|
|
nasıl ve ne zaman duydu? Ertuğrul Özkök'ün "Bu çağda haberlerin kitlelere ulaşmasına mani olmak mümkün değildir" şeklindeki tespitinin doğru olmadığını, son cumhurbaşkanı seçimlerinde yaşanan çok ilginç bir haber gizleme pratiğini şahit göstererek anlatmaya çalışmıştık… Bugün, aynı konuda çok taze bir örnekle karşınızdayız… Soru şu: Basın sermayeleri arasında "barış" (tekel? kartel?) olsaydı ve "271 trilyonluk öteleme" büyük grupların ilgisini çekmeseydi, "kitleler" bu haberi alabilirler miydi?
Hürriyet gazetesi genel yayın yönetmeni Ertuğrul Özkök'ün "basında tekelcilik"i bir "21. yüzyıl hurafesi" olarak niteleyen yazısıyla (7 Ekim) ilgili olarak bu sayfada (10 Ekim) yaptığımız değerlendirmeyi hatırlayanlarınız olacaktır… Şöyle demişti Özkök: "Ben, bu çağda medyada tekelleşme konusundan hiç endişe etmiyorum. (…) Endişe etmiyorum, çünkü bu çağda artık haberlerin, fikirlerin, tavırların yayılmasını önlemek, kitlelere ulaşmasına mani olmak mümkün değildir. Bana göre, üzerinde konuştuğumuz tekelleşme, 19'ncu yüzyılın sonu ve 20'nci yüzyılın ilk üç çeyreğine ait bir kavramdır. (…) Siz gazetenize koymasanız, mutlaka bir başka gazete veya internet sitesi bunu duyurur." 10 Ekim'deki değerlendirmemiz, Özkök'ün sözlerine nazire, "Bu çağda haberlerin kitlelere yayılmasına mani olmak mümkündür" başlığını taşıyordu. Temel tezimizi de şöyle formüle etmiştik: "Evet, bu teknoloji çağında hiçbir bilginin gizlenemeyeceği, bir yerlerden uç vereceği söylenebilir… Ama 'haberlerin, fikirlerin, tavırların KİTLELERE ulaşması bambaşka bir meseledir. İnternette ya da küçük gazetelerde yer alan haberlerin 'kitleler'e ulaşabilmesi ancak çok satışlı ulusal gazeteler ve özellikle de 'ücretsiz' televizyon yayınlarıyla mümkündür." Bunun neden böyle olduğunu gösterebilmek için verdiğimiz örneği de hatırlayacaksınız… Eski Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in görev süresini uzatmak için geliştirilen 5+5 formülünün TBMM'de oylanmasından önce Demirel'in, yeğeni Murat Demirel için Azerbaycan Cumhurbaşkanı'na yazdığı ve Demirel'in şansını azaltacak bir "iş takibi" mektubunun sırasıyla üç büyük gazeteyi dolaştığını; militan Demirel'ci bu gazetelerin mektubu yayımlamadığını; mektubun daha sonra Akit'in manşetinden yayımlandığını ama kimsenin duymadığını, kamuoyunda hiçbir tepkiye yol açmadığını uzun uzun anlatmıştık… O yazıyı şöyle bağlamıştık: "Evet, 'bu çağda', bütün haber ve bilgiler gibi bu bilgi de gizlenememiş, bir yerlerden uç vermişti. Ne var ki iki büyük grubun elinde olan (o zamanlar Doğan ve Bilgin grupları) büyük gazeteler ve televizyon kanallarında kendisine yer bulamadığı için 'kitleler'e ulaşamamıştı…"
TAZE BİR ÖRNEK…
"Bu çağda haberlerin kitlelere yayılmasına mani olma"nın neden ve nasıl mümkün olduğunu gösteren taptaze bir örnekle karşınızdayız: Doğan Grubu'nun da ortak olduğu POAŞ'ın 271 trilyonluk borcunun "ötelenmesi" haberlerinden, daha doğrusu Doğan Grubu'nun bu haberden haberdar olan tek grup olarak haberi uzun bir süre gizlemesinden söz ediyoruz… Önce biraz bilgi… Bu miktarın ilk taksitini ödeme tarihi 8 Ağustos 2003'tü; o gün para ödenmedi… 3 Eylül'de Özelleştirme İdaresi borçların yeniden yapılandırılmasına karar verdi; bu bilgi de açıklanmadı ve haberleştirilmedi… Ve nihayet bundan birkaç gün önce haber, Aydın Doğan'ın ifadesiyle "Hortumcular koalisyonu"nun gazetelerinde patladı… Yani: Ertuğrul Özkök'ün dediği gibi haber "kitleler"den gene gizlenememiş, bir yerlerden uç vermişti... Ama şimdi düşünelim: Diyelim ki dört-beş yıl öncesinde olduğu gibi büyük medya patronları biribirlerinden gazeteci transfer etmemeye söz verecek kadar yakınlaşmış olsunlar; aralarından su sızmıyor olsun… O zaman ne olacaktı? Haber Sabah'ı, Star'ı, Akşam'ı dolaştıktan sonra belki gene Akit gibi bir gazeteye sızacak ama "kitleler"in ruhu bile duymayacaktı… Bu tür haberlere "kavga" sayesinde ulaşabiliyoruz ve biliyoruz ki gerçek bir "basın tekeli" koşullarında kavga olmaz… O zaman bu haber "kitleler"e nasıl ulaşacaktı? Haberin "Hortumcu koalisyonu"nun gazetelerinde patlamasının zamanına da bakmamız lazım, çünkü biliyorsunuz, haber zamanında verilirse haberdir… Evet, bakalım aradan geçen bu zamanda neler olmuş? Sabah gazetesinin Ekonomi Servisi şefi Yavuz Semerci haklı olarak 8 Ağustos 2003'ten bu yana Doğan Grubu gazetelerinde çıkan "Borsada hisselerimizi destekleyeceğiz", "Bundan böyle kârımızın yüzde 50'sini temettü olarak dağıtacağız", "Reklam gelirimiz bu yıl geçen yıla göre şu kadar artacak" türünden haberlere dikkat çekiyor. (Biz şahadet ediyoruz, gerçekten de Doğan Grubu gazetelerinde dikkat çekecek kadar çok haber çıktı bu yönde.) Semerci, ilk taksitin ödenmediği 8 Ağustos'tan bu yana Doğan Grubu hisselerinin borsada yüzde 61 seviyesinde değer kazandığını da hatırlattıktan sonra şöyle diyor: "9 Ağustos günü, taksitin ödenmediği bilgisinin açıklandığını düşünün. Yatırımcılar gruba yönelik endişe içine girecekti. (…) Umuyorum ki, 9 Ağustos'ta açıklanması gereken bilgi, Doğan hisselerinin değer artışını engelleyebileceği gerekçesiyle gizlenmemiştir." Hürriyet gazetesi yazarı Fatih Altaylı da bu ikisi arasında hiçbir irtibat bulunmadığını düşünüyor ki "Bu haber Hürriyet'te yayımlanmalıydı" başlıklı bir yazı yazabildi… "Petrol Ofisi'ne çok kızgın olduğunu" belirten Altaylı ima yoluyla "gazetenin bir kabahati yok, biz de bilmiyorduk" demek istiyor belli ki… Altaylı bilmiyordur kuşkusuz, ama "iki şapkalı" (işadamı ve gazeteci) genel yayın yönetmeninin bilmediğini nasıl düşünebiliriz? O, Petrol Ofisi'nin iki ortağından biri olan Doğan Holding'in yöneticileri arasında yer almıyor mu? Neyse… Sonuçta haber "kitleler"e ulaşmış oldu ama arada da "yüzde 61" oldu… (A.G.)
Bir 'iletişim' skandalı!
Bu başlık, Milliyet'in (16 Ekim) haberlerinden birinin başlığı… Bizce de çok münasip olduğu için aynen aldık. Keza, haber için de bir yorum yapmaya gerek yok… Sadece kısaltıp aktarıyoruz: "İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde düzenlenen 1. Uluslararası Çocuk ve İletişim Konferansı'na Umman Sultanlığı'ndan davetli olarak gelen Dr. Samira Moosa, türbanı yüzünden konferansa katılamadı. "Sultan Qaboos Üniversitesi Toplum Bilim Koleji başkan yardımcısı asistanı Dr. Samira Moosa (43) konferansa davet edildiğinde kimsenin aklına kadın olduğu gelmemişti. Konferans günü diğer katılımcılarla açılışa gelen Dr. Moosa'yı ve organizasyonu yapanları bir sürpriz bekliyordu. Dr. Moosa bir kadındı ve başında da bir türbanı vardı. İstanbul Üniversitesi'nin Bayazıt'taki merkez binasına girmeye çalışırken Moosa durduruldu. Kapıdaki görevliye 'sorun nedir?' diye soran Moosa'ya yanıt el kol hareketiyle geldi. Dil bilmeyen bir kadın görevli, Moosa'nın başını işaret edip eşarbını çıkarması gerektiğini anlatmaya çalıştı. Moosa, türbanını çıkarmadı. Kapıda dakikalarca bekledi, kimse gelmeyince de oteline döndü. İÜ İletişim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Suat Gezgin, olayla ilgili şu açıklamayı yaptı: 'Biz kadın mı, erkek mi olduğunu sonradan anladık. Rektörlüğün türban konusunda aldığı kesin bir talimatı var. Üniversitenin aldığı karara göre türbanla girilmesi yasak. Bu bağlamda ona kibarca bunu söyledik. Türbanı açıp girebilir mi diye sorduk. Kendisi 'Bugüne kadar başımı açmadım' demiş ve okuldan ayrılmış. Prensip varsa, bu prensibe bağlı kalmak zorundayız.'
'ERKEK SANIYORDUK' Delegelerle yazışmaları yapan İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğretim Görevlisi Nilüfer Öcel ise Dr. Moosa'nın davetliler arasında olduğunu belirterek, türbanlı olduğu için içeri alınmadığını doğruladı. Öcel şöyle devam etti: 'Kendisini biz erkek sanıyorduk. Kadın gelmesin diye bir ayrımcılık yapmıyoruz ancak bunun bir sorun olacağı, davetlinin başı türbanlı geleceği aklımıza, hayalimize gelmedi. Yetkili bir ağızdan, 'evet girebilir, sözünü duymadan kendisini içeri alamadık.'" Haber burada bitiyor. Nasıl, beğendiniz mi?
Yine mi Maurice Duverger?!
Türkiye Cumhuriyeti tarihinin uzun yıllar nasıl tek yanlı okunduğu/okutulduğu malûm. Birinci Meclis'in oluşumu nasıldı, İkinci Grup'ta yer alanlar kimlerdi, ne istiyorlardı, Cumhuriyet nasıl kuruldu, 1925'ten sonra ülkede nasıl bir hava esmeye başladı, Tek Parti döneminin özellikleri neydi, Serbest Fırka neyin peşindeydi; gibi pek çok soru dar bir alanın dışında uzun yıllar tartışma konusu yapılmadı.... Ancak özellikle 80'li yıllardan itibaren (çok şükür) memlekette bu meseleler de merak edilir ve konuşulur hale geldi. Nihayet biz de, bütün medeni ülkelerde olduğu gibi, tarihimizi "ideolojik yorum"un esaretinden kurtarıp, yavaş yavaş tanımaya ve tartışmaya başladık. Bugün artık hemen herkesin paylaştığı bu tespiti şimdi niçin yapıyoruz? Çünkü, Milliyet'ten Melih Aşık'ın 14 Ekim tarihli köşesinde yer alan "Duverger'den" başlıklı yazısıyla karşılaştık da ondan... Aşık, Tayyip Erdoğan'ın Kongre'de sergilediği "Tek Adam" imajından bahisle şu soruyu ortaya atıyor: "Atatürk'ün sağlığında tek parti dönemi yaşanıyordu. Acaba Atatürk'ün kurduğu tek partinin içindeki demokrasi ne düzeydeydi?"(!) Biraz şaşırtıcı bir soru, çünkü gördüğünüz gibi Aşık, sözü edilen dönemde memleketteki demokrasi sanki elde varmış gibi "parti içi demokrasi"yi sorgulamaya çalışıyor. Neyse, gelelim yazarın cevabına: Aşık, sorusunu yanıtlamak için bir zamanlar ülkemizde de çok tanınan bir siyaset bilimcinin, Fransız Maurice Duverger'nin tanıklığına başvurmayı seçiyor. Duverger'in bir zamanlar Türkiye'de de bir başucu kitabı olan "Siyasi Partiler" adlı kitabını açarak Türkiye ile ilgili bazı satırlar aktarıyor. Şöyle şeyler: "(...) üyelik herkese açıktı; ihraç ve temizlik mekanızması mevcut değildi; üniformalar, geçit törenleri ve sert disiplin yoktu. Gerçekten parti içi demokrasi oldukça ileri görünmekteydi. Resmen her kademedeki yöneticiler seçimle işbaşına geliyorlardı. Nüfuzlu kişiler etrafında birçok hiziplerin, faşist yöntemlere göre kayda değer, örneğin İsmet İnönü ile Celal Bayar arasındaki rekabet, Atatürk'ün sağlığında ve Cumhuriyet Halk Partisi'nin içinde başlamıştı. Bu son nokta özellikle önemlidir. Hizipler bir tek parti içinde serbestçe gelişebildikleri takdirde, tek parti, siyasal rekabetleri ortadan kaldırmaksızın sınırlayan bir çerçeveden ibaret kalır; tek parti dışında yasaklanan çoğulculuk parti içinde yeniden doğar ve orada da aynı rolü oynayabilir." Çok enteresan fikirler doğrusu... Memlekette "çoğulculuk"un "ç"si yok, ama "tek parti" içinde "hizipler"e izin verildiği için vaziyet hiç de fena değil! Ve bu "tek parti" öyle bir parti ki, içinde ne "disiplin" ne de "ihraç ve temizlik" var, "parti içi demokrasi" mükemmel! Hiç tereddüt etmeden söyleyebiliriz ki, Duverger'nin bu fikirleri, yazarı kim olursa olsun, külliyen yanlıştır... Belli ki bir zamanlar epeyce ünlü olan profesör bu satırları Türkiye'deki "tek parti" dönemini ciddi olarak incelemeden kulaktan dolma malumata dayanarak kaleme almış. (Belki de Türkiye'den gelip de yanında "tez" hazırlayan bazı öğrencilerin kendisine aktardığı bilgilerle yetinmiş.) Dolayısıyla, Melih Aşık'ın bugün, yani 14 Ekim 2003 tarihinde, Tayyip Erdoğan'dan bahisle sözü bu buram buram naftalin kokan "fikirlere" getirmesi doğrusu çok düşündürücü... Okurlara, topluma bir zararı olmaz tabii ki; sadece Aşık açısından düşündürücü! (K.B.)
'Bir gazeteci'nin 'imam-hatip' sorusunun tam metni…
Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ'un, "Irak'a asker" konulu basın brifinginde sözün nasıl olup da "imam-hatipler" meselesine geldiğinin ilginç öyküsünü Hürriyet gazetesinin konuya ilişkin haberinde yer alan küçük bir ayrıntıdan yola çıkarak Kronik Medya'da yazmıştık… Özetle, "bir gazeteci" brifing sonrasında bu çerçevede bir soru sormuş, Orgeneral Başbuğ da "Aslında genel prenip olarak brifinglerle ilgili konuya sadık kalmayı uygun görüyoruz. Ancak böyle bir soru gelebileceğini önceden tahmin etmiştik. Bu soru Türkiye'de güncel bir konuyu içermektedir. Yanıtlamazsak yanlış yorumlara neden olabiliriz" deyip, bildiğiniz açıklamayı yapmıştı… Hürriyet'in haberinde "bir gazeteci"nin tam olarak ne sorduğunun cevabı yoktu, gazete kendince özetlemişti soruyu… Şimdi o yazıyı, Cumhuriyet gazetesi yazarı Mustafa Balbay'ın köşesini okumadan yazdığımız için çok pişmanız. Çünkü Balbay yazısında sorunun "tam metnini" veriyordu. Oradan öğreniyoruz ki, "Bir gazeteci"nin "Irak'a asker" brifinginde Genelkurmay İkinci Başkanı'na sorduğu imam-hatip sorusu tam olarak şöyleymiş: "YÖK Yasası'nda tek maddelik bir değişiklikle imam hatiplere yönelik bir açılım planlanıyor. İmam hatipli sayısının arttırılması hedefleniyor. Nasıl karşılıyorsunuz?" Nasıl soru ama?.. Bizi bu güzel sorudan mahrum etmediği için Balbay'a teşekkür ediyoruz. "Bir gazeteci"ye de buradan tebriklerimizi iletiyoruz… NOT. Radikal gazetesi yazarı Hakkı Devrim, "Duruma Başbuğ Paşa el koydu" başlıklı yazısında (15 Ekim) meseleyi ele alırken yazılarından alıntılar yaptığı yazarlar arasında Oktay Ekşi'yi "Paşanın müdahalesini hiç yadırgamaz görünenler" faslında değerlendiriyor… Devrim, belli ki bu değerlendirmeyi, Oktay Ekşi'nin "Genelkurmay Başkanı'na ve Genelkurmay İkinci Başkanı'na tutup siyasi sorular yönelten meslektaşlar"ı paylayan iki yıl önceki yazısından habersiz olarak yapmış. Devrim'in yazısının çıktığı gün Kronik Medya'da o yazının geniş bir özeti vardı. Hakkı Devrim belki yeni bir değerlendirme yapar diye hatırlatıyoruz… (A.G.)
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Dizi | Karikatür | Çocuk |
© ALL RIGHTS RESERVED |