T ü r k i y e ' n i n   B i r i k i m i

Y A Z A R L A R
Tarihin Gölgesinde (I)

Bir milletin hayatında her zaman büyük adamlar yetişmez! Zaten yetişmediği içindir ki işlerin kötüye gittiği zamanlar hep kaht-ı rical'den dem vurur, bir türlü büyük adamların yetişmiyor/yetişemiyor oluşundan ötürü yakınır dururuz.

Tarih denen dağın zirvesine baktığınız takdirde, nasibinizin dağın etekleri olduğunu görür ve yanlış zamanda ve yanlış yerde dünyaya geldiğiniz vehmine kapılırsınız. Büyük adamların geçmişte kaldığına ve böylelerinin bir daha gelmeyeceğine/gelemeyeceğine hayıflanırsınız. Büyükleri, büyüklükleri biraz yakından tanıdıkça küçüklerden, küçüklüklerden neredeyse nefret edersiniz.

Adam gibi âliminiz yoktur, adam gibi düşünürünüz yoktur, adam gibi tarihçiniz yoktur, adam gibi müfessiriniz, adam gibi muhaddisiniz, adam gibi fakihiniz, hatta adam gibi aydınınız, adam gibi şâiriniz, adam gibi edebiyatçınız, adam gibi siyasetçiniz, hâsılı adam gibi adamınız yoktur.

Yok... yok... yok... VE eklersiniz ardından: yoksa yok ol!

Hani Akif der ya...

Medresen var mı senin? Bence o çoktan yürüdü.

Hadi göster bakayım şimdi de İbn'ür-Rüşdü?

İbni Sina niye yok? Nerde Gazâlî görelim?

Hani Seyyid gibi, Râzî gibi üç beş âlim?

Acaba hemen her devirde rastlanan bu "kaht-ı rical" psikozu bir hakikatten mi tevellüd ediyor; yoksa bu derece kötümserlik tamamen kuru bir zannın, tamamen boş bir vehmin mi ürünü?

Bu psikozu tamamen yersiz addedemez isek de külliyen bir hakikatin ifadesi olarak da telâkki edemeyiz. Sözgelimi Akif'in yakınmalarını ele alalım. O devirde belki İbn Sina'lar, İmam Gazâlî'ler, İbn Rüşd'ler, Râzî'ler, Seyyid'ler yoktu; benzerleri de yetişmemişti, yetişemiyordu. Lâkin bugün herbirini birer büyük âlim olarak tanıdığımız Cevdet Paşa'lar, Filibeli'ler, Elmalılı'lar, Babanzâde'ler, İzmirli'ler, Manastırlı'lar, Aksekili'ler yok muydu? Burada adlarını sıralama imkânı bulamayacağımız değerli âlimler, ârifler, edibler, şâirler yetişmemiş miydi o devirde?

Pekâla yetişmişti, pekâlâ o devirde de bugün için kendileriyle iftihar ettiğimiz nice zevât yaşamıştı. Hepsi üzerlerine düşen yükümlülüğü yerine getirmişler, hepsi kendi vüs'atları nisbetinde tarihî vazifelerini elden geldiğince îfa etmişlerdi. (Öyle ya, hiç kimse olmasaydı bile bizzat Akif'in kendisi yok muydu?)

Kaht-ı rical psikozunun iflah olmaz bir nostaljiye dönüşmesi tam bir felâket... Çünkü bu hissiyatın tesirine girmek çok kolay, tesirinden kurtulmak ise çok zor. Başkalarını misâl vermeme gerek yok, bizzat nefsimden biliyorum. Çoğu kimse gibi ben de zaman zaman "Bizde adam yetişmediğinden" şikayet ediyor, "Nerede o eski âlimlerimiz!" deyip içinde yaşadığım devrin kısırlığına lanet okuyup duruyorum. Pek iyimser olmadığım gibi, iyimser olmayı zorlaştıracak bir ortamda bulunuyor olmanın da tevlid ettiği karamsarlıkla zaman zaman geçmişin parlak sayfalarına özlem duyuyorum; kıymet ifade etmez takdirlerimi birçok kimse gibi ben de çağdaşlarımdan ziyade mâzinin devlerine hasrediyorum. Akif merhûmun şikayet ettiği gibi, "Hadi göster bakayım şimdi de İbn'ür-Rüşdü? İbni Sina niye yok? Nerde Gazâlî görelim? Hani Seyyid gibi, Râzî gibi üç beş âlim?" diye söylensem yine iyi, meselâ İsmail Saib Efendi gibi, İbn'ul-Emin gibi, Muallim Cevdet gibi Osman Nuri Ergin gibi, Süheyl Ünver gibi kılı kırk yaran gayret sahiplerinin, insanı dehşet içinde bırakacak denli çalışkan zevâtın, kısacası daha düne kadar yaşayan büyük ustalara çırak olacak kimselerin dahî aramızdan çıkmadığı/çıkamadığı zannıyla kahrolup duruyorum.

Dedim ya, kaht-ı rical vehmi... Allahtan, sadece vehim... Ya bu bir hakikat olsaydı; ya hakikatin bir tesbiti olsaydı? Evet, Allahtan, bu sadece bir vehim ve bu vehmi yenmemize yardımcı olacak vesileler sâdır oluyor da "Allah'a şükür!" diyoruz; ümidvâr olabilmek için çok büyük sebepler, gayet âşikâr alâmetler bulunduğunu görebiliyoruz.

Misâl mi istiyorsunuz? Hiç vakit kaybetmeyin ve hemen Ali Birinci'nin Dergâh Yayınları'ndan çıkan Tarihin Gölgesinde/Meşâhir-i Meçhûleden Birkaç Zât (İstanbul, 2001) adlı eser-i muhalledini seyreyleyin.

Dikkat ederseniz okuyun demiyorum; seyreyleyin diyorum; yani bu muhteşem eserin seyriyle kamaşan gözlerinizi oğuştura oğuştura, kendinizi, "terâcim-i ahvâl" vâdisinin bu büyük ustasının iğneyle kuyu kazarcasına oluşturduğu o tüketilemez derinliklerin içine bırakın.

Biliyorum, nâdir mahviyetkârlardan olan üstadımız, işaret etmeye çalıştığım hakikatin hiç değilse lafzen iltifat sûretine bürünmesini bir mübalağa addetmekte tereddüt göstermeyecektir. Kendilerine yakışanı da budur; hem meşreb-i âlileri itibariyle mazurdurlar.

Lâkin biz de mazur görülmeyi isteriz; zira, neredeyse sâkinlerini susuzluktan öldürecek şu amansız çölün ortasında kana kana içilecek kaç pınar var ki?

Ne kadar talihliymişiz ki doya doya içtik; içtikçe de zât-ı âlileri vesilesiyle Rabbimize şükrettik!

Not: Dün yayımlanan yazımda "Dibâce Arapça bir sözcük..." yerine sehven "Dibâce Farsça bir sözcük..." diye yazmışım; düzeltir, okurlarımdan özür dilerim.


15 Mart 2001
Perşembe
 
DÜCANE CÜNDİOĞLU


Künye
Temsilcilikler
ReklamTarifesi
AboneFormu
MesajFormu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Aktüel | İzlenim | Dizi | Röportaj | Karikatür
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED