AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ
Albaraka Türk

Y A Z A R L A R
Ekonomi iyiye mi gidiyor?

Son günlerde en sık muhatap olduğum soru bu: "Ekonomi gerçekten iyiye mi gidiyor? Siz yaz aylarında yazdığınız yazılarda bile tedirgindiniz. Şimdi ne düşünüyorsunuz?" O zamanlar aşağı yukarı şöyle demiştim: Bir zincir en zayıf halkası kadar kuvvetlidir. Ekonominin birçok alanında iyileşmeler var, fakat reel faiz hâlâ yüzde 30'un üzerinde seyrediyor. Böyle devam ederse, diğer iyileşmelerin yararı olmaz ve bir anda kendimizi yeni bir krize düçar bulabiliriz.

Tedirginliğimde haklıydım, çünkü 2000 yılında da (1999 yılına oranla) olağanüstü bir iyileşme yaşanmış, enflasyon yarıya, faizler üçte bire gerilemişti. Fakat Kasım ayındaki küçük bir titreşim ve ardından Şubat 2001'deki Ecevit-Sezer düellosu ekonominin altını üstüne getirmeye yetmişti. 2003 yazında da birçok iyi göstergeye rağmen, nominal faizler yüzde 50-55, reel faizler yüzde 30 dolayındaydı. Merkez Bankası dahil olmak üzere, banka sistemine hakim olamayan bir yönetim, ekonominin üretici kesimlerinin önünü açamazdı.

Şu anda nominal faizler bile yüzde 30'un altında, dolayısıyla işler rayına oturmuş gibi gözüküyor. Ancak, ister ulusal ister küresel düzeyde olsun, finansal oyunlarla geçinen zümreler pes etmezler. Onların sözlüğündeki "liberalleşme", kasıtlı bir planlamadır aslında. 1997 Asya krizi patlak verdiğinde, Financial Times yazarı Martin Wolf bile şöyle yazıyordu: "Doğu Asyalıların affedilmez hatası çok fazla liberalleşmek ve bunu çok basiretsizce yapmak oldu. Özel kişilere ait olsalar da bütün bankalar 'kamu' sektörünün parçasıdır. Regüle edilmemiş kısa vadeli uluslararası sermaye akımlarının yol açtığı zararı, vergisini hakkıyla ödeyenler omuzluyor. Bankalar ıslah edilmiyorsa, o zaman daha emniyetli biçimde kafeslenmelidirler." Gereğince kafeslenmemiş Türk bankalarının şu ana kadar "vergisini hakkıyla ödeyenlere" yükü BDDK tarafından 47 milyar dolar olarak hesaplanıyor. Buna İmar Bankası skandalı dahil değildir ve onunla beraber rakam muhtemelen 60 milyar dolara yükselecektir.

Ege Cansen, hafta içinde Hürriyet'te yayımlanan yazısında sermaye hareketlerinin kısıtlanmasını (yukarıdaki ifadeyle, bankaların bir ölçüde kafeslenmesini) amaçlayan yeni yasanın yararlı sonuçlar verebileceğini söylüyordu. Yazının son kısmını aynen iktibas ediyorum: İktisadi kalkınma, "sermaye birikimi" demektir. İktisaden az gelişmiş ülkeler, sermaye birikimleri düşük olduğu için yeterince hızlı kalkınamaz. Kalkınamadıkları için de sermaye biriktiremezler. Bu kısır döngüyü kırmak için önce "yurt içinde teraküm eden sermaye, dışarı kaçmasın", sonra da "ülkeye yabancı sermaye gelsin" denir. 32 sayılı kararname, ikinci görüşün ürünüdür. Özal, eğer doğrudan yabancı sermaye yatırımları gelmiyorsa, hiç olmazsa mali yatırımlar (sıcak para) ülkeye gelsin, bu suretle kalkınmayı hızlandırırım diye düşünmüştü. Bugün bile birçok iktisatçının zihninin gerisinde "ne kadar para, o kadar kalkınma" görüşü yatar. Mali yatırımların, yani kısa vadeli yabancı paranın, az gelişmiş bir ülkeye girmesi için teşvik edilmesi gerekir. Teşvik ise yüksek reel faizdir. "Yabancılara ödenen yüksek reel faiz, bir ülkenin kendi öz sermayesinin hasılasının bir kısmını dışarıya aktarmasıdır." Diğer bir değişle, yüksek reel faiz rüşvetiyle bir ülkeye mali sermaye çekmek, aslında o ülkenin içinden yaratılan sermayenin (ulusal tasarrufların) yurt dışına sızması sonucunu doğurur. Çünkü, yabancı yatırımcılara vaat edilen yüksek reel faizler, bu paraların plase edildiği "reel ekonomide" yaratılan katma değerle ödenemez.Yüksek reel faizlerin, vaat edilen yüzdede ödenmesi için, vade tarihinde ulusal paranın değerinin düşmemiş olması şarttır. İşte yabancı parayla kalkınma modelininin ikinci tuzağı buradadır. Merkez Bankaları ulusal paranın değerinin yükselmesinden, enflasyonla mücadele kolaylaştığı için çok hoşlanır. Ayrıca bu durum, dış borçlar küçülmüş izlenimi verir. Ancak aşırı değerlenmiş ulusal para yüzünden, ihracat mutlaka sekteye uğrar, mali kriz çıkar ve büyüme durur. Yetmiyormuş gibi, bu süreçte ulusal tasarruflar bir daha dönmemek üzere yabancı yatırımcılara kaptırılmış olur. Ülke tekrar fakirlik kısır döngüsüne, üstelik daha beter geri döner. Son Söz: El parasıyla kalkınmaya girişilmez.


Demokrasinin yeni düşmanı:
FİNANS KAPİTALİZMİ

Finansal oyuncuların meşru, demokratik sistemlere nasıl zarar vermekte olduğunu bir Marxist veya 'İslamcı'dan dinlediğiniz zaman tatmin olmayabilirsiniz. Bunlar nasıl olsa muhalif insanlardır ve boyuna felaket tellallığı yaparlar, dersiniz. Fakat daha ağır bir eleştiriyi George Soros gibi büyük bir finansörden dinlemek ilginç olabilir. Macar asıllı Yahudi bankere göre, açık demokratik toplum için en büyük tehlike olarak Komünizmin yerini liberal kapitalizm almıştır. Akılalmaz bir içtenlikle şunları söylüyor: "Her ne kadar malî piyasalarda büyük servetler kazanmış olsam da, liberal kapitalizmin dizginsiz gelişmesinin açık ve demokratik toplumumuzu tehlikeye düşürmekte olmasından korkuyorum. Açık toplumun başlıca düşmanı artık komünizm değil, kapitalist tehdittir.... Çok fazla rekabet ve çok az işbirliği tahammülü imkânsız eşitsizlik ve istikrarsızlıklara yol açabilir."

Soros, altın standardı ve emperyal bir gücün (İngiltere) siyasî irâdesi yüzünden geçen yüzyılın şimdikinden daha istikrarlı olduğuna inanıyor. Bununla beraber, iki dünya savaşı ve arada yükselen totaliter ideolojilerin etkisiyle sistem parçalandı. Bugün, "Bizim açık küresel toplumumuz, kendisini muhafaza etmek için gerekli kurum ve mekanizmalardan yoksundur; bunları ortaya çıkarabilecek siyasî bir irâde de yoktur."

Aslına bakarsanız, mevcut ikilem hiç te yeni değildir. Kapitalist sistemin son dörtyüz yıldaki dördüncü büyük malî genişlemesini yaşıyoruz. (Sınır-ötesi günlük "reel" işlemlerin, yani mal ve hizmet ticaretinin hacmi 20 milyar doları bulmazken, "sanal" yani parasal işlemlerin hacmi 3 trilyon dolara yaklaşmaktadır. Mal ve hizmet muhtevası olmayan işlemler, gerçek işlemlerin 150 misli büyüklüğe ulaşmış bulunuyor!) 1500'lerden bu yana, bu akılalmaz finansal genişlemelerin arkasında dört büyük siyasî-askerî güç bulunageldi: Ceneviz, Felemenk, İngiliz ve Amerikan devletleri. Bir iktisat tarihçisine göre, "Tekrarlanan genişlemeler, siyasî ve ticarî bloklar oluşturan belirli toplulukların liderliğinde meydana geldi. Bu bloklar başkalarının kasıtsız eylemlerini kendi lehlerine çevirebilecek kasıtlı, planlı örgütlenme içindeydiler." Eski merkeze karşı yeni bir merkez yükseldiğinde, düşmekte olan hegemonun yerine geçebilmek için siyasî-askerî gücünü yeni finans gücüyle birleştiriyordu. Cenevizlilere karşı Felemenklerin (Hollanda), Felemenklere karşı İngilizlerin ve nihayet İngilizlere karşı Amerikalıların yaptığı hep bu oldu.

Ancak, şimdiki finansal genişlemede askerî güçle malî gücün birleşmesini (füzyonunu) değil, yollarının ayrılmasını gözlüyoruz. "Askerî güç ABD ve onun Batılı müttefiklerinin elinde giderek daha fazla yoğunlaşırken, malî güç çok sayıda teritoryal ve teritoryal olmayan kurum arasında dağılmaktadır. Bunlar ABD'nin küresel askerî kudretiyle başa çıkmayı akıllarından bile geçiremezler." Dolayısıyla, eski merkezin siyasî-askerî kudretine yaklaşılmadığı müddetçe, yükselmekte olan bölgelerin ekonomik gücü fazla etki meydana getirmez.

O halde, Batı-dışı bölgelerin insanları bütün cephelerde işbirliği yapmak, etkin ticaret ve bilgi ağları oluşturmak, kendi aralarındaki ticarî faaliyetleri derinleştirmek zorundadırlar. İmalat, finans, kaynak geliştirme ve diğer bütün ekonomik alanlarda güçlerini birleştirmekten başka çareleri yoktur. Kapitalist merkez, kendi aralarındaki rekabete rağmen, güçlü bir bloktur. Bu hem ekonomik, hem de siyasî bakımlardan böyledir. O halde, ekonomik ve ekonomi-dışı bütün alanlarda bölgesel işbirliği içine girmeden kapitalist tehditin dengelenmesi mümkün değildir.


26 Ekim 2003
Pazar
 
MUSTAFA ÖZEL


Künye
Temsilcilikler
Abone Formu
Mesaj Formu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Dizi | Karikatür | Çocuk
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED