AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ

D Ü Ş Ü N C E    G Ü N L Ü Ğ Ü
Üniversite reformu: UNUTULANLAR

Üniversiteler değişimin taşıyıcısı haline gelememişse, verilen eğitim, gençlere diploma vermekten başka bir işe yaramıyorsa okulunu bitiren mesleğeni öğrenemiyorsa eğitimin eğittiğinden söz edilebilir mi?

  • PROF. DR. OSMAN ÇAKMAK / AKADEMİSYEN
    Üniversitelerimiz, kitleleri ardından sürükleyen felsefi ve siyasi düşüncelerin, bilimsel ve teknolojik yeniliklerin üretildiği, eleştirildiği, yanlışlandığı veya reddediliği mekanlar haline niçin getirilememektedir? Üniversiteler değişimin taşıyıcısı haline gelememişse, verilen eğitim, gençlere diploma vermekten başka bir işe yaramıyorsa okulunu bitiren mesleğeni öğrenemiyorsa eğitimin eğittiğinden söz edilebilir mi?

    Yüksek öğretimin yeniden yapılanmasının tartışıldığı şu günlerde eğitim ve bilimin asıl problemlerinin gündeme gelmemesini ve sadece yasal düzenleme ve mevzuat değişikliği vasıtasıyla ideal bir dönüşüm ve inkılap beklentisi içine girilmesini nasıl değerlendirebilirsiniz?

    Çoğu sorunumuzda olduğu gibi eğitim ve araştırma konusunda da problemlerin gerçek kaynaklarına eğilemiyor ve "yanlış yere bakışımız" devam ediyor. Eğitimin sorunları olarak "görüntüler" ve "ayrıntıları" konuşmaktayız. Hâlâ sadede gelmiş değiliz.

    Problemlerin çözümünde aklın ve bilimin gösterdiği yolu neden takip edemiyoruz? Neden sorunların köklerini ve asıl nedenlerini aramak yerine onların "gölge ve yansımaları" ile vakit geçiriyoruz? Onları tedavide sonuç getirecek metotlar dizisi geliştirmiyoruz? Eğitim yapmaksızın temel problemi olan aldığımız "tek doğrulu" ve "bilgi odaklı" ezberci eğitim yüzünden adeta "zihinsel engelli" bir toplum haline gelmiş bulunuyoruz. Bu eğitimi yapısı içinde gelen bilgiler akıl yoluyla irdelenmeden, nedenleri sorgulamaksınız mutlak doğrular olarak kabul edildiğinden fertlerin "tek doğrulu" bir bakış açısı ve "sorma, düşünme, itaat et" felsefesine sahip olması kaçınılmaz hale geliyor. Fertte kuşku ve merak yeteneği kayboluyor ve üretkenlik donuyor.

    Amirinden memuruna topyekün toplumumuzun zihinsel faaliyetleri kalıplandığından üretken zekasını kullanamaması; bu yüzden de problemleri sorgulayamamasının ve çözüm üretememesinin sebebi budur. Üreten azınlık ise eğitim sistemine damgasını vuran "tek doğruların" sınırlı alanlarda harekete mahkum kaldığından, oluşan "zihinsel bariyerlerden" çıkma çırpınışları içinde bulunuyor. Okullarda "kaynakların yetersiz olduğu" ders araç ve gereçlerinin fiziki imkanları sınırlılığı, sınıfların kalabalıklığı eğitim problemi olarak sık sık dile getirilir. Kaynakları yeterli hale getirdiğimizde ise eğitim veriminde ciddi bir iyileşme ve gelişme olmaz. Bu defa okullara kazandırılan modern ders araç ve gereçleri bir köşede çürümüye başlar. Çünkü bu defa karşımıza "kaynakların verimsiz kullanımı" ve "öğretmen niteliksizliği" problemleri çıkar. Sonuçta yapılan maddi iyileştirme bina edilen çabalar sonuç getirmez.

    Problemin kaynağı

    Tüm bunlar, eğitim problemlerinin "belirli", "tekil" ve "açık" olmadığını, ya birbirinin nedeni ya da sonucu olduğunu gösteriyor. Tıpkı karaciğerden kaynaklanan bir cilt hastalığını iyileştirmek için cilt üzerindeki müdahale ve iyileştirme çabalarının sonuçsuz kalması gibi, kaynak sorun-gerçek problem yerine onların dışa vuran belirti ve akislerine (gölge) odaklanan çözüm çabaları sonuç getirmektedir. Çünkü problemler, onu meydana getiren nedenleri ortadan kaldırmadıkça çözülemiyor ancak şekil değiştiriyor. Üstelik gerçek problemin yansıma ve gölgelerine odaklanan çözüm ararışları dertlerin şekil değiştirmesine ve kendi aralarında bileşik problemler teşkil yapmasına yol açıyor. Böylece çözüm adına akılsız davranışlar, problemleri daha da karmaşık hale getiriyor.

    İşte çözüm bekleyen eğitimin gerçek problemleri:

    1) İlköğretimden yüksek öğretime kadar eğitim, konuyu anlamak ve kavramak ve nasıl öğrenileceğini öğrenmek yerine beyne bir sürü bilgiyi doldurmak biçimine dönüşmüştür. Salt bilgi yüklemesi ve ezber ağırlıklı halihazır eğitimin bu yapısında öğrenci kendi yetenek ve sınırlarının farkına varamamaktadır.

    2) Bu eğitim yapısı içinde meraka dayalı kuşku ve sorgulama neredeyse sıfır düzeyde kaldığından, verilen eğitim üretici ve mucit düşünceleri geliştirememekte, fert problem çözme yeteneğine sahip olamamaktadır. Bu yüzden toplumda "okulunu bitirmek mesleğini öğrenmek anlamına gelmez" sözü yaygınlık kazanmıştır.

    3) Bu eğitim tarzının ortaya çıkardığı tek doğrulu düşünme biçimi yalnızca evet ve hayırlara yer verdiğinden, "gri tonlar" yani "belki", "olabilir" gibi kavramlara yer bırakmamıştır. Bu durum, ölçme ve değerlendirmede neredeyse testten başka metot kullanmayı bilmeyen bir durum ortaya çıkarmıştır. Bu yüzden ÖSYM gibi kurumların tertiplediği sadece insanların zihnine yığdığı malümatı kriter alan test gibi sınavlar neredeyse hayatın her kesimine hükmeder hale gelmiştir.

    Diğer taraftan, "öğrenme" yerine "öğretme" ya dayanan eğitim sistemi ile oluşan "tek doğrulu bakış açısı" toplumda "kutuplaşma ve zıtlaşma"yı doğurduğundan, toplumsal uzlaşma bir türlü layıkıyla kurulamamaktadır.

    4) "Bilim Politikası" ile araştırma hedefleri ortaya konulmadığından, üniversiteler toplumun gelişmesinde ve yeniliklerde öncü görevi yürütememektedir. Üniversiteler "boş" çalışmalarla vakit geçirmekte, toplum ve endüstri ile etkileşim içine girememektedir.

    5) Üniversite önünde 1.6 milyon öğrenci sınava girerken bunun ancak %15-20'si kayıt yaptırabilmektedir. Asıl öğrenci kitlesinin mesleki eğitime yönlendirilmesi gerektiği hale gelmiştir.

    Prof.Dr. Oktay Sinanoğlu, eğitim ve bilim dünyamızın ve araştırma dünyamızla ilgili kimsenini ele almadığı çarpıcı gerçekleri dile getiriyor. Türkiye'de eğitimi kimilerin nasıl yönlendirdiği ve bu konularda nasıl uyutulduğumuz konusunda ilginç açıklamalar sunuyor:

    YÖK'ün niçin kurulduğu üzerine açıklaması hayli ilgi çekici: 1970'li yıllarda Türkiye'de bir araştırma geleneği başlamış, tarım, sanayi üniversite ile iç içe çalışmalar yapmaya başlamıştı. Sinanoğlu'na göre Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK) bu geleneği yıkmak ve gelişen araştırmayı durdurmak için kuruldu. Bu geleneği yıkmak için de üniversitelere ek ders ücreti sistemi getirildi.

    Araştırmacılar 'gerçek araştırmaya yönelmeli'

    Üniversitelerde çoğu hocaların derse girip çıkmaktan başka bir işle uğraşmaz halini görünce bu iddiaya hak vermemek mümkün olmuyor. Daha çok ders verince daha çok gelir elde ediliyor. Araştırma yapmanın bir getirisi yok... Üstelik kimseye niçin araştırma yapmıyorsun diye sorulmadığından, dahası araştırma yapmaya kalkınca da binbir engelin kıskacıyla karşılaşan üniversite elemanının yapacağı tek bir şey kalıyor: Bir dersten öbürüne gitmek ve "gerçek araştırmayı" bırakmak...

    Üniversitenin temel görevi araştırma yapmak.. Araştırma yapmak eğitim açısından da önem taşıyor. Çünkü üniversite seviyesinde ve lisans üstü seviyede öğrenci bir şeyi yaparak ve hocasının kılavuzluğunda öğrenmektedir. Günde asgari 10-12 saat araştırmayla uğraşmayan bir bilim adamı ciddi bir üretim yapamayacaktır. Kendini araştırmaya vermeyen kişi nasıl faydalı bir şeyler ortaya çıkarabilir? Sabah 9-10 da mesaiye gelip, 4-5'te işten ayrılan ve okulda bulunduğu o saatleri ders vermekle geçiren hocaların bulunduğu üniversitelerde ciddi bir şeylerin üretilmesi mümkün olabilir mi?


    ÖĞRENMENİN ENGELLERİ

  • EFTAL ORHAN / NLP EGİTİMCİSİ
    Hiç düşündünüz mü, acaba insanların yüzlerini mi daha kolay hatırlıyorsunuz, yoksa isimlerini mi? Bu soruyu şöyle de sorabiliriz: Acaba resimlerle veya şekillerle mi daha kolay öğreniyorsunuz yoksa, dinleyerek mi daha kolay öğreniyorsunuz? Sizler bir taraftan bu soruların cevaplarını düşünedururken, bir taraftan da aslında kendinizin nasıl öğrendiğinizi, yani öğrenme stratejinizi tespit etmiş oluyorsunuz. Üstelik sadece öğrenme ile ilgili tarzınızı ortaya çıkarmış olmuyorsunuz, kendi yaşam kalıbınızın da ipuçlarını tespit ediyorsunuz.

    İnsanlar beş duyusu ile dışardan gelen bilgileri alır ve çoğunlukla bu bilgileri zihnine görüntü, ses veya duygu olarak kodlar. Görüntü ve resim olarak bilgiyi kodlayan insanlar görsel, kelimeler ve sesle kodlayan insanlar işitsel, duyguları kodlayan insanlar da dokunsal ya da duygusal olarak adlandırılır. İnsanların çoğu bu sistemlerden birini baskın olarak kullanır. Zeki dediğimiz insanlar, bu üç sistemin hepsini en üst seviyede kullanan insanlardır.

    Eğitimde en çok sorun yaşanan nokta da işte bu sistemlerin yeterince kullanılmamasıdır. Bir sınıfta bütün öğrencilerin farklı öğrenme sistemleri olduğu için öğretmenin bütün öğrenme sistemlerine hitap etmesi gerekir. Eğer sadece anlatım ile bir ders işlenirse, öğrencilerden görsel ya da dokunsal olanlar öğrenme zorluğu çekecek, ya geç öğrenecek ya da karşılaştığı zorluk karşısında pes edecektir. En iyi öğrenme, bütün öğrenme sistemlerini kullanan öğrenme stratejisidir. Öğrenme tarzını bilmeyen öğrenciler de genellikle bu tür zorlukları yaşarlar ve eğer görüntülerle daha kolay öğrenebilen bir öğrenci ise ve kelimeleri ezberlemeye uğraşıyorsa gerçekten başına büyük bir bela almış demektir. Oysa o kelimelerin görüntüsünü ya da şekil ve şemaları zihninde daha kolay tutacaktır.

    Bu sistemlerin dışında öğrenmeyi engelleyen en önemli etken gerilimdir. Öğrenmenin ilk şartı rahatlamadır. Gerilim zihnin ve belleğin en büyük düşmanıdır. Çok gerilimli olduğumuz anda ev telefonunuzu bile unutacağınıza garanti verebilirim. Bu nedenle okulda öğretmenlerin ilk dikkat edeceği nokta öğrencilerin rahat olmalarını sağlamaktır. Herhangi bir konuyu öğrenmeye başlarken, "ben bunu biliyorum" deyin, zihniniz hemen o konudan ilgisini çeker ve öğrenme gerçekleşmez. Birçok öğrenci bu hatayı yapar ve aslında öğrenmenin en büyük canavarını harekete geçirmiş olur. "Biliyorum" diyerek başladığınız hiçbir konuyu öğrenemezsiniz.

    Öğrencilerin yaşadığı en önemli sorunlardan biri de motivasyondur. Motivasyon sadece öğrencilerin değil, aslında modern insanın temel sorunudur. Motivasyon, havuç mu sopa mı meselesine dayanır. Öğrenciler, "Bu bilgiyi niçin öğreneceğim? Bu bilginin önemi ne ki öğrenme zahmetinde bulunayım? Bana ne kazandıracak?" sorularına verdiği cevap oranında öğrenebilirler ve başarı sahibi olurlar. Tembel olarak adlandırılan öğrencilerin çoğu işte bu sorularla hiç barışık olamayan öğrencilerdir. Bir öğrenci başarısız oluyorsa belki de ilk bakılması gereken etken motivasyonudur. Çünkü aynı sınıfa gelebilen öğrencilerin zeka düzeyleri, istisnalar olsa da hemen hemen aynıdır fakat, motivasyon düzeyleri farklıdır. Motive olan öğrenciyi de bekleyen sinsi bir tuzak vardır. Onun adı odaklanma veya konsantrasyondur. "Bu konuyu öğrenmek istiyorum ama, konsantre olamıyorum" şikayetlerini çok sık duyarız. Öğrenciler neden konsantre olamıyorlar? Konsantre olamayan öğrenciler, iki şeyi yaptıklarından dolayı olamamaktadır. Bu öğrenciler, ya geçmişte bir olaya takılıp kalmıştır ya da gelecekte fantazi dünyasındadırlar, yani hayallerle uğraşmaktadırlar. Sonuç olarak "şimdi ve burada" değillerdir. Öğretmene bakarlar ama, onu görmezler ve duymazlar bile.

    Öğrenme zorluğu çeken öğrencileri kıskıvrak yakalayan çok önemli başka bir sorun vardır ki onu çözmeden öğrenme gerçekleşemez. "Ben bunu öğrenemem, başaramam" inancı, öğrenci motive ve konsantre olsa bile ensesine yapışır. Bu kısıtlayıcı inanç, sadece okulda değil, onun bütün hayatına yansır. Eğer bir şeyi yapabileceğinize inanıyorsanız yapabilirsiniz, yapabileceğinize inanmadığınız bir işte ise bol şanslar dileriz. Ayrıca öğrenci bir öğrenme sürecinin içinde pasif olarak bulunuyorsa etkisiz bir öğrenme gerçekleşir. Bu nedenle mutlaka öğrenme sürecinin içerisinde aktif olarak yer almalıdır.

    Okullarda aşırı ciddi, somurtkan, donuk, neşeden uzak, hatta can sıkıcı ortamlarda yapılan eğitimde de öğrenmenin gerçekleşmesi mümkün değildir. Bu nedenle okullarımızdaki eğitim ortamı daha samimi, gayri resmi, rahat bir havada yapılmalıdır. Okullar açıldı ve eğitim sistemimiz içerisindeki sorunları daha bilimsel ve daha gerçekçi tartışma zeminleri oluşturmak kendini daha fazla hissettiriyor. Her geçen gün, eğitim-öğretim zayiatı gençlerin çoğalması, geleceğimizin ayağımızın altından kaydığını gösteriyor.


    Kelimelerin kişiliği ya da kişiliğimiz

  • ÖMER BALTAŞ / ÖĞRENCİ
    Kelimelerin de bir kişiliği olduğunu düşündük mü acaba? Kişilerin kişiliklerini bir ayna gibi yansıtan kelimeleri ve bizi 'biz' yapan kelimeleri kullanmanın erdemliliğini ve alnı açıklığını idrak edebildik mi? Bu sorular çoğaltılabilir. Fakat bizim amacımız bunları çoğaltmak olmayıp cemiyetimize sirayet eden derin bir yaraya parmak basmaktır. Nedir bu yara? Bu yara bize ait olmayan bizim kişiliğimizi, benliğimizi, kültürümüzü ve inancımızı yansıtmayan kelimeleri kullanmanın bizdeki 'biz'i laçkalaştıran, yozlaştıran; Bizi ucube bir varlığa (yokluğa) çeviren sözcükleri kullanma hastalığıdır. Bu hastalığı müşahhas olarak ortaya koyacak bir demet örnek arz edelim.

    Çoğumuzun sıkça kullandığı 'Aydın' kelimesinin beynimizde çağrıştırdığı/şekillendirdiği kişilik ile 'Münevver' sözcüğünün bizdeki irtisamı (izdüşümü) aynı olmasa gerektir. Aydın bize ne kadar yabancı ve uzak ise Münevver bize o kadar aşina ve yakındır.

    Aşağılık kompleksiyle, 'Allah'ın içimizi ürperten deruni anlamını 'Tanrı'nın kuru ifadesiyle hissettirebilir misiniz? Güne 'Sabahı şerifleriniz hayrolsun' duasıyla başlayan bir milletin çocuklarına 'Günaydın' diyerek sabahın soğuk ayazında yüreklerimizi ısıtabilir misiniz?

    Hiç ummadığınız bir sevdiğinizle karşılaşmanız 'Tesadüf' müdür, yoksa 'Tevafuk' mudur? Tesadüfün gayesizliği yanında tevafukun bir gayeyi belirttiği, 'Gayesiz hiçbir şey yoktur' şiarını hatırlatmıyor mu bize? 'Öğrenci'nin sadece öğrenen münfail (pasif / edilgen) bir nesneyi karşılamasına rağmen 'Talebe'nin talep eden amil ve aktif bir özne olduğunu kavrayamadığımızdandır ki bir zamanlar Endülüs'te, Semerkand'ta bize talebe olarak gelenlerin önünde iki büklüm bir öğrenci olarak durmaktayız. Yeni dünya düzenini, yeni dünya düzeninin dikte ettirdiği (empoze) bir dilin sözcükleriyle lanetlememizin bizi bu düzenin bir çarkı durumuna düşürdüğünü hiç düşündük mü?

    Dilimizin bile telaffuz etmekte zorlandığı bir 'Hermenotik'tir tutturmuşuz gidiyoruz. Bizim olmayan ve bizden sadır olmayan; kökleri köklerimize yabancı, yapıları yapımıza ters; 'jik'lerle biten (ontolojik, patolojik vb.) sözcüklere bir nas (dogma) gibi sarıldık.

    Sözlüklerimizde dahi bulunmayan kelimeleri başımızı dik tutup, göğsümüzü gererek kullanmanın bizi göklere çıkardığına ve yücelttiğine inanmışlığımızın semeresidir geri kalmışlığımız.

    Konuşmalarımıza veya yazılarımıza sırf entelektüel bir hava katmak gayesiyle dilimizi kemirerek yerine bambaşka bir lisan yerleştirmeye yaramaktan öteye hiçbir işlevi olmayan sözcükleri kullanmak suretiyle insanların dikkatini ve ilgisini celp ettiğine inanmamız bizi yanıltmasın. Dil şuuruna sahip olmayışımızın örneklerini çarşı, pazar ve sokaklarımızda apaçık görmekteyiz. Star, lıght, in-out, cafe, computer, darmstadt vb. kelimelerin istilasına uğrayan dil ve kültürümüz gitgide içinden çıkılmaz bir yozlaşmaya maruz kalmaktadır.

    Biz sevdiklerini Allah'a ısmarlayarak, Allah'a emanet ederek uğurlayan asil bir kültürün mirasçıları olarak hello, bay-bay, pardon gibi kelimeleri kullanmamız içine düştüğümüz durumun vahametini göstermesi açısından ne kadar ilginçtir. Bugün en küçük meramımızı dahi 'ifade' edemeyecek kelime hazinesinden yoksunluğumuz sebebiyledir ki, cemiyetimizde anlaşılamamaktan kaynaklanan çatışmalar doğmaktadır.

    Tarihin hiçbir döneminde durumumuz bu kadar vahim (trajik-komik) bir çehreye bürünmemiştir.




  • 20 Eylül 2003
    Cumartesi
     


    Künye
    Temsilcilikler
    Abone Formu
    Mesaj Formu

    Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
    Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
    Bilişim
    | Dizi | Karikatür | Çocuk
    Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
    © ALL RIGHTS RESERVED