AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ

K R O N İ K  M E D Y A
Demek 'sadece askerler olur vermedi'?

Kayseri'de bir sazlığın kurutulması, 20 kuruluşun onayına rağmen Genelkurmay'ın "veto"su nedeniyle mümkün olmamış... Hürriyet, haberi "Evet görüyorsunuz, bu ülkede Genelkurmay olmasa doğal zenginliklerimiz de heba olacak!" makamında duyurdu okurlarına...

Aslında bu haberin değerlendirilmesi bir türlü eskimeyen şu soruya cevap niteliğinde olmalı: "Türkiye'de Genelkurmay Başkanlığı'nın hakkında açıklama yapmaması gereken alanlar nelerdir?" Evet, soru bir türlü eskimeyen, sürekli karşılaştığımız bir soru...

Sorunun eskimemesinin, tedavülden kalkmamasının nedeni sorunun gücünden gelmiyor tabii ki...

Tam tersine, cevaplanması çok kolay bir soru bu... Mesela şöyle: "Söz konusu kurum ülkenin doğrudan askeri güvenliğini ilgilendirmeyen alanlara-konulara ilişkin açıklama yapmamalıdır."

Bakın, ne kadar basit... Üzerinde uzun uzun kafa patlatılacak, kitaplar-ansiklopediler karıştırılacak bir soru ile baş başa değiliz aslında...

Ama unutmayalım ki bu basitlik tamamen "teorik" açıdan. Yoksa ülkenin "pratiği" açısından bakıldığında soru gerçekten çok zor bir soru... (İnanmayan 61 ve 82 Anayasaları'nın dibacesine göz atabilir!)

Bu kadar laftan sonra gelelim bu lafları bize ettiren habere: Hürriyet'in (27 Temmuz) bir haberi: "Sadece askerler 'olur' vermedi".

Peki nedir bu iş; "sadece askerler"in "olur vermediği" bu iş de nedir?

"Tank ihalesi" mi? "Savaş uçaklarının modernizasyonu" meselesi mi? "Bedelli askerlik" beklentisi mi? "KKTC'den asker çekme" mi? Yoksa "Kuzey Irak'a asker gönderme" işi mi?

Eğer bu ve benzer konulardan birisi aklınıza geliyorsa, yanılıyorsunuz....

"Sadece askerler"in "olur vermediği" mesele bütün bunlardan çok farklı bir mesele; mesele, Kayseri'deki Hürmetçi Sazlığı'nın kurutularak organize sanayi bölgesine dahil edilip edilmemesinden ibaret.

Kayseri şehir merkezine yakın olan bu sazlığın söz konusu alan içine katılabilmesi için "20 devlet kurumu" projeye karşı çıkmamışken, "sadece" Genelkurmay Başkanlığı, Hürmetçi Sazlığı'nın "önemli bir doğal alan olduğunu ve organize sanayi bölgesinin buradaki yaban hayatına zarar vereceğini belirterek" projeyi uygun bulmadığını belirtmiş.

Yanlış anlaşılmasın; "yaban hayatı"na zarar verilmesine, göçmen kuşların konakladığı bu sazlığın bir- takım sanayi tesislerinin hatırı için kurutulmasına taraftar filan değiliz tabii ki...

Bizim dikkatimizi çeken husus -buraya kadar söylediklerimizden de anlaşılacağı gibi- bambaşka bir şey: Biz bu ülkenin Hürmetçi Sazlığı da içinde olmak üzere doğal zenginliklerinin korunmasına ilişkin olarak başta Çevre Bakanlığı olmak üzere ortada pekçok ilgili resmi ve sivil toplum kuruluşu dururken, "veto hakkı"nın niçin Genelkurmay Başkanlığı tarafından kullanıldığına şaşırıyoruz... Yani bu ülkede "çevrecilik" de mi Genelkurmay'ın görüşü yönünde yapılacak? Bu habere ilişkin olarak bizi şaşırtan ikinci husus da, Hürriyet'in bu haberi niçin okurlarda "Evet görüyorsunuz, bu ülkede Genelkurmay olmasa doğal zenginliklerimiz de heba olacak!" çağrışımına sebep olacak bir başlıkla verdiği... (K.B.)


Gazeteciden reklamcıya: 'Genelkurmay'dan izin aldınız mı?'

Cola Turka'nın yeni reklam filmiyle ilgili bir haber vardı Vatan'da (30 Temmuz). "Savaş tatbikatının tam ortasındaki bir askerin, bulduğu Cola Turka'yı içerek cepheyi terkettiği" filmin "gençleri askerlikten soğutabileceği" endişelerine yol açmış. Daha doğrusu gazetenin bir tahmini var bu konuda. "Reklam filmi" diyor gazete, "kimilerini kızdıracak, barış yanlılarından ise puan toplayacak gibi görünüyor..."

Haber, bu bilgilerin ardından "Türk askeri değil" ara başlığıyla ve filmdeki ordunun "sembolik" bir ordu olduğu bilgisiyle sürüyor...

Biz bu noktada tam "eh, madem Türk ordusu değil, Genelkurmay rahatsız olmaz" diye düşünürken haberin son paragrafında aynen şu satırları okuduk: "Dün gösterime giren reklam filminin gençleri askerlikten soğutacağı iddialarının gerçeklik payı taşımadığını anlatan Ümit Görker, 'Reklam filmi için Genelkurmay Başkanlığı'ndan izin almadık. Herhangi bir sorun olacağını düşünmüyoruz. Zaten aksi halde böyle bir reklamı kesinlikle yayınlatmazdık' diye konuştu..."

Bu paragrafı okuyunca anladık ki, Ülker'in halkla ilişkiler müdürü, doğrudan doğruya bir ya da daha fazla gazetecinin "Genelkurmay'dan izin aldınız mı?" sorusuna muhatap olmuş... "Genelkurmay'dan izin almadık", bu yönde bir soru gelmedikçe söylenecek bir söz değil...

Bakın, ortada özel bir firma ve onun reklam filmi var... "Barış çıkartan" Cola Turka da bir Türk askeri tarafından değil "sembolik" bir asker tarafından içiliyor... Ama gazeteciler gene de "Genelkurmay'dan izin alınıp alınmadığını" sorguluyorlar. Enteresan bir refleks doğrusu... (A.G.)


CNN Türk'te Baykal'a sorulmayan soru...

Deniz Baykal, Avrupa'daki hızlı trenlerde otomatik olarak devreye giren hız kesme sistemlerini, kafasında, insanın (makinistin) iradesini sıfırlayacak ölçüde mutlaklaştırmış anlaşılan... CNNTürk'teki "Ankara Kulisi"nde "Yüzlerce insanın canı bir makinistin 30-40 saniyelik dalgınlığına terkedilebilir mi?" diye sordu... Programı yöneten iki gazeteci bu argümana hiç şaşırmamış göründü...

Büyük bir infiale yol açmış olaylar-gelişmeler üzerine muhalefet etmenin "kırmızı çizgileri" var; oraları aşarsanız inandırıcılığınız ciddi zarar görebilir... Ve muhalefet, belki doğası gereği hep zorlar bu sınırları... Buna yol açan şey de, sözünü ettiğimiz olayların siyasetçilerde uyandırdığı "ne dersem kaldırır" duygusudur... Ama şu da kesindir: Sınırları aşmaya başladığınızda, başlangıçta size hak verenler bir süre sonra "istismar" kokusu almaya başlar...

Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Genel Başkanı Deniz Baykal, CNN Türk'teki "Ankara Kulisi"nde "Hızlandırılmış tren faciası"yla ilgili olarak bu türden bir muhalefetin içinde göründü... Söylediği her şeyi kast etmiyoruz, çoğu doğruydu, fakat "trenin hangi kilometrelerde hangi hızla gideceğinin insan iradesine bırakılması"nı eleştirdiği bölümde dile getirdikleri inanılır gibi değildi. Not almadık, mealen aktarıyoruz, ama özüne kefiliz; gereğinde bantlar tekrar dinlenir, olur biter. Şöyle dedi Baykal:

"Siz, bir trenin viraja şu kilometre hızla değil de bu kilometre hızla girmesini bir insanın (makinistin) iradesine nasıl bırakırsınız? Demek o kişinin 30-40 saniyelik bir dalgınlığının bir faciaya neden olacağını baştan kabul ediyorsunuz..." (Dinlerken, Baykal'ın bu argümanı geliştirmesinde, kazanın olduğu metrelerde trenin 118 km hızla gittiğinin, gene aynı metrelerde önceki bütün seferlerde 80 km civarında hız yapıldığının kesinleşmesinin rol oynadığı gibi bir sezgiye kapıldık... "İşi 'insan iradesi'ne bırakırsanız, 100 seferde olmaz, birinde oluverir" demek ister gibiydi...)

Baykal belli ki Avrupa'daki hızlı trenlerde otomatik olarak devreye giren hız kesme sistemlerini kafasında, insanın (makinistlerin) iradesini sıfırlayacak ölçüde mutlaklaştırmıştı... Ya da öyle sanıyordu... Fakat öyle olsa, makiniste ne hacet? Değil mi?

CHP Genel Başkanı, mesela kara trenin makinistinin "30-40 saniyelik bir dalgınlığı"nın da benzer bir faciaya yol açmayacağına emin mi? Şöyle bir model üzerinde düşünelim: Trenimiz (kara) 40 kilometre hızla girmesi gereken bir viraja "30-40 saniyelik bir dalgınlık sonucu" 80 kilometre hızla giriyor (kara trenleri o kadar da küçümsemeyin, onların da bu kadar hıza ulaşabilecek bir kapasiteleri var). Bu varsayımın sonucunda galip ihtimal sizce hangisidir? Kazanın olması mı, olmaması mı...

Hem sonra sadece demir yollarında değil, hava ve kara yollarındaki bütün seyahatlerimizin güvenliği "insan iradesi"ne bağlı değil mi? İçinde Baykal'ın da bulunduğu CHP'nin seçim otobüsünün şoförü, Allah korusun, "30-40 saniyelik bir dalgınlık sonucunda" 50 km hızla girmesi gereken keskin bir viraja 100 km hızla girerse, n'olmak ihtimali vardır?

Son paragrafımızı, Baykal'ın sözlerini bu sayfanın çerçevesine oturtmaya ayıralım; çünkü biliyorsunuz, biz bu sayfada siyasetçilere eleştiri yöneltmiyoruz... Evet, sözümüz o programı yöneten iki meslektaşımıza: Baykal, tren faciası muhalefetinde "kırmızı çizgiler"i aşarken, yukarıda yazdıklarımız onların da aklına gelmedi mi? Geldiyse neden itiraz etmediler? (A.G.)


Türkiye bunu ne zaman kabul etti? Bizim gazeteler neden duyurmadı?

Vatan gazetesinin (30 Temmuz) Dış haberler sayfasındaki "İNGİLİZ ASKERLERİ BİZİ KUM TORBASI YAPTI" başlıklı haber.. (Başlığımız, haberin Türkiye'yle ilgili son satırlarına gönderme yapıyor.)

İngiliz askerleri tarafından öldürüldükleri iddia edilen 13 Iraklı'nın aileleri tarafından açılan dava başladı. İngiliz Yüksek Mahkemesi'nde görülen davada Iraklı aileleri temsil eden Rabinger Singh, gözaltındaki Iraklılar'a inanılmaz işkenceler yapıldığını iddia etti. Buna göre, esirler Michael Jackson gibi dans etmeye zorlandı, askerler tarafından kum torbası gibi kullanılarak üzerlerinde boks antrenmanı bile yapıldı. Singh, Iraklılar'a işkence yapılırken onları izleyen İngiliz askerlerinin kahkahalarla güldüğünü de ileri sürdü. Dava, Irak'ta resepsiyonist olarak çalışan Baha Musa'nın ölümü üzerine yoğunlaştı. 26 yaşındaki Iraklı'nın gördüğü muamelenin insan haklarına aykırı olduğunu savunan Singh, "Türkiye Kıbrıs Harekatı'nda Türk askerlerinin bazı Kıbrıslılar'ı öldürdüğünü kabul etti. Şimdi insanlık ayıbı olan bu cinayetleri İngilizler'in kabul etmesinin zamanı geldi" dedi.


Bize müsaade

Becerebileceğimiz kadar uzun bir süre için sayfayı kapatıyoruz... En az üç hafta... "Çok" diyenleri sadece bir gün 12-15 gazeteyi önle-rine serip didik didik okumaya davet ediyoruz... Hoşça kalın...


1 Ağustos 2004
Pazar
 
YÖNETENLER: Kürşat Bumin
Alper Görmüş


Künye
Temsilcilikler
Abone Formu
Mesaj Formu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Dizi | Çocuk
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED