biz de merakla bekliyoruz yarınki Milliyet'i... Yarın Milliyet'te "okur temsilcisi" sayfası var... (A.G.)
Cumhuriyet'ten bir 'Cumhuriyet manşeti' daha Spotta söylediğimiz şeyi biraz açalım... Gözünüzde daha iyi canlansın diye işe tanımla başlayalım... Diyelim ki bir "Gazetecilik meslek sözlüğü" var elimizde ve onun "C" harfi bölümünde şöyle bir "madde"yle karşılaşıyoruz... "Cumhuriyet manşeti: Bir gazetenin, kendisine iletilen bir bilgiyi, sırf kendi çizgisine uygun olduğu için, doğruluğunu araştırmadan haberleştirmesi ve bunu manşete taşıması durumunun genel adı.. Bu manşet türünün en önemli özelliği, haber yazılırken ertesi gün yalanlanacağının bilinmesidir..." Bize bu ilhamı veren şeyin, Cumhuriyet gazetesi'nin 5 Aralık tarihli manşeti olduğunu hemen söyleyelim... "YAŞ'ta AKP iktidarının terör karşısındaki tutumu ve uygulamaları ağır bir dille eleştirildi... ASKERDEN SERT UYARI" manşetinde neler yoktu ki... İşte birinci sayfada altı başlık halinde sunulan "uyarı"lardan ikisi: "Kadrolaşma hızla sürüyor. Ancak antidemokratik ülkelerde dahi rastlanmayacak derecede medyanın suskunluğu, söz konusu kadrolaşma hareketlerinin gözden kaçmasına neden olmaktadır... "İrticai faaliyetler il ve ilçelerde parti yöneticileri tarafından alabildiğince teşvik ediliyor. Bu gerçek REFAHYOL'dan daha belirgindir. Bu noktada Ramazan ayı kullanıldı ve siyasallaştırıldı." Görüyorsunuz, yeni bir "post modern darbe"nin zamanı gelmiş de geçmiş bile... "Askerler" bu sözleri Başbakan'ın yüzüne karşı söylediyse gerçekten, yakında "icraat" da gelecek demektir... Bir haber "Ankara'ya bomba gibi düşünce" (takdir edersiniz ki, bu da öyle bir haberdir), gazeteciler durumu en başta bombaya maruz kalana sorar. Gene öyle oldu ve soru Başbakan'a soruldu. Cevap aynen şöyleydi: "Gazetede iddia edilen şeylerin bir cümlesi bile orada konuşulmadı. Halk bunu yutmuyor. Kimse bu söylentilerden nemalanamayacak. Hiçbir zaman onların istediği mindere çekilmeyeceğiz." Bir haber bu kadar güçlü ifadelerle yalanlanırsa, o haberin tipik bir dezenformasyon olduğunu düşünür herkes, değil mi? Hele ki haberin sahibinin buna benzeyen birçok vukuatı varsa (biz burada sadece "GENÇ SUBAYLAR RAHATSIZ" manşetini ve o manşetin başına gelenleri hatırlatalım). Cumhuriyet de işin farkında ki, Başbakan'ın "askerlerin kendisini eleştirdiği yönündeki haberler"i yalanladığını söylüyor... Okurlarda, "demek başka gazetelerde de varmış bu haber" illüzyonu yaratmak için herhalde... Valla ciddi ciddi öneriyoruz: "Cumhuriyet manşeti..." (A.G.)
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Dizi | Çocuk |
© ALL RIGHTS RESERVED |