AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ

K R O N İ K  M E D Y A
'Bombaların anası' herkesi kendisine hayran bıraktı!

"Türk medyası"nın dilinin endazesi olmadığı muhakkak... Kendisini hemen kaybediyor; aktardığı bilgilerle arasına mesafe koyamıyor... Bir biçimde hoşuna giden bir olayla, gelişmeyle ya da "icat"la karşılaştığında hiç duraksamadan ballandıra ballandıra anlatmaya başlıyor... 13 Mart tarihli gazetelerimizde de "Bütün bombaların anası" şenliği vardı...

Dikkat ettiyseniz gazetelerimiz birkaç gündür bir "bomba" haberiyle meşgul. Hem de iyiden iyiye... ABD'nin geçen gün Florida'da denediği 9,5 tonluk dev bir bomba bu. Vatan'ın ifadesiyle "düştüğü 1,5 kimometrekarelik alanda tek bir canlı barakmayan" bir bomba bu. ABD'nin Afganistan'da kullandığı "Papatya Biçen-Daisy Cutter" adlı bombanın çok daha geliştirilmiş bir modeli. Bu bombanın adı kısaca "MOAB", uzunca "Massive Ordnance Air Burst". Ancak bu bombanın bir de lakabı var. "Bütün Bombaların Anası – Mother of all Bombs" lakabıyla tanınıyor. İğrenç bir icat; 9,5 tonluk bu bomba (bu kez Sabah'tan) "Yere 30 santimetre kala, yüzlerce metrelik alana yoğun yanıcı gaz fırlatıyor. Böylece yere çarpıp patladığında gazların da yanması sonucu tam 2 kilometrelik alanda 'yaşayan hiçbir şey' bırakmıyor. Dünkü testte düştüğü yerde 550 metrekarelik bir çukur açan MOAB, 2 km'lik alanı da kül etti."

Gazetelerimiz ağız birliği etmişcesine bu bombadan hep lakabıyla, yani "bombaların anası" olarak söz ediyor. Bombanın fotoğrafları büyütülmüş olarak sayfaları süslüyor. Bu yetmezmiş gibi, her gazete "grafikçisini" masaya oturtup, bu bombanın patlaması durumunda neler olacağını çizdiriyor. "Böyle atılıyor" notunun altında. Mesela önümüzde duran ve Vatan ve Hürriyet'in birlikte kullandıkları "grafik"te olduğu gibi... Mesela Sabah'ın İbrahim Sarı'ya çizdirdiği grafik gibi.... Ancak bütün bu "grafikler"de ortak olan ilginç bir nokta var: Nasıl oluyorsa "Bombaların anası" her seferinde askeri araçları ve askerleri yakıp yıkıyor! Ortada tek bir sivil, tek bir konut, okul, hastane, vs. yok...

Hürriyet'in (13 Mart) "Bombaların anası" sayfasında ilginç başka bir elemana da rastlıyoruz: Gazete, 22. sayfasında "Bombaların anası Saddam için" manşeti (ve malûm grafik ve fotoğraflar) altına bir başka fotoğraf ve "haber" de yerleştirmiş. Haber başlığı şöyle: "Bunlar da Irak gönüllüleri". Peki ya fotoğraf? Fotoğrafta da dört Iraklı askeri ellerini açmış Allah'a yalvarırken görüyoruz.

Siz şu "sayfa yapıcılığa" bir bakın! Üstte "Bombaların anası Saddam için" manşeti ve malûm malzeme; altta "Bunlar da Irak gönüllüleri" başlığı ve söz konusu Iraklı askerler....

Hürriyet sanki şöyle der gibi: Hadi bakalım, başınıza düşecek "Bombaların anası"ndan sizi kim kurtaracak, düşünün bakalım....

Olacak iş değil tabii ki... Bir ülke medyasının gövdesinin bir ağızdan, düştüğü yerde "tek bir canlı" bırakmayan yeni icat bir bombadan lakabıyla, yani "Bombaların anası" olarak (affedersiniz ama) neredeyse "şehvetle" söz etmesi gerçekten olacak iş değil... Kendini bilmez birinin uydurduğu bir lakabın üzerine bu kadar da atlanmaz ki...

Madem söz "MOAB"tan açıldı, bu konuda Yeni Şafak'ta (13 Mart) yer alan bir haberi de hatırlatalım. Gazetemiz "Neden 'MOAB'?" diye soruyor ve Gazeteci Mehmet Şevket Eygi'nin şu yorumunu aktarıyordu: "Muhtemel Irak operasyonunda en çok güvenilen bombanın adına 'MOAB' isminin verilmesi çok manidardır. Yahudiler, HZ. Musa'nın 'Moab Ovası'nda öldüğüne inanırlar. İsrailoğlulları için simgesel önemi olan bir yerin isminin bu bombaya verilmesinin, muhtemel savaşın Yahudilik kutsallarıyla, örtüştürülmeye çalışılması olarak değerlendiriyorum."

Gerçekten de Tevrat, "Rabb'in kulu Musa orada, Moab diyarında öldü" diyor.

Ne dersiniz, Eygi'nin yorumuna katılalım mı? Katılın katılmayın siz bilirsiniz ama şurası bir gerçek: Bu Irak savaşı meselesi öyle "akıldışı" bir noktaya geldi ki, "evanjelist" "Başkan Bush" ve yardımcılarının "sağcı Yahudi" klikle bir olup bombaya ad verirken bunu bile düşünmüş olabilecekleri ihtimali artık kimseyi şaşırtmıyor....

Bir bombadan "Bütün Bombaların Anası" olarak söz edilebildiğine de şahit olduktan sonra, insanoğlu artık neye şaşırır ki... (K.B.)

Böyle tekzip güzel oluyor

21 Mayıs 2002'de 4756 Sayılı Basın Kanunu'nda yapılan değişikliklerden biri de "cevap ve düzeltme hakkı"na ilişkindi... Bir tür "dinsizin hakkından imansız gelir" değişikliği...

Biliyorsunuz, eski "güzel" günlerde, gazetelerde çıkan haberlerde adı geçen kişi ya da kurumların cevap ve düzeltme hakkı, "var ama yok" türünden bir haktı. O günlerde, diyelim gazete size manşetten "giydirdi" ve siz de haberi tekzip ettiniz. En iyi ihtimalle iç sayfalarda tek sütunda kullanabilirdiniz hakkınızı... Tekzip metninizin çöpü boylaması ise çok daha büyük bir ihtimaldi. Parasıyla değil mi? Öderdi gazete üç kuruşluk "tekzipi yayımlamama"nın bedelini, olur biterdi...

ARTIK PAPUÇ PAHALI

Ama 21 Mayıs 2002'de bu fiilin para cezaları öyle bir yükseltildi ki, artık işler öyle yürüyemiyor. Avukat Fikret İlkiz'den aldığımız bilgilere göre, tekzibi yayımlamamanın cezası 3-5 milyar; tekzip mahkeme kararıyla yayımlandığında 5-10 milyar; mahkeme kararına rağmen yayımlanmadığında 50-150 milyar... Gazeteler, gecikme bedeli olarak da gün başına 500 milyon lira ödemek zorunda...

Son zamanlarda birinci sayfalarda görmeye alışık olduğumuz tekziplerin kısa tarihi işte böyle...

Bu fasıldan, 13 Mart tarihli Milliyet'in logosunun yanında gördüğümüz tekzip metni "bir ilk" mi bilemeyeceğiz ama, doğrusu oraya da pek yakışmış. (Tekzip sahibinin fotoğrafının da metne iliştirilmesi nasıl olmuş acaba? Bu da tekzibin bir parçası mı, yoksa Milliyet Yazıişleri, estetik kaygılarla mı uygun gördü o "görsel"i, artık onu bilemeyeceğiz.)

Gelelim tekzip metnine... Başlık şöyle: "Milliyet Gazetesi'nin 1 Ocak 2003 günlü ve müvekkiller AK Parti İzmir İl Başkanlığı ve Ali Aşlık ili ilgili haberler tamamen gerçekdışıdır..."

Gazetenin okuru gönderdiği 15. sayfada "Tekzip" başlığı altında da Avukat Şener Özterzi'nin yazdığı metnin tamamını görüyoruz. (Çok tuhaf: Burada da estetiğe önem verilmiş, metnin zeminine "ton" atılmış, oysa bu yapılmasa, üç sütunluk metnin yandaki resmî ilanla karışıp "okunur olma" özelliğini kaybedeceği gün gibi aşikâr.)

'İZMİR SİYASİ KOMİSERİ!'

Metin, "Öncelikle, müvekkilimiz Ali Aşlık AK Parti İl Başkanıdır. Asla siyasi komiser değildir" cümlesiyle başlıyor. Siz, böyle bir ilk cümleyle karşılaşır da "neymiş bu haber" diye merak etmez misiniz? Biz de ettik. Açtık önümüze 1 Ocak 2003 tarihli yeni yılın ilk Milliyet'ini; işte karşımızda dev puntolu bir manşet:

"İZMİR SİYASİ KOMİSERİ! AKP İzmir İl Başkanı Aşlık, resmî kurumlardan personel sayılarını istedi. Gerekçe de ilginç: 'Ankara'yı yanıltabilirler!'"

Devam sayfasındaki başlık ve spot da şöyle dizayn edilmiş 1 Ocak tarihli Milliyet'te:

"BU NE CÜRET! İzmir'de resmi kuruluşlardaki bürokratlardan 'rapor' isteyen AKP İl Başkanı, 'Devlet politikasını siyaset yönetir, denetlemem doğal hakkım' dedi…"

Haberin ilginç bölümlerinden biri de, bizzat Aşlık'ın ağzından tırnak içinde aktarılan şu sözler: "Bu bilgileri istememiz doğal. Bunlar zaten devlet tarafından istenecek. Ama bürokratların personel sayısı konusunda doğru bilgi vereceğinden emin olamayız. Denetlemek durumundayız. Biz de bunu yapıyoruz. Siyasetin direkt kamu hizmetlerine girmesi doğal. Devlet politikasını siyaset yönetir. Biz şahıslara indirgemiyoruz. Bürokratların Ankara'yı yanıltabileceğini göz önünde tutarak otokontrol mekanizması kuruyoruz."

Son olarak tekzip metninden birkaç cümle aktararak bitirelim... Göreceksiniz, başka bir şey yazmaya hiç gerek yok:

"Gerçekdışı haberde iddia edildiği gibi, müvekkilimiz Ali Aşlık ne kendi adına ve ne de AK Parti İzmir İl Başkanlığı namına hiçbir şekilde resmî kurumlardan personel sayılarını ve faaliyet dosyalarını istemiş değildir. Gerekçe olarak iddia edilen sözler de kesinlikle müvekkilimiz Ali Aşlık'a ait olmayıp uydurma cümlelerdir. (...) Böyle bir iddia tamamen gerçekdışı olduğu gibi, olayı süslemek amacıyla yazılmış bir masabaşı haberdir. (...) Gazetecilik gerçekdışı haber yaratmak değil, olmuş haberi yazmaktır." (A.G.)

Bakanlar belki Cumhuriyet okumuyorlardır diye...

Irak savaşıydı, Kıbrıs'tı, yeni hükümetti filan derken "zamanaşımı"nın dolmasına az kaldı...

Bakın, siz de hemen hatırlayamadınız!

Tabii ki "Manisa'da zamanaşımı"ndan söz ediyoruz. Hani şu ünlü "Manisalı Gençler" davasının gözaltına aldıkları gençlere işkence yaptıkları karara bağlanan ve ceza alan polislerle ilgili "zamanaşamı" meselesi.

Uzun uzun hatırlatmaya gerek yok. Söz konusu 10 polis işkenceden 5-12 yıl hapis cezası almışlar ve dava dosyası Yargıtay'a intikal etmişti. Ama ne yaparsınız ki, bu 10 polise "Yargıtay'da yargılanacaksınız" yönündeki tebligatlar bir türlü ulaştırılamıyor... Bu 10 polisin 6'sı emekli olmuş, 4'ü ise halen görevlerinin başındaymış. İlgili memurlar tebligatı polislerin çalıştıkları karakollara götürünce, "dış görevde", "izne çıktı", nerede olduğunu bilmiyorum", "tayini çıktı" gibi yanıtlar alıyorlarmış. Ve tabii, "dava dosyası eksik" olduğu için de Yargıtay 8. Ceza Dairesi dosyayı işleme koyamıyormuş...

Peki söz konusu davanın "zamanaşımı" nedeniyle "düşmesine" ne kadar zaman maldı? Merak etmeyin, pek fazla değil; gerekli işlemler 25 Haziran'a kadar tamamlanmazsa, davaları Yargıtay'da olan polisler serbestler... Yani çoğu gitti azı kaldı; hepsi hepsi üç ay daha gayret....

Dosyayı bize hatırlatan Cumhuriyet gazetesi. Dileyelim ki ülkenin İçişleri Bakanı ve Adalet Bakanı da bu gazetenin okurları arasındadır....

Hani bizden de hatırlatması... İş işten geçtikten sonra "Ne yapalım, biz Cumhuriyet okumuyoruz ki!" filan demesinler diye okuduklarını sandığımız Yeni Şafak'ta da hatırlatıyoruz... (K.B.)

E. Özkök'ten 'altına imza'lık yazı

Kronik Medya'da bir süredir "Türkiye, ABD'nin savaşına girecekse, esas olarak 'yanı başında' bir Kürt devleti kurulmasın diye girecektir" genel kabulü üzerine yazılar yazıyoruz…

Bu yazıların bir parçası olarak, "ABD'nin savaşına girmeyelim" ve "Yanıbaşımızda değil bir bağımsız Kürt devleti, bir parçasını Kürtlerin oluşturacağı bir federasyon dahi kabil edilemez" tezlerini birlikte savunmanın tutarsızlığına dikkat çekiyoruz. Çünkü bunun sonucunun Kuzey Irak'ta Amerikalılara ve Kürtlere karşı birlikte savaşmak olduğu apaçık!

İki tezi birlikte savunanların başında Cumhuriyet Halk Partisi'nin geldiğini biliyoruz… (Bu tezin "tezkeresel" ifadesi de "Tezkere ikiye bölünsün, Amerikan askerlerinin Türkiye'de konuşlanmasına izin verilmesin, Türk askerlerinin Irak'a girişine izin verilsin" oluyor…)

Hatırlayacaksınız, biz bu yazı "dizisi"ne, Hürriyet genel yayın yönetmeni Ertuğrul Özkök'ün aylar once yazdığı "Biz Kuzey Irak'ta bir Kürt devletine neden karşıyız?" başlıklı, "millî politika"yı sorgulayan ve doğru bulmadığını da açıkça söyleyen yazısıyla başlamıştık.

Özkök, 11 Mart'ta "'Devlet' o yazıyı sevmedi ama" başlıklı yazısında önce eski yazısını hatırlatıyor (hemen söyleyelim, biz sevmiştik), ardından da CHP'li Bülent Tanla ile sohbetini aktarıyor. Şöyle:

"Tanla'ya çok açık bir dille şunu anlattım: 'Siz Türkiye'nin savaşa girmesini istemiyor musunuz?' 'Evet, samimiyetle istemiyoruz' cevabını verdi. 'Öyleyse hemen Meclis'e gidip, Türkiye'nin Kuzey Irak'la ilgili resmi politikasını değiştirin' dedim. Şöyle devam ettim: 'Orada bir Kürt devletinin kurulmasını veya Kürtlere federasyon hakkının verilmesini savaş nedeni sayan politikayı Meclis'e getirin.' Haksız mıyım? Bu politikada ısrar edildiği ve yarın orada böyle bir oluşum gerçekleştiği takdirde, Türkiye'nin o bölgede savaşı göze alması gerekmeyecek mi?

Söylediğim bundan ibaret. Yani hem Amerikan askerine kolaylık sağlamayacaksın, hem de ABD bütün riskleri alıp Kürtlerle birlikte savaştıktan sonra, size dönüp düşüncenizi sormasını bekleyeceksiniz."

Özkök, yazısını şöyle bitiriyor:

"Benim korkum, bu işin sonunda o bölgede kendimize düşman bir bölge oluşmasıdır. Oysa o bölge Türkiye'ye daha bağımlı ve dost bir bölge haline getirilebilir. En azından bunu tartışmakta yarar var. Bu arada CHP'ye de bir sorum olacak. Partinin elinde bu kadar tecrübeli ve başarılı bir diplomat kadrosu varken, kendini neden böylesine sıradan ve dar bir 'savaş karşıtı' slogana hapsediyor? Oysa bu partiden daha yapıcı politikalar beklemek hakkımız yok mu?"

Dedik ya, haklı Ertuğrul Özkök. Fakat nedense, önerdiği politikanın, Türkiye'yi Amerika'nın savaşının dışında tutabilecek, Türkiye'nin kendi politikalarıyla bölgede var olmasını mümkün kılacak "barışçı" bir politika haline getirilebileceğini kabul etmiyor. Biz de bunu anlayamıyoruz. (A.G.)

Tercüman her gün daha bir Tercümanlaşırken!

Hangi Tercüman mı? Tabii ki "Dünden bugüne Tercüman"dan söz ediyoruz. Çünkü diğeri zaten "Tercümanlaşmak" için yeniden yayın hayatına başlayan bir Tercüman...

Peki bu "Tercümanlaşmak" nasıl mı oluyor?

İsterseniz biz sadece bir manşet ve bir birinci sayfa haberi aktarmakla yetinelim, gerisine siz karar verin:

Manşet (13 Mart): "Rezil Avrupa"(!)
Haber: "Verheugen, şimdi de Mehmetçiğe dil uzattı"(!)
Ha gayret... (K.B.)


14 Mart 2003
Cuma
 
YÖNETENLER: Kürşat Bumin
Alper Görmüş


Künye
Temsilcilikler
ReklamTarifesi
AboneFormu
MesajFormu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Dizi | Röportaj | Karikatür
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED