T ü r k i y e ' n i n   B i r i k i m i

Y A Z A R L A R
İslâmcılık mı, taşralılık mı?

-"Birisi çıkıp da Almanlara, kurtuluşlarının ancak Alman kültür, medeniyet ve irfanını bırakmakla kabil olacağını söylemiş olsaydı, acaba nasıl bir karşılık görürdü?!? Böyle bir iddiada bulunan kimse, 'Alman', hele hele bir 'Alman ıslahatçısı' sayılır mıydı?!?"

Bu 'suâl' sûretindeki tesbit, bizlerin en nihayet nasıl olup da ancak 'biz' olmaktan çıktığımız takdirde adam olacağımıza inanan bir toplum haline geldiğimiz meselesine açıklık kazandırmakla kalmıyor, aynı zamanda Said Halim Paşa'nın o yıllarda inatçı muhataplarını niçin ısrarla 'kendileri gibi' kalmaya davet ettiğini de izah ediyor.

Paşamız, o devirde memleketin içinde bulunduğu maddi-manevî sıkıntılardan nasıl kurtulabileceğine dâir iki farklı yaklaşımın mevcut bulunduğunu söyler:

- "İslâm âleminin bugünkü hâline nazar edersek, aynı cemiyette, aynı millette birbirinden farklı, hatta birbirinin tamamen zıddı iki çeşit gaye bulunduğunu görürüz. Bunların biri, büyük halk kitlesinin gayesidir; diğeri pek küçük bir azınlıkta kalan aydın sınıfının takip ettiği gayedir."

Yani yaklaşık bir asır önce halkın istek ve arzularıyla, işleri siyasî erkin isteklerini yerine getirmekten ibaret olan aydın sınıfının istek ve arzuları başka başkadır, hatta bu 'başkalık' -neredeyse- telif edilemez bir 'karşıtlık' halindedir.

Paşa, bu 'karşıtlığı' şöyle özetler:

- "Bunlardan birincisi, İslâmiyet esasına dayanan mevzî bir gayedir. Meselâ İran, Hindistan, Türkiye ve Mısır'daki Acem, Hintli, Türk ve Arap millî gayeleri böyledir. Bunlara göre saadet herbirinin kendisine has bir anlayışla uymakta bulundukları din'de ve o din'den gelen esaslara ve an'anelere muhabbet edip bağlı kalmaktır.

İkinci gayeye gelince, bu da mevzîdir, ancak Batılı esaslara dayanır. Saadeti Hintli, Türk, Acem ve Arap düşüncesi ile anlaşılmış ve tefsir edilmiş bir Batı Medeniyeti'nde arar. Birinci gayeyi takip edenlerin millî istidatlara uyabilen bir yenilik cereyanı içinde muhafazasına çalıştıkları herşeyi tahrip edip yıkmaya çalışır; dâima Batı'nın nazariye ve inançları üzerine bina edilmiş birtakım yeni esaslar koymaya gayret eder."

Bu temel çelişkinin yol açacağı musibetler acaba bugün bizlerin meçhûlü müdür?! Aşağıdaki satırlar okunduğu takdirde görülecektir ki temel sorunumuz hâlâ aynıdır:

- Görülüyor ki İslâm âleminin her tarafında halk ile aydın tabaka arasında doldurulması imkânsız büyük bir uçurum vardır. Halk, her yerde ileri gelenleri ve mütefekkirleri ile tam bir tezad halindedir. Onlara ne yaptığını bilmeyen fakat pek tehlikeli ve yıkıcı unsurlar gözü ile bakarak itimad edemez. Halktan beklediği takdir ve itaati göremeyen mütefekkir tabaka ise, vatandaşlarına karşı hor gören bir çehre takınarak kendini teselliye çalışıyor; memleketini her tarafı kaplayan cehaletten kurtarmaktaki aczinden utanması lâzım gelirken, istediğini yapmayan muhitinin sert ve inatçı olduğundan şikayet edip duruyor. Halkı, işinde ve bilgisinde yüksek bir seviyede bulunduğuna inandıramayınca, daha başka çeşitli vasıtalara başvurarak nüfûz elde etmeye çalışıyor. Böylece yabancıların baskılarına bir de aydın tabakanın baskısı eklenmiş oluyor. Bu hâl ise müslüman milletlerin hayat şartlarını tahammül edilemez bir raddeye getirmekte, düşüşü ve gerilemeyi kat kat tehlikeli bir hâle koymaktadır."

Said Halim Paşa'nın bu tesbitlerinden -hem de hiç tereddüt etmeksizin- günümüzün meselelerini anlayıp yorumlamak bakımından da istifade edebiliriz. Çünkü bugün memleketimizin başındaki gâilelerin hemen hepsinin temelinde, aynı 'başkalık', aynı 'karşıtlık' bulunmakta olup bu karşıtlık hall u fasl edilmedikçe hiçbir sûrette bu çukurdan çıkmak imkânının bulunamayacağı âşikârdır.

Lâkin bugün için sorunlarımız biraz daha derinleşmiş durumda.. Zira halkın inanç ve an'anelerine sahip çıkmaları gereken çevrelerle dahî halk arasında artık ciddiye alınması icab eden keskin bir uçurum meydana gelmiş bulunmaktadır. Sözgelimi bugünün birtakım İslâmcı aydınlarının (!) insan, aile, toplum, din, devlet ve siyaset tasavvuru yanında Said Halim Paşa'nın eleştiri konusu yaptığı aydınlar -tahmin edilemeyecek kadar- 'muhafazakâr' kalmaktadır.

Ne gariptir ki bugün 'İslâmcılık' -bilhassa bir kısım İslâmcı aydınların marifetiyle- modernleşmeyi hızlandırıcı bir keyfiyet kazanmış olup köklü bir hesaplaşmanın, güçlü bir direnişin, asil bir muhalefetin vasıtası olmaktan çıkmış, sonradan görmelerin elinde âdeta teslimiyetin aracı haline getirilmiştir.

Elbette bu vaziyete düşüşümüzün birçok sebebi vardır ve bunlar ciddi ciddi ele alınmalıdır. Fakat bu sebepleri bir tek maddede özetlemem gerekirse, diyebilirim ki: Bu düşkünlüğün temel nedeni, bugün İslâmcılığa karakterini veren temel husûsiyetlerin başında taşralılığın gelmekte oluşudur! Değilse, bu vahşî başkalaşım tutkusunu nasıl açıklayabiliriz?!?


31 Ağustos 2001
Cuma
 
DÜCANE CÜNDİOĞLU


Künye
Temsilcilikler
ReklamTarifesi
AboneFormu
MesajFormu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED