AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ
Albaraka Türk

Y A Z A R L A R
İslâmcılık ve Müslümanlık

'İslâm-cılık' tanım itibariyle siyasî bir meslek, siyasî bir yaklaşımın adı... Varlık sahnesine çıkması XIX. yüzyılın son çeyreği itibariyledir. Sonuna yaklaşmış bir imparatorluğun (devletin) bekası ve bu imparatorluğun hakimiyeti altındaki toprakların (vatanın) muhafazası başlıca varlık sebebiydi.

İmparatorluk rejimine (İslâm'a) yönelik fikrî ve siyasî saldırıları göğüslemek, cevaplamak ve tebânın rejime (İslâm'a ve dolayısıyla Devlet'e) bağlılık ve sadakatlerini sürdürmelerini sağlamak bu meslek mensuplarının başlıca görevleri arasındaydı.

'Batılılaşmak' karşıtı olduğu bir yönelim niteliği taşımadı hiçbir zaman. Belki Batıcı değildi, Batıcılığa karşıydı ve fakat aslâ Batılılaşmaya karşı olmadı; bir diğer deyişle modernleşme, çağın bilim ve teknolojisine sahip olma, bu bilim ve teknolojinin gerekli kıldığı zihinsel dönüşüme katılma, sadece tasvib değil, teşvik de ettiği bir tutumdu. Çünkü Batılılaşma ve modernleşme başkaları kadar, onlar için de siyasî bir zorunluluk olarak görülüyordu. Yeni teknoloji başlarını döndürüyordu; zira bu teknolojiyle rekabet edemedikleri için yenilmekte olduklarına inanıyorlardı. Bu güç yanlış adamların ellerindeydi: düşmanlarının. O halde ne yapıp ona sahip olmak gerekti.

İslâmcılar İslâmî nassları (ayet ve hadisleri), işbu siyasî zorunluluk ve memleketin siyasî ve sosyal şartlarının atılmasını lüzumlu kıldığı acil adımların yol açtığı tedirginlik dolayımında yorumladılar. Memleketin istikbalinden endişe eden herkes gibi onlar da hem 'aceleci', hem 'acilci' idiler. Fikirleri, teklif ve varsayımları bu acilciliğin izlerini taşır. İster istemez eklektik yorumlara eğilim duydular, içinde yaşadıkları vehametin itkisiyle nazarî derinlik ve tutarlılığı önemsemediler. İslâm dünyasının hâl-i pür-meâli ortadaydı. Onlar da tıpkı muhalifleri gibi kendi dünyalarında viraneler, Frengistan'da ise —ne ilginçtir ki umumiyetle— kâşâneler görüyorlardı. Batı'nın ilmi ve fenni alınmalı, İslâm ahlâk ve irfanıyla birleştirilmeliydi. Zaten bu ilim ve fen, gerçekte Batı'nın değil, İslâm dünyasının malıydı. O kaybedilmiş "yitik mal" hükmündeydi. Çin'de bile olsa alınabilecek (b)ilimin kapı komşumuzdan alınmasında ne mahzur olabilirdi?!

İslâmcılık malzeme ve sermayesini (maddesini) İslâm'dan, buna karşın güç ve etkinliğini (suretini) ise İslâm'a getirdiği yeni yorumlama biçiminden alıyordu. Siyasetin taleplerine uygun olan bu yorumların İslâmî naslardan alelacele çıkarıverilmesinde herhangibir beis görülmedi. Kimi zaman aşırılıklara kaçıldıysa da hiçbir zaman bu aşırılıkları dengeleyen mutedil yorumlar eksik olmadı. Ne gariptir ki itidalin kimin tarafında olduğu belli değildi. Çünkü yorumların tutarlı olmaları değil, kullanışlı olmaları önemseniyordu. [Sözgelimi Elmalılı Hamdi Yazır'ın (öl. 1942) Muhammed Abduh'un (öl. 1905) Fil Sûresi yorumunun eleştirisine sayfalar ayırmasına mukabil kendisinin M. Abduh'un aşırılıklarını hiç de aratmayacak tevil denemelerinde bulunması ulemanın zihniyetini yansıtması bakımından tipik bir misaldir. Lâkin bu hiç de az rastlanan türden bir tavır değildir.]

Cumhuriyet dönemi İslâmcılığı II. Meşrutiyet döneminin aksine artık muhalif bir söylemin adı olarak varlığını sürdürmek zorunda kaldı. Rejimi tahkim eden ideolojik gücü sona ermiş, rejimin iç ve dış sorunlarını dengeleyen bir yan unsur halinde yaşamasına izin verilmişti. İlim ehlinin (ulemanın) yavaş yavaş sahneden çekilişi, İslâmcı yorumların itidale davet edilmesi, hatta mümessillerine çeki-düzen verilmesi imkânının da ortadan kalkmasına yol açtı. Uleması kalmamış yeni İslâmcılığın mümessillerinin hiyerarşik yapısı artık şöyleydi: a) şairler, b) gazeteciler, c) gazeteci-yazarlar, d) şair-yazarlar, e) araştırmacı-yazarlar, f) uzman-ilahiyatçılar.

1980 sonrasında tercüme hareketinin yönlendirdiği İslâmcılık tarzı bu tabloyu zenginleştirdi. Mısır, Suriye, Suudî Arabistan, Pakistan ve İran'dan dalga dalga yayılan yeni söylemin Türkiye'de resmen ve siyaseten tahkim edilmesi ve yönlendirilmesi İslâmcılığın kendi yerli kökleriyle irtibat kurma imkânlarını zayıflatmakla, hatta ortadan kaldırmakla kalmadı; yeni haliyle İslâmcılık, —tıpkı Türk solu gibi— ihtiyaç duyulduğunda ihtiyaç duyulduğu kadarıyla öne sürülüp geri çekilebilen siyasî bir hamlenin adı haline getirildi.

Ancak hamle sahiplerinin işini zorlaştıran husus hep şu oldu: İslâm, İslâmcılık gibi ileri sürülüp geri çekilebilen bir hamlenin adı kılınamadı; zira mümessilleri bir avuç aydın değil, milletin ta kendisiydi. Kırmızı kartla oyuncuları sahadan çıkarmak kolay, ancak tribündekileri öyle bir iki kartla stattan çıkarmak zordu.

O halde kimi oyuncuların şu veya bu nedenle sahadan çıkıp yedek kulübesine veya soyunma odasına gitmeleri, hatta ikide bir forma değiştirip durmaları pek o kadar önemli değil! Önemli olan tribünlerde oturanların kendi haklarında yine kendilerinin vereceği karar!

Sahadakiler 'hükmen' (!) mağlub edilebilirler, peki ya tribündekiler?!?


20 Eylül 2003
Cumartesi
 
DÜCANE CÜNDİOĞLU


Künye
Temsilcilikler
Abone Formu
Mesaj Formu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Dizi | Karikatür | Çocuk
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED