T ü r k i y e ' n i n   B i r i k i m i
Bilgisayar'da fiyatları indirdik

Y A Z A R L A R
Milli Takım'ın çizdiği yol…

Türkiye'nin Avusturya'yı 5-0 gibi görkemli bir sonuçla safdışı bırakıp Dünya Kupası finalleri için 2002 Japonya ve Güney Kore vizesi alması elbette bütün ülkede ve Türklerin yaşadığı dünyanın her köşesinde bir 'gururlu mutluluk' yarattı.

2002, Türkiye için her yönden 'kritik' bir yıl olacak. Bu besbelli. Özellikle, Kıbrıs sorunu ile Avrupa Birliği irtibatı, bugünkü 'Ankara kafası'nın hükmü sürerse, 2002, Türkiye'nin AB vizesi almasının hayli zorlaşacağı bir yıl olarak tarih kayıtlarına girecek. 2002 yılı, 'ekonomik kriz'in çözülmesi ya da ağırlaşması bakımından da, Türkiye için önemli.

Ne gam; Türkiye 'AB vizesi' alamasa bile, Avrupa yolları tıkansa bile Uzakdoğu yolları ona açık. 'Dünya Kupası vizesi' cepte.

Futbol, bazı durumlarda siyasi duyguların dışavurumuna vesile oluyor, siyasi analizlerin inşa edilmesi için uygun bir zemin oluşturuyor. Örneğin İran'da durum böyle. İran milli futbol takımı, onbinlerce, yüzbinlerce İranlıyı Hamenei'nin temsil ettiği 'derin devlet'e karşı sokaklara döktü. İran milli takımının, Asya grubu elemelerinde elde ettiği sonuçlar, Cumhurbaşkanı Muhammed Hatemi'nin 'İran'ı dışa açma, dışarısının İran'a kabulü' gibisinden basitleştirerek özetlenebilecek temel siyasi duruşuna desteğe ve 'İran derin devleti'ne karşı bir halk tepkisine dönüştü. Bu bakımdan, İran'ın önceki gün Tahran'da İrlanda'yı 1-0 yenmesine rağmen Dublin'de 2-0 yenildiği için 2002 Dünya Kupası finallerine katılma hakkını yitirmesi, üzücü oldu. Türkiye ise 5-0'lık Avusturya zaferi ile, Türk halkına 'kendine güven' ve gelecek için 'umut' aşılayarak, 2002 Dünya Kupası'na gidiyor.

Yaklaşık yarım yüzyıldır futbol tutkunu olan benim gibi birisi açısından, Avusturya karşısında seyrettiğim milli takımımız, benim ömrümde seyrettiğim en oturaklı, futbolu en güzelleştirerek oynayan milli takımımızdı.

Anılarım beni, onyıllar gerisine götürdü. İlk izlediğim milli takım gözlerimin önünde. Ankara'da buz gibi bir havada uzun kuyruklardan sonra bilet bulabilip, rahmetli babamla birlikte maraton tribününde saatler öncesinden yerimizi almıştık. Ayakkabılarımı gazete kağıtlarıyla doldurup soğuğa karşı direnmeye çalışmıştım. Saha karla kaplıydı. Çizgiler kömürle çizilmişti. Öyle bir havada, Belçika karşısında Can Bartu'nun golüyle 1-1 berabere kalmıştık.

İkinci milli maçımı da unutamam. 27 Mayıs'dan bir hafta sonraydı. İhtilalin lideri Orgeneral Cemal Gürsel, ilk kez Türkiye-İskoçya maçı vesilesiyle halkın karşısına çıkacaktı. Stad tıklım tıklımdı ve ben, 19 Mayıs Stadı'nın saatli kale arkasında son derece sıcak bir havada, tüm maçı bacak kadar halimle kalabalığın arasında sıkışarak ayakta izlemiştim. İki Lefter, bir Metin Oktay, bir de Şenol'un golleriyle ünlü İskoç takımını 4-2 yenmiştik.

Çocukluğumun seyretmesem de, kulağıma radyoya yapıştırarak dinlediğim 'unutulmaz zafer'i İstanbul'daki 3-1'lik Macaristan galibiyetiydi. Biri penaltıdan, iki Lefter, bir Metin… 1956 Macar Ayaklanması'ndan önceki o efsanevi Macar takımıydı. Gerçi, kaleci Grosics ve 'altın kafa' Sandor Kocsis gelmemişti ama dünya futbol tarihinin muhteşem oyuncusu Ferenc Puskas'ın yanısıra büyük yıldızlar Hidegkuti, Bozsik ve Czibor sahadaydı…

Bütün seyrettiğim ve seyretmediğim zaferler, Türkiye, 'dünya çapında' bir futbol ülkesi olmadığı için 'zafer' sayılıyordu. Biz, on yılda bir gelen bu tür zaferlerle avunuyorduk. Türkiye, bu kez ve ilk kez, hakkıyla Dünya Kupası'na katılarak bir 'futbol ülkesi' olduğu ve 2002'de Güney Kore ve Japonya'da böyle bir milli takımla daha nice galibiyetler kazanacağı için, 5-0'lık Avusturya galibiyeti bile 'zafer' olmaktan çıkacak.

Fatih Terim ve Mustafa Denizli'nin inşa ettiği yoldan Şenol Güneş yürüdü ve Türkiye'ye 'başarı ufukları'nı açtı. Ama Türkiye'nin başarısının en önemli yönü, milli takımın 'futboldaki küreselleşme'yi yansıtan yapısıydı. Bunu not etmek gerekiyor.

Takıma bir bakın: Rüştü, Ümit Özat ve Abdullah son yılın Türkiye şampiyonu Fenerbahçe'nin oyuncuları. Emre Aşık, Hasan Şaş, Arif, Sergen önceki yılın UEFA şampiyonu Galatasaray'ın. Hakan Şükür ve Okan, İtalyan devlerinden İnter'in, Ümit Davala Milan'ın. Alpay, İngiltere'nin iddialı takımlarından Aston Villa'nın, Tugay ise İskoçya'nın büyüğü Glasgow Rangers'tan sonra İngiliz Blackburn Rovers'ın formasını giyiyor. Yıldıray Baştürk, Almanya'nın önde gelen ekibi Bayer Leverkusen'in yıldızı. Yedekler arasında bekleyen Tayfun, İspanyol Real Sociedad'da oynuyor. Beşiktaşlı Nihat da Real Sociedad yolcusu. Fatih ise Real Mallorca'da, Emre Belözoğlu, İtalyan İnter'de…

Milli takım, yarım yüzyıldır bir elin parmakları kadar 'zafer' kazandığı vakit, tüm oyuncuları Türkiye liginde oynardı. Fatih Terim'le ilk kez Avrupa finallerine, Mustafa Denizli'yle ilk kez Avrupa'da çeyrek final oynadıktan sonra, Türk futbolu ve dolayısıyla futbolcuları - Galatasaray'ın da aynı yöndeki önemli katkısıyla- Avrupa'ya 'entegre' oldu. Ve, bu 'Avrupalı takım', şimdi 48 yıl sonra ilk kez ve öncekilerle kıyaslanmayacak kadar 'dünyalı' olan bir 'Dünya Kupası'nda ayyıldızlı formayla sahneye çıkacak.

Milli takım, 'Avrupa üzerinden' Dünya Kupası'na giderek; Türkiye'nin 'gelecek yolu'nu da çizdi. Türkiye halkında, 'kendine güven' duygusunu ve 'gelecek umutları'nı tam da bu nedenle ayağa kaldırdı…


17 Kasım 2001
Cumartesi
 
CENGİZ ÇANDAR


Künye
Temsilcilikler
ReklamTarifesi
AboneFormu
MesajFormu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Ramazan | Arşiv
Bilişim
| Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED