AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ

D Ü Ş Ü N C E    G Ü N L Ü Ğ Ü
ABD özgürlük havarisi mi
yoksa günah keçisi mi?

İmgelerdeki Amerika ile ilgili tartışmalarda, özellikle 11 Eylül sonrasında, kalıplaşmış, ideolojik boyutu ön plana çıkan konjonktürel değerlendirmeler, bu ülkeye ilişkin olumlu gerçekleri görmeye imkân vermemektedir.

  • SELÇUK ARI / AB UZMANI
    Bugün ABD'nin gerek siyasi, gerekse sosyo-ekonomik olarak geldiği nokta, kuşkusuz yadsınacak bir nokta değildir. İngiliz tarihçi Timothy Garton Ash'ın da dediği gibi, "Bugünün dünyasında kendi kendimize sorduğumuz asıl soru, 20. yüzyılda olduğu gibi, Rusya konusunda ne düşünülmesi gerektiği değil ABD konusunda ne düşünülmesi gerektiğidir." Tarih kitaplarında, her ne kadar Amerika'dan yeni kıtada kurulan genç bir devlet olarak bahsedilmekteyde, Amerika'nın köklerini Roma, Osmanlı, Büyük Britanya İmparatorluklarında bulmak ve bugün, geçmişin bu mağrur imparatorluklarının izlerini Amerika'da ve onun izlediği politikalarda görmek olasıdır.

    Bu nedenle, Amerikan hayranlığından Amerika'yı "Büyük Şeytan" olarak gören radikal Amerikan muhalifliğine kadar, birbiriyle uzlaşmaz görüşlerin ortak noktası, Amerika'nın günümüzde ne kadar büyük bir nüfuz alanına sahip olduğunu teyit etmesidir. Günümüzde Amerikan imajı ve inanırlılığı, küresel çapta sistemik bir risk karşısında bulunmaktadır. Ancak bu sistemik risk karmaşık ilişkiler bütününün oluşturduğu Amerika gibi gerçek küresel bir gücün toplum yapısının ve izlediği politikalarının genel görünümünün de sağlıklı değerlendirilmesini zorlaştırmaktadır.

    Hangi Amerika?

    Zira sadece gelişmiş ülkelerde değil, az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin dünyasında da Amerika ve Amerikalılar hakkında yapılan değerlendirmelerde, genellikle ya romantizme kaçan söylemler, ya da içinde bulunulan zorlu hayat koşullarının temel nedeni olarak aşırı olumsuz tavırların ve üslupların tutsağı düşünceler egemendir. Amerika, yakın tarih boyunca uluslararası ilişkilerdeki özgül ağırlığından ötürü bazen gösterişli, kimi zaman da gerçeklerle uyuşmayan beklentiler, tutkular, genelleştirmeler ve çelişkiler yaratmaktadır.

    Bu nedenle, imgelerdeki Amerika ve Amerikalılarla ilgili tartışmalarda, özellikle 11 Eylül 2001 sonrasında, kalıplaşmış, ideolojik boyutu ön plana çıkan konjonktürel değerlendirmeler, bu ülkeye ilişkin olumlu gerçekleri bütün çıplaklığıyla görmemizi olanak vermemektedir. Bu itibarla Amerika ile yapıcı bir diyalog ortamının tesis edilmesi önem taşımaktadır.

    Bu çerçevede dış dünyada belirli bir Amerikan algısına sahip insanların; içinde bulundukları zaman, mekan, sosyo-ekonomik, siyasi ve kültürel koşullara bağlı olarak oluşmuş ve birebir Amerika gerçeği ile örtüşmeyen farklı bir algıya sahip oldukları hususunun her türlü Amerika analizinin temel varsayımı olduğunun kabul edilmesi tutarlı bir yaklaşım olacaktır. Zira Amerika denildiği zaman, "hangi Amerika?" soruları, önem kazanmaktadır. Esasında zihin dünyalarında var olan Amerika'nın çok yüzlü olduğu ve bazen bir algılamanın diğer bir algılama ile çeliştiği, sözgelimi Amerikan rüyasının sembolize ettiği bir özgürlükler, rüyalar ve fırsatlar ülkesi olarak "sanal Amerika"nın, bir de bazı yönleriyle gelişmekte olan ülkeyi andıran "gerçek Amerika"nın bulunduğu söylenebilir. Bu, bir bakıma Amerika'nın, gerçeklerle kurguların, mevcutlarla potansiyellerin, ahlakla çıkarcılığın, din ile din karşıtı tarihin, özgürlükle siyasal baskının ve yoksulluğun birbiriyle terkip edildiği bir coğrafya olduğunun da işaretidir. Denilebilir ki, karanlık Ortaçağ Avrupasına yeni bir alternatif dünya olarak kurulan Amerika; tarihi şekillendiren ender ülkelerden biri, kendi tarihi ile eşit insanlık onuru ve özgürlüklerin koruyucusu, bu açıdan özgürlüğü düşkün ama köleliği de belli bir süre sürdüren çelişkili bir toplum, davetkâr kültürü ve yaşam standardı ile geniş kitleleri kendine çeken ve bu yönüyle cazip, düşüncelerini insanlara cilalı bir imaj ile satabilen ve onlara bunların ne olduğunu gösteren ideal olmayı başarabilmiş, çok çeşitli göçmen gruplarından oluşan, kapsayıcı, Tanrının yeryüzündeki krallığı olduğunu sanacak kadar dindar fakat meşruiyet kaygısından uzak, yeryüzündeki neredeyse tüm sorunların gerisindeki en popüler günah keçisi bir ülkedir. Dış dünyada, zaman içerisinde Amerika'ya ve onun temsil ettiği değerlere yöneliknefretin oluşmasında, kendi başarısızlıklarını perdelemek için Amerika'yı her seferinde bir günah keçisi olarak kullanan Saddam Hüseyin, Muammer Kaddafi gibi çağdışı ve saplantılı diktatörlerin ve sistem egemenlerinin ya da yönetici elitlerin hatırı sayılır katkısı yok değildir. Bu nedenle ülkelerin ve toplumların, Amerika ile olan ilişkilerinde ideolojik bir Amerikan karşıtlığı yoluyla kahramanlar, günahkârlar ya da günah keçileri oluşturma yerine, kendi coğrafyalarında daha etkin bir sistem kurmalarının rasyonel bir tercih olacağı kanaatindeyiz. Zira yeryüzündeki bütün kötülüklerin tek bir kaynaktan, Amerika'dan, beslendiği, ülkelerin ve toplumların başına gelen tüm musibetler için mutlaka bir neden aranacaksa, bunun her koşulda Amerika olması gerektiği düşüncesi, gerçekçi bir yaklaşım olmayacaktır.

    Amerika'nın gerçek yüzü hangisi?

    Bugün uluslararası ilişkiler koşullarının yarattığı ortam, ABD'yi, "liderlik" konusunda yapayalnız bıraktığı gibi Amerikalılaşmanın derin çekim etkisinin ortaya çıkardığı şokların tümünü çeşitli doktrinlere oturtamayacağımız karmaşık bir dünya yaratmıştır. Eski Amerikan Dışişleri Bakanlarından Henry Kissinger, bu durumu, Amerika'nın, ilk kez belirsiz bir geleceğe uzayan küresel bir strateji tasarlamakla yükümlü olmasıyla açıklamakta ve Amerika'nın böyle bir dünyadaki başarısının, çok çeşitli politik, ekonomik, stratejik ve toplumsal sorunların dereceli olarak iyileştirilmesiyle ölçüleceğini belirtmektedir. Oysa uluslararası ilişkilerde ortaya çıkan gelişmeler, özellikle Irak ve Ortadoğu bağlamında, Amerika'nın kendi geleneksel değerlerine karşı bir duyarsızlaşma sürecine girdiğine işaret etmektedir.

    Bu hususun bir medeniyetin sürdürülebilirliği açısından ne kadar zararlı olduğuna ilişkin tarih kitaplarında yeterince canlı örnekler mevcuttur. Bir tür evrenselci ideoloji olan komünizmin yerini şimdilerde dünya genelinde saldırgan bir Amerikan imajının ortaya çıkmış olması sadece "Amerika'nın ruhu"nu değil aynı zamanda kalplerdeki ve zihinlerdeki Amerika'yı da örselemektedir.

    Gerçekten de insan ve ulus sevgisiyle dolu olan Amerikalı şair Walt Whitman'ın, 19. yüzyılda yeryüzündeki farklı ulusları birleştirmeye çalıştığını iddia ettiği dönemin Amerika'sından, günümüzde uluslararası sistemi ve geleneksel yöntemleri parçalayıcı bir yaklaşım içinde bulunan ve bu nedenle bir çok açıdan eleştiri oklarının hedefi olan bir Amerika'ya gelindiğini görmek şaşırtıcıdır. Aşırı güçten ve kendini beğenmişlikten muzdarip olan Amerika'nın, tarihsel süreç içerisinde geçirdiği bu evrim, çarpıcı olduğu kadar küresel güç olma iddiasındaki ülkeler için de faydalı derslerle doludur. Öte yandan dünyadaki geniş kitleler, yakın dönem Amerikan politikalarını değerlendirirken, "uzun yıllardır dünyadaki barışın, düzenin ve özgürlüğün garantörünün, düzensizliğin ve savaşın faktörü olma konusundaki dönüşümünü anlamakta güçlük çekiyoruzî şeklinde şaşkınlıklarını dile getirmekte ve geçmişin Amerika'sına deyim yerindeyse özlem duymaktadırlar.

    Dış dünya Amerika'ya ne kadar güveniyor?

    Şu an için dış dünyanın Amerika'dan en önemli beklentisi, adil bir Amerikan gücüdür. Zira adil olmayan ve sadece kaba güce dayalı bir Amerikan gücü, Amerika'nın, geniş kitlelerin nazarında anlaşılmasını güçleştirdiği gibi, bir inandırıcılık sorununu da beraberinde getirmektedir. Bu nedenle, Amerika'nın, inandırıcılık sorununu halletmesi, kuşkusuz temel Amerikan değerlerine işlerlik kazandırılmasıyla da ilgilidir. Bu noktada, Montesquieu, Amerika için de yararlı bir rehber niteliği taşıyan Romalıların tarihini şöyle özetlemektedir: "Romalılar, ortaya koydukları genel ilkeler sayesinde bütün kavim ve milletlere üstün geldiler. Fakat bu amaca ulaştıktan sonra cumhuriyetleri varlığını sürdüremediğinden yönetim değişikliği icap etti. Yeni yönetimce, ilk konulan ilkelere aykırı bazı usullerin tatbiki Romalıların zayıflamasına yol açmıştır". Montesquieu'nun bu saptaması, günümüz Amerikası için de geçerlidir. Amerika, bugün için geldiği noktada, dünya uluslarına tıpkı 20. yüzyılda olduğu gibi örnek olmalı, özgürlük ve adaleti dünyanın her tarafında hakim kılmaya çalışmalı, ancak bunu yaparken, salt askeri bir dev görüntüsüyle dış dünyanın nefretini de kazanmamalıdır. Kurucu ilkelerine sadık ve özgürlükçü bir Amerika, insanların gönüllerini fethetme cesaretini kendinde görmelidir. Bunun için de takip edilmesi gerekli yol, kanımızca Amerika'yı teşkil eden özgürlükçü değerler ve Amerikan ideali ile rüyasının bu çağda yeniden yaratılmasıdır. Kissinger'in de belirttiği gibi, böyle bir dünyada Amerika, yalnızca kendi liderliğinin getirdiği psikolojik yükleri paylaşmak için değil, aynı zamanda özgürlük ve demokrasiyle tutarlı bir uluslararası düzenin şekillendirilmesi için de ortaklar bulacaktır.


    SOYKIRDINIZ, SOYKIRMADIK!

    Soykırım konusunu biz yasal nedenlerle rahat konuşamıyorsak, Ermeni dostlarımız da aynı nedenlerle ama bir ilave ile, kendi kesin inançları sebebiyle de rahat konuşamıyor.

  • KENAN ÇAMURCU / ARAŞTIRMACI - YAZAR
    Gazetelerde okunduğu, TV'lerde izlendiği gibi, Doğu Konferansı heyetinin Yerevan Devlet Üniversitesi'ni ziyaretinde Türkoloji Bölümü öğrencisi gencin salonda bulunan herkese bir emr-i vakiyle soykırım için saygı duruşunu dayatması aslında evsahibi nezaketiyle bağdaşmayan yanından çok, gezimiz ölçeğinde yaşanan emrivaki dayatma uçlarındaki Ermenistan 'ulusal siyaseti'ne dair karakteristik sayılmalıdır. Karabağ sorunundaki değerlendirmelerden, dünya başkentlerinde Türkiye aleyhine karar çıkartma gayretlerinin ülkenin her kesimince desteklenen yol haritası olmasına kadar bir dizi durum 'ulusal siyaset'in gücü ve baskınlığı hakkında fikir verebilir. 'Ulusal siyaset'in nüfuz gücü ülkede bağımsız entelektüelin hayat bulmasına imkan tanımayacak denli görülse yeridir.

    Sonuç itibariyle, soykırım için saygı duruşuna daveti Doğu Konferansı Çağrıcılar Kurulu üyesi Aydın Çubukçu sayesinde 1915'deki trajik olaylarda hayatını kaybeden herkes için saygı duruşuna dönüştürdüysek de başlangıçtaki bu olaydan sonra gezimiz -korktuğum başımıza gelmiş olarak- bir daha iflah olmadı ve Ermenistan'ı iç çelişkileriyle ve bölgesel resmin içindeki yerini içeren tüm yönleriyle tanımamıza fırsat tanımayarak Türk-Ermeni sorununa kilitlendi. Bu da elbette faydadan hâli bir konuşma konusu değil ama gönül isterdi ki ilk kez gittiğim Ermenistan'da, mesela ilk gün Yerevan Times gazetesinin manşetinde gördüğüm "Yarım yamalak değil, ülkede tepeden tırnağa demokrasi olmalı" eleştirisinin açılımlarını, tartışma başlıklarını ve taraflarını da yakından tanıyabilseydik.

    Türkler Ermenistan'a gittiklerinde başka bir gündemle ağırlansalar belki şaşmak gerekecekti ve galiba esaslı bir normalleşmenin gerçekleştiğini ancak Türk-Ermeni sorununun ötesine geçilebildiğinde anlayabileceğiz. Bunun önkoşulu da, Ermeni muhataplarımızın, resmi tezler karşısında kendilerini hiç olmazsa bizim kadar rahat hissedip entelektüel faaliyetin bağımsızlığına inanmaları, bizimse Türkiye'de karşı propagandanın yolaçtığı baskılardan yılmayarak, günümüz koşullarında oluşmuş yasa koyucununkinin yerine, kendi uzak ufuklu "milli yarar" tanımımızda ısrarcı davranmamız olacak. Soykırım konusunu biz yasal (TCK 306. madde) ve ideolojik nedenlerle rahat konuşamıyorsak, Ermeni dostlarımız da aynı nedenlerle ama bir ilave ile, kendi kesin inançları sebebiyle de rahat konuşamıyorlar. Eski dışişleri bakanı Rafi K. Hovanisyan'ın kurucusu ve başkanı olduğu ACNIS'in (Ermenistan Ulusal ve Uluslararası Araştırmalar Merkezi) Ekonomi ve Diaspora İşleri analisti Hosip Hurşidyan'la yaptığımız yarı şaka yarı ciddi diplomatik pazarlıkta, imparatorluklar çağında ortaya çıkmış bir soruna ulus devletler çağına ait yöntem ve enstrümanlarla üretilen çözümlerin sadece Türkiye bakımından değil, hiçbir egemen devlet açısından baştacı edilebilir olmasını beklememeleri gerektiğini, dolayısıyla hukuki bir tanım olan "soykırım" duvarını Türkiye'nin önüne diktikçe ilerleme sağlanamayacağının çok açık olduğunu söylediğimizde Hurşidyan'ın çekilebildiği son pozisyon, "soykırım konusunun çözümünü belki bir sonraki nesle bırakmanın mümkün olabileceği, şu an ise acil gündemimiz olan, ilişkilerin iyileştirilmesi meselesini halletmemiz gerektiği" oldu mesela.

    Meselenin tarihsel yönü belge alışverişi, incelemeler ve başka bilimsel yöntemlerle değerlendirilebilecek bir şeyken buradan ille de siyasi ve hukuki sonuç çıkarılmaya çalışılmasını, %3'lerdeki oy oranıyla pek dikkate almamamız öğütlense de Taşnak Partisi'nin ideolojik etkisi hakkında kanaat edinmeye yetecek bir gerçeklik olarak önümüze koymak zorunda kalıyoruz.

    Bununla birlikte Ermenilerin bu konudaki kafa karışıklığına da hemen işaret edelim. Ermenistan'ın tarihten tevarüs eden sorunları arasında soykırımın uluslararası toplum tarafından tanınmasının yakın vadede mümkün olabileceğini düşünenlerin oranı %52 iken, nüfusun %48'i bunu imkansız görüyor. Ermenilerin tarihsel olarak yoğun bulunduğu toprakların Ermenistan'a katılabileceğine inananların oranı %6, bunun mümkün olmadığını düşünenler ise %94. Ermeni halkının sağduyulu değerlendirmesine karşın Taşnak'ın siyasi etkisindeki yönetim tarihsel tehcir olayından bugüne dair siyasi sonuç çıkarmada ısrarlı davranınca Türkiye meselenin dostluk ve barış ortamı için değil, Türkiye'den siyasi tavizler koparmak için konuyla ilgilenildiği sonucunu çıkarıp kalkanlarını dikiyor. Türkiye'nin tarihsel fırsat saydığı bütün durumlarda ve mesela AB müzakerelerinin başlangıcı için de soykırımın tanınmasının kader belirleyici hale gelmesi, Türkleri, barış ve dostluk duygularıyla davranıldığına değil, mütareke koşullarında çok ortaklı pazarlık kampıyla karşı karşıya bulunulduğuna ikna ediyor. Ermeniler, Türklerin nasıl olup da bu denli açık bir tarihsel olayı kabul edemediklerini anlayamıyorlar. Üstelik tarihte olmuş bitmiş, bugünkü Türklerin hiçbir şekilde sorumlu olmadığı, İttihatçıların neden olduğu bir olayda bizim neden alınganlık yaptığımıza şaşırıp kalıyorlar. Soykırımı tanımanın beraberinde mutlaka tazminat ve toprak talebi getirmeyeceğini batıdaki örneklerden anlatarak neden bu tavrı sürdürdüğümüzü merak ediyorlar.

    Türkiye'nin tutumunu belirleyen elbette ki cihet-i askeriyedir. Hep kabul edildiği gibi, devlette sürekliliği siviller ve siyasiler değil askerler temsil ettiğinden, soykırım konusu da, İttihatçı bile olsalar o günkü paşaların ve askeriyenin kararlarından biri olarak bugünkü askerler için aşılması kolay olmayan eşik görülüyor olabilir. Öyleyse ne askeriyenin, ne de Ermenilerin onuruna ve tarihsel prestijine gölge düşürmeyecek ortalama bulunana dek Türk ve Ermeni taraflarının birbirine yakınlaşması için ilk kımıldama sağlanmış olamayacak mı? Bunun cevabını AK Parti hükümetinin çözüm bulma iradesindeki isteklilik ve güçte arayacağız.

    Ermenistan, Türkiye için vazgeçilmez midir? Türk hariciye bürokrasisinin bu soruya şu anda 'hayır' cevabı verdiği çok bellidir. Askerlerin güvenlik değerlendirmeleri bakımından Ermenistan'ı fazla dikkate almadıkları da açıktır. Ama hep söylendiği gibi, hatt-ı müdafaa anlayışının stratejik derinlikten yoksun perspektifi Ermenistan'ı Türkiyenin alelade bir sınır komşusu yapmakta, sorunu Kafkaslar derinliğinde algılamayı önlemektedir. Türkiye'nin Ermenistanla ilişkilerini Azerbaycan dolayımıyla (Karabağ sorunu) incelemesinde de bu zaaf çok açık görülmektedir.

    Bu tutum Ermenilere, cumhuriyetlerinin bağımsızlığının önündeki en büyük engeller olarak Rusya (%56) ve ABD (%6) ile birlikte Türkiye'nin de bulunduğunu (%4); buna karşılık Türkiye'nin, cumhuriyetin bağımsızlığını destekleyen ülke veya kurumlar arasında (AB %72, ABD %6) yer bile almadığını (Türkiye %0) düşündürüyor. Kıbrıs konusunda jeostratejinin dayattığı kaçınılmaz opsiyonlar argümanı bizi ikna edebilse de Ermenistan sorununda -yok yere icat etmeyeceksek- böyle kısıtlar içinde bulunmadığımızı cesaretle söyleyebilmeliyiz.


    GÜNÜMÜZDE DİN KARŞITLIĞI

    Bazı kimseler için din bir şey ifade etmeyebilir. Ama bugün yaşayan her dinin yüz milyonlarca; milyarlarca mensubu var. İnanmış bu insanlara saygı duymak gerekir.

  • İSMAİL ÖZCAN / İLAHİYATÇI
    Son yıllarda, dar bir çevrede, din ayrımı yapmadan, din kurumunu eleştiri adı altında dini aşağılama, buna karşılık aklı ve bilimi putlaştırma eğilimi görülüyor. Birçok şeyler irdelenmeli, eleştirilmeli. Tabular, dokunulmaz değil. Ayrıca inanma hakkı kadar inanmama hakkı da belli bir ölçüde anlayışla karşılanmalı. Vicdan özgürlüğü denilen şey bir bakıma budur. Ancak dine yöneltilen eleştirilerin üslubu çağdaşlığı, uygarlığı yansıtacak şekilde ölçülü, saygılı olmalı. Bugün gördüğümüz bunun tam tersi. Eleştiri değil, adeta hakaret etme, karalama... Bunları yapanların sayıları; yazar, tarihçi, akademisyen olarak üçü-beşi geçmiyor. İsim vermeye gerek duymuyoruz. Amaç, şahıslar, isimler değil; objektiviteden son derece uzak, yanlı, önyargılı hatta art niyetli bir gidişe işaret etmektir.

    Bazı kimseler için din hiçbir şey ifade etmeyebilir. Ama bugün yaşayan her dinin, yüz milyonlarca; milyarlarca mensubu var. İnanmış bu insanlara saygı duymak gerekir. Toprağı bol olsun, Aziz Nesin, din ve inanç konusu her gündeme geldiğinde, "Evet ben inanmıyorum; ama inananlara saygım var" derdi. Bir dini, bir felsefeyi, bir ideolojiyi aşağılamadan, kırıp dökmeden; mensuplarını, bağlılarını rencide etmeden eleştirmek mümkün değil midir? Uygar insandan beklenen bu olmamalı mı? Dinin dogmalarına karşı çıkıyorum diye kendi dogmalarını yaratmak, çağdaşlık ve bilim adamlığı mıdır? Çağımızın gerçek bilim adamları; haddini bilen, insaf ve tevazu sahibi kimselerdir. Bunlardan biri olan tanınmış uzay bilgini Carl Sagan'ın son eserine, "Karanlık Bir Dünyada Bilimin Mum Işığı" adını vermesi oldukça anlamlıdır. Bugün haklı olarak övündüğümüz bilim; uçsuz bucaksız evrenin bilinmezlerini, ancak sonsuz karanlıkları bir mumun aydınlatabildiği kadar aydınlatabiliyor. Akıl ve bilim şüphesiz giderek birçok kozmik sırrı çözecektir. Fakat karşımıza başka hangi sırlar çıkacağından habersiziz. Çağımızın bir bilim adamı, "Evrende bir sır çözüyoruz, karşımıza onlarca sır çıkıyor" diyor. Akıl ve bilim çok şeydir; ama her şey değildir.

    Din kurumuna farklı bakan, ilahi bir kaynağı makul bulan sağduyulu bilim adamları da bulunmaktadır. Bunlardan biri olan Fransız Tıp profesörü Maurice. Bucaille, "Kjtab-ı Mukaddes, Kur'an ve Bilim" adındaki eserinde şu görüşe yer veriyor: "Hz. Muhammed'in yaşadığı çağın bilimsel bakımdan durumu sebebiyle Kur'anda bilimsel yönü olan açıklamaların çoğunun insan eseri olduğunu kabul etmek mümkün değildir. Bundan dolayı Kur'an'ı vahyin ifadesi (Tanrı sözü) saymak tamamen yerindedir."

    Böyle çok sayıda görüş öne süren bu yazar ve eserini ve benzer diğer yazar ve eserlerini, dini akıl ve ilim süzgecine tabi tutanlar görüp incelemişler midir? Bilimsellik ve objektiflik bunu gerektirmez mi ?



  • 27 Aralık 2004
    Pazartesi
     


    Künye
    Temsilcilikler
    Abone Formu
    Mesaj Formu

    Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
    Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
    Bilişim
    | Dizi | Çocuk
    Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
    © ALL RIGHTS RESERVED