AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ
Albaraka Türk

K R O N İ K  M E D Y A
Artık 'Kışlalı cinayeti'ni tartışmaktan kaçamayız

Ahmet Taner Kışlalı'nın ölümüne yol açan bomba ve yerleştiriliş biçimi, cinayetin hemen ertesinde "Bombayı koyanlar onu öldürmek istemiyordu" kuşkusuna yol açmıştı. Başta kuzeni Hıncal Uluç'un savunduğu bu yaklaşımın akla hemen getirdiği "Hangi bombacı eylemi planlarken, sonunda Kışlalı'nın canlı kalması kaygısını taşır?" sorusunun cevabını o günlerde tartışmamıştık… Artık bu işten kaçamayız…

İsmet Berkan'ın, Türkiye'de laik düşünürlere yönelik faili meçhul cinayetlerin de "psikolojik harekât"ın bir parçası olabileceğine dair kuşkusunu "meşru" bulduğumuzu söylemiştik. Biz bunlardan A. T. Kışlalı cinayetinin; "Bombayı koyanlar onu öldürmek istemiyordu" kuşkularını haklı çıkaracak bulgular ve cinayetin dördüncü gününde Hürriyet'e "istihbaratçılar"ın sızdırdığı haber nedeniyle özellikle tartışılması gerektiği kanısındayız…

İsterseniz önce olanı biteni bir hatırlayalım:

Cumhuriyet gazetesi yazarı Ahmet Taner Kışlalı, 21 Ekim 1999 günü bir suikaste kurban gitti. Bütün gazeteler, polisin açıklaması doğrultusunda suikastin nasıl gerçekleştirildiğini şöyle aktardı:

Kışlalı, 21 Ekim sabahı evden çıkıp otomobiline yöneldi. Arabaya binerken, ön kaputun üstünde içi dolu bir naylon torba gördü. (Kimi gazetelere göre, paket silecekle ön cam arasına yerleştirilmişti.) Kışlalı, o paketi ya da naylon torbayı eline aldığı anda, içinde bulunan bomba patladı.

İlk andaki şokun atlatılmasının ardından herkes birbirine aynı soruyu sormaya başladı: Uğur Mumcu ve Bahriye Üçok cinayetlerindeki "usta işi bombacılık" neden bu örnekte görülmüyordu. Bomba, önceki örneklerde görüldüğü gibi gizlenmemiş, tam tersine görünür bir yere konmuştu.

O günlerde, birçok gazetecinin kafasında dolaştırdığı "Yoksa bombayı oraya yerleştirenlerin niyeti Kışlalı'yı öldürmek değil miydi" sorusu, iki gazeteci tarafından kaleme döküldü.

Bu iki gazeteciden biri, Kışlalı'nın kuzeni Hıncal Uluç'tu ve bu nedenle söyledikleri çok daha önemliydi. "Şeriatçılığa karşı" basında yürütülen mücadelenin önde gelenlerinden Hıncal Uluç, hazır "Kışlalı'ya bombayı İBDA-C koydu" propagandası almış başını giderken, buradan devşirilebilecek politik rantı kaybetme pahasına, şöyle yazdı (Sabah, 26 Ekim 1999):

'PATLAMASIN' DİYE KONAN BOMBA

"Bu küçük bombayı suikastçılar, Kışlalı mutlak görsün diye getirip şoför mahallinin önüne, ön kaputun üzerine koydu. Öyle ki, Ahmet acele ile arabaya girerken paketi görmese, oturduğunda görecek ve büyük olasılıkla polise haber verecekti. Amaç Ahmet'i ortadan kaldırmak olsa, bomba kör parmağım gözüne buraya mı konurdu, yoksa arabanın altına, ya da en azından arka kaputun üzerine mi?

"Kaldı ki (bombayı) Ahmet'ten önce oradan geçenler de görebilirdi. (…) Ahmet'in her gün saat onda evden çıktığını biliyor, ama yediden evvel gelip paketi koyuyorlar ki, üç saatte biri nasılsa farkına varır ve uyarır diye.. Bir bomba ancak bu kadar 'patlamasın' diye konabilir …"

Bu yazı üzerine kendisiyle konuşan Aktüel dergisinin, "Ama Kışlalı öldü sonuçta, demek ki ölüm ihtimali de vardı" hatırlatması üzerine de şöyle dedi:

"Karısı ve çocuğu da o gün arabaya binmeseydi, Ahmet'in ölmesi ihtimali yok gibi bir şeydi. Ahmet orada o poşeti görüp de eline alacak bir adam değildi, ama bütün düşüncesini bir aylık çocuğu için arabayı bir an önce ısıtmak üzerine yoğunlaştırdığı için, o telaşla poşeti aldı ve bomba patladı."

Uluç'un değerlendirmesi, basında en çok Yeni Şafak gazetesi yazarlarından Taha Kıvanç'ın ilgisini çekmişti. Çünkü o da Uluç'unkinden iki gün önceki yazısında aynı görüşleri dile getirmişti ve bu nedenle, Hıncal Uluç'tan bir gün sonra kaleme aldığı yazısına "Hiç değilse Hıncal'ı dinlesinler" başlığını atmıştı. (Kıvanç, bu tespitini bir sonuca bağlıyor, mealen şöyle diyordu: "Amaç öldürmek değildi, 'İslamcı teröristler bir laik düşünürü daha katletmek istediler' propagandasını yürütebilmekti…" Uluç ise hiçbir sonuca bağlamamıştı tespitini: Bombayı koyanlar öldürmek istememişti, hepsi o kadar.)

ÖLDÜRMEME KAYGISINI KİM TAŞIR?

Eylemi planlayanların Ahmet Taner Kışlalı'yı öldürme kastı taşımadığı bir kez kabul edildiğinde, bir sorunun sorulması da kaçınılmaz hale geliyordu: Hangi "bombacı", eylemi planlarken eylem sonunda Kışlalı'nın canlı kalması kaygısını taşır?

"Bu kaygıyı kim taşır?" sorusuna "mantıklı" bir cevap verilmek istense, şu iki şıktan hangisi işaretlenir: a) Düşmanları… b) Dostları… Siz olsaydınız hangisini işaretlerdiniz?

Belliydi, bu "zehirli" soru sorulmaya davam edecekti ve bu işin sonu iyi görünmüyordu…

TAM O ESNADA, HÜRRİYET'TE…

Hürriyet'in manşeti işte tam o günlere, suikastin dördüncü gününe denk geldi. Şöyleydi manşet:

"ÖLÜM, ÜÇÜNCÜ PAKETLE GELDİ…

Suikastçının, Kışlalı'nın otomobiline daha önce de iki kez boş kola ve bira kutusu koyduğu anlaşıldı. İstihbaratçıların 'yemleme' diye adlandırdığı yöntemle, Kışlalı, bir yandan tepkisi ölçülürken bir yandan da bombalı kutuya alıştırıldı. Kışlalı, otosundaki bombalı bira kutusunu da gayri ihtiyari şekilde aldı."

Alışılmışın dışındaki büyük puntolarıyla dikkati çeken haberin "ana fikri" belliydi: "öldürme kastı yoktu yaklaşımı doğru değil. Baksanıza, bombacılar işlerini garantiye almış!"

Oysa gazeteye bu "haber"i sızdıran kaynağın dezenformasyon çabasını görmemek için kör olmak gerekirdi… Her şeyden önce, bu kuşku ilk günden itibaren kamuoyunda olduğu halde "yemleme" açıklaması neden dördüncü günde yapılmıştı? Kuşkuların basında ifade edilmeye başlaması mı etkili olmuştu?

KUŞKULU İSTİHBARAT

Ayrıca kaynağın tanımı da problemliydi: "İstihbaratçılar." Bu kadar somut bir bulgu neden poliste yoktu, bulgu neden polis tarafından açıklanmamıştı? Haber, neden sadece bir gazeteye sızdırılmıştı?

… Ve en önemli nokta: "İstihbaratçılar" bu bilgiyi gazeteye ilettiklerine göre, ellerinde kanıtlar vardı? Mesela Kışlalı, ölümünden önce bu yönde bir başvuruda mı bulunmuştu? Gene aynı soruya geliyoruz: Böyle bir başvuru, öncelikle polise yapılmaz mıydı? Durum böyleyse, poliste neden yoktu böyle bir bilgi? Varsa, neden açıklanmamıştı? Kışlalı böyle bir başvuruda bulunmamışsa, "istihbaratçılar" bilgiyi nereden almıştı?

Zaten sonraki günlerde ne polis teyit etti "yemleme"yi, ne de Kışlalı'nın ailesi… Oysa Kışlalı'nın, "daha önceki paketler"i eşine duyurmamış olması düşünülemezdi; çünkü -resmî makamlara başvurarak hakiki bomba ihtimalini öğrenen- Kışlalı'nın, bombanın hakikisini eşinin de arabadan alabileceğini hesaba katmaması hiç akla yakın görünmüyordu. Hem sonra, ilk "yemleme"leri hakiki bir bombanın izleyeceği yönünde uyarılmış olması gereken Kışlalı, üçüncü paketi neden almıştı?

Her şey açıktı: Birkaç soruda ayakları üstüne çökecek bir "istihbarat"a dayanan haber -hem de manşetten- yayımlanmış, görevini ifa etmişti; kamuoyunun, eylemin öldürme kastıyla hazırlanmadığına inanmasının önüne geçilmek istenmişti ve bu büyük ölçüde başarılmıştı.

Ahmet Taner Kışlalı'nın ağabeyi Mehmet Ali Kışlalı'nın suikaste ilişkin olarak söylediği, dört kelimeden ibaret ilk ve son cümleyle bitirelim: "Sanıyorum, kardeşim şehit oldu." (A.G.)


Yaradan'a sığınıp 'sansür' demişsiniz, bari kupürleri koymasaydınız

Cumhuriyet gazetesinin spor sayfasından bir haber...

Üst başlık, başlık ve spot şöyle: "Süreyya Ayhan'ın gümüş madalya kazanmasını görmezlikten geldiler... DİNCİ BASINDAN SANSÜR... Dünya ikinciliğini 'özet haber' şeklinde verirlerken, bazıları da yayımladığı haberde fotoğraf kullanmamayı, bazıları da mayolu fotoğraf yerine eşofmanlı fotoğrafları kullanmayı yeğledi..."

Gördüğünüz gibi haberde iki "sansür"den söz ediliyor: Haberin bizzat kendisinin "görmezlikten gelindiği" ve fotoğraf tercihinden kaynaklanan "sansür..."

Cumhuriyet'çiler sadece "fotoğraf" meselesiyle ilgilenmiş olsalardı, "Bu eleştirinin muhatabı gazete yönetimleri" der geçerdik... Fakat üst başlıktan ve başlıktan da anlaşılabileceği gibi, gazete esas olarak "haberin sansürlenmesi" üzerinde odaklanıyor... Bu üst başlık-başlık kombinasyonunu okuyan Cumhuriyet okuru, "Demek bu başarı 'dinci basın'ın hoşuna gitmedi, haberi küçük verdiler"den başka bir şey düşünebilir mi?

Fakat üst başlık ve başlığın yanısıra haberi de okuyan bir gazete okurunun, "Bizim yazıişleri bizimle dalga mı geçiyor" diye düşünmemesi imkânsız... Çünkü gazete, haberinde işlediği dört "dinci" gazeteden ikisinin (Zaman ve Milli Gazete) haberi manşetten verdiğini bizzat kendisi belirtiyor (ki bunlar, Cumhuriyet'in yayımladığı kupürlerde de görünüyor).

Cumhuriyet, Yeni Şafak gazetesinin ise haberi "birinci sayfada" kullandığını belirtiyor... Burada bir "sansür" var: Gene gazetenin yer verdiği kupürlerden de görülebileceği gibi Yeni Şafak haberi evet, "birinci sayfa"dan ama sürmanşetten kullanmıştı...

Yani, ele alınan dört "dinci" gazeteden sadece biri (Vakit) haberi, Cumhuriyet'in dediği gibi "özet haber" şeklinde kullanmıştı, geri kalanların tümü Süreyya Ayhan'ın ikinciliğine manşetlerini ya da sürmanşetlerini ayırmıştı. (Cumhuriyet'in "çalışma"sını okuyunca, önceki günkü gazetelere dönüp aynı "çalışma"yı "laik medya" üzerinden biz yaptık. Sonuç şöyle: Bu gazetelerden sadece Sabah sürmanşete çekmişti haberi... Manşetten vereni yoktu... Cumhuriyet de dahil çoğu "laik" gazete sağda, iki sütunluk yan manşetlerle duyurmuştu haberi.)

Sonuç olarak diyeceğimiz şu: Madem "uysa da uymasa da" bir "dinci basın" eleştirisi yazacaksınız, bari kupürleri koymayın oraya da okurlarınızın kafası karışmasın... Propagandacılık mesleğinde, propagandanın amacına hizmet etmeyecek "olgusal malzeme"yi de "hedef kitle"nin üzerine boca etmek gibi bir zorunluluk yok ki... Gizleyiverirsiniz onları, olur biter! (A.G.)


Televizyonun yararları

Televizyon iyi icat doğrusu; olup biteni gözlerimizle görmemizi sağlıyor...

Geçen akşam Habertürk adlı televizyon kanalında bir program:

Kanalın, zenginlerin kendisine "Taki!" diye hitap ettiği muhabiri bir davet hakkında bizi bilgilendiriyor...

Davetin sahibi "Ulusoy" ailesinin büyüğü olsa gerek...

Söz konusu akşam yemeği daveti bu şahsın "mâlikanesinde" veriliyor.

"Mâlikane" sözcüğünü kullanmamız sizi şaşırtmasın; biz uydurmadık.... Bu sözcüğü de televizyon ekranında gördük...

Yani basbayağı, davetin verildiği bahçeli evin kapısının üzerinde "..... Ulusoy Mâlikânesi" yazıyor!

Şaşırtıcı bir durum tabii... Yoksa biz mi yanılıyoruz bilmiyoruz ama, bizim bildiğimiz birinin "mâlikanesi"ne olsa olsa ancak başkaları "mâlikâne" der; bir zenginin bir "mâlikâne" yaptırıp üzerine de "Burası bir mâlikânedir" şeklinde bir not düşmesiyle ilk kez karşılaşıyoruz!

Devellioğlu'nun lûkatinde "mâlikâne" sözcüğünün karşılığında şunlar yazıyor:

"1. kanunda gösterilen şartlara göre birine verilen beylik arazi. 2. büyük ve zengin köşk. (bkz: kâh, kasr, kâşâne)."

İyi bunu da öğrenmiş olduk; şimdi geçelim "mâlikâne"deki davetten izlenimlere...

Zenginlerin kendisini "Taki!" diye çağırdığı muhabir, birkaç masa dolaştıktan sonra "daha zenginler"in masasına yaklaştı. Bir iki hoşbeşten sonra, masada oturanlara mikrofon uzatmaya başladı. Kimler mi vardı bu masada? "Kamil Abi", "Hüseyin Abi", Halis Abi" gibi şahsiyetler...

Dikkat ettik, herkesin hayatından memnun olduğu bu masada, hayatından en çok memnun görülen kişi "Halis Abi"ydi. "Halis Abi", yani geçenlerde devletin el koyduğu bankalardan biri olan Toprakbank'ın eski sahibi olan "Halis Abi"...

Zenginlerin samimi bir biçimde "Taki!" diye çağırdığı muhabir, sanki başka konu kalmamış gibi, "Halis Abi"ye ülkenin "ekonomik durumu"nu sordu.

Cevap tahmin ettiğiniz gibi çok olumluydu. "Halis Abi", ülkenin ekonomik durumunu çok çok iyi bulu-yor, ve "İnşallah daha da iyi olacak" diyordu...

Unutmayın, "Halis Abi" daha düne kadar batık bankalardan birisinin sahibiydi...

Ama olsun; gözlerimizle gördük ki (işte televizyonun yararı!) herkes hayatından çok memnun görünüyor!

Daha nice "mâlikânelerde" ve daha nice "davetlere".... (K.B.)


3 Eylül 2003
Çarşamba
 
YÖNETENLER: Kürşat Bumin
Alper Görmüş


Künye
Temsilcilikler
Abone Formu
Mesaj Formu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Dizi | Karikatür | Çocuk
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED