|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
BM Genel Sekreteri Kofi Annan'ın, 12 Aralık 2002 tarihli AB Kopenhag Zirvesi'nden önce bir 'rapor' hazırlayacağı ve ilgili taraflara sunacağı aylardır biliniyordu. Kofi Annan, 'Kıbrıs'ta kapsamlı bir çözüm anlaşmasına zemin' amaçlı raporunu hazırlarken, içeriği, belli ölçülerde dışarı sızmıştı. Bazı bölümlerinden konuyla ilgili herkes gibi, biz de haberdardık. Raporun, Kıbrıs Türk tarafına 'olmazsa olmaz' nitelikte 'siyasi eşitlik' sağlayan, dahası Türk askeri varlığını, Kıbrıslı Türkler için Ada'da bir 'güvence' olarak devam ettiren ve 1960 Garanti Anlaşması ile İttifak Anlaşması gibi Türkiye ve Türklere 'avantaj' ve 'imtiyaz' sunan dayanakları koruyan hükümler içerdiğini duyduğumuzda inanamamıştık. Dahası, 'dönüşümlü Cumhurbaşkanlığı'nın yanısıra, Rauf Denktaş'ı 3 yıl boyunca tüm Kıbrıs'ın eş Cumhurbaşkanı yapan ve buna benzer nice maddesi de, bunca yıldır bu işlerle uğraşan herkes gibi, bizim için de sürpriz nitelikteydi. Kasım ayı başlarında, bir toplantıda karşılaştığım eski dışişleri bakanlarından İlter Türkmen'e, 'Kofi Annan'ın yakında açıklanması beklenen planında, Türkler için, varolduğuna inanılması güç son derece olumlu hükümler var. Siz de herhalde haberdarsınızdır' diyecek oldum; 'Evet ama' dedi, 'Maalesef, bizimkiler hiçbir harita çalışması yapmadılar. Yapmadıklarını biliyorum. Kofi Annan, planını haritayla birlikte açıklayınca, bizimkiler apansız yakalanacak; kıyameti koparacaklar' karşılığını verdi. İlter Türkmen deyip geçmeyin; Türk diplomasisinin aslında pek az sayıdaki 'efsanevi diplomatları'ndan biri olmaktan gayrı, KKTC ilan edildiği vakit Dışişleri Bakanı idi. KKTC'nin ilanının mimarlarındandır. 1983 yılındaki o adımın 'taktik' bir adım olduğunu savunur ve bugün farklı bir 'strateji'ye yönelinmesinden yanadır. Kıbrıs ile ve dahi AB konusuyla yakın ilişkisini sürdürmüştür. Bugün gelinen noktada haklı çıkmıştır. Zira, Kofi Annan Planı'na ilişkin kıyamet, tam da 'harita konusu'nda çıktı ve doğal olarak koparılan kıyamet, 'demagoji'ye ve 'hamaset'e dönüştü. Ak Parti yönetiminin ve hükümetin yerinde olsam, Kıbrıs konusuna ilişkin mesafeli konumda bulunan, ama konuya vakıf olan İlter Türkmen'in (ve bu arada Prof. Emre Gönensay'ın) ve eski dışişleri bakanlarının görüşlerine de başvururdum. Şu dönemde siyaset sahnesinde rant peşinde koşan ve Kıbrıs'ı en kestirme rant aracı halinde gören Deniz Baykal, İsmail Cem, Şükrü Sina Gürel gibi eski dışişleri bakanlarına, Onur Öymen, Korkmaz Haktanır gibi 'şahin-dışişleri müsteşarları' ile, Kıbrıs konusunda özel konuşmalarında farklı kamu önünde farklı konuşan İnal Batu gibi eski Lefkoşa büyükelçilerinden, (aslında Lefkoşa'da görev yaptıkları için 'Türkiye vizyonu'nu yitirmiş ve yerine 'KKTC ilelebed payidar kalacaktır misyonu' yerleştirmiş olan tüm diplomatlardan) uzak dururdum. Türk dışişlerinin bir bölümü, 'KKTC ilelebed payidar kalacaktır' misyonu ile diplomatlıktan çıkmış, psikopatlaşmıştır. Ayrıca, bu 'hedef' doğru da değildir. 'KKTC'nin mimarı' İlter Türkmen'e sorduğunuzda, KKTC'nin bir 'taktik adım' olduğunu söylüyor. 'Taktik' sözcüğü, kendiliğinden 'geçicilik' ve 'konjonktürel'lik ifade eder. Yani, 'taktik' hiçbir şey 'ilelebed payidar' kalmaz. Kalmamasını zaten siz istemişsinizdir. Bu 'olgu'ya sırtını çevirerek, diplomasi yürütmek ise, Türkiye'yi 'diplomatik arena'da yenilgiden yenilgiye sürüklemekten başka sonuç vermez. Ne yani, 'ver-kurtul' mu diyoruz? Hayır. 'Al-yürü' diyoruz. Alınacak olan nedir? Rumlarla 'siyasi eşitlik'tir. Ada'nın 'yeni devleti'nin 'eşit kurucu ortağı' olmaktır. Türkleri, Rumlar karşısında 'azınlık' olmaktan çıkartmaktır –ki, Türkiye'de Denktaşist bazı kesimlerin referans verdiği 1960 Anayasası'nda Türklerin statüsü 'azınlık' olarak yorumlanabilir; oysa Annan Planı, bu durumu ortadan kaldırıyor. AB vatandaşlığını ve onun sağlayacağı tüm olanakları almaktır. Bu yönde yürümektir. (Kopenhag kararlarında da, Rumların temsil ettiği ve kullandığı, 1960 Anlaşmaları'nın Kıbrıs Cumhuriyeti yerine, Türklerin Annan Planı uyarınca eşit statüde yer alacakları yeni devlet anlamında Kıbrıs sözcüğünün kullanılması benimsendi). Bunun karşılığında, Türkiye'nin bir çözüm halinde 'pazarlık kozu' olarak elinde tuttuğu yüzde 36'lık toprağın yüzde 7.5 oranında bir bölümü, 'Rum parça devleti'nin hükümranlık alanına bırakılacak. Koparılan kıyamet bunun için. Ak Parti de bunun mahcubiyeti içine itilerek, 'ver-kurtul'cu damgasının şantajı' altında 'savunma psikozu'na sokuluyor. Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül, çeşitli iddialar üzerine, Kopenhag'ta Kıbrıs konusunda hiçbir yükümlülük altına girmediklerini anlatmak için bin dereden su getiriyorlar. Ne gerek var? Kaldı ki, girseler ne lazım gelirdi. Keşke girselerdi. Zira, 'kabul edilebilir oranda ve şartlarda toprak tavizi' olmadan Kıbrıs sorununda, Türklere avantaj sağlatacak başka türlü bir çözüm olabilir mi? Yüzde 7.5'luk bir toprak oranı ile, bunca yıl uğrunda kan dökülen ve çileye katlanılan 'siyasi eşitlik' elde ediyor ve elindeki toprağın yüzde 7.5'luk parçası üzerindeki 'federe hükümranlık' haklarını bırakarak, koca bir Avrupa kıt'asına sahip oluyorsun. AB'nin her yeri, Kıbrıs Türk halkının serbest dolaşımına açık olacak. Türkçe, AB dillerinden biri haline girecek. Annan Planı zemininde 28 Şubat'a dek bir 'çözüm'ü torpillemek isteyenlerin, Türkiye ve Kıbrıs Türk halkına sunduğu ne var? Önerileri nedir? Seçenekleri var mıdır? Mevcut ve devamı imkansız statükoya dayanmaktan başka ne sunuyorlar? Hiçbir şey. Diplomatik yenilgi. Ekonomik çöküntü. Siyasi kriz. Başka sundukları yok. Ak Parti yönetiminin ve hükümetinin, kendisini gereksiz ve anlamsız bir 'savunma psikozu'ndan çıkarması şarttır. Örneğin, Dışişleri Bakanı Yaşar Yakış, Deniz Baykal'ın 'milliyetçi-devletçi' nitelikteki ama asla sosyal demokrat-sosyalist nitelikte olmayan salvolarına hedef olan sözlerinde yerden göğe haklıdır. Kopenhag kararlarında, Kıbrıs'ın kuzeyi, AB toprağı olarak görülmüyor değil; tam tersine, AB toprağı olarak görülüyor. Öyle görüldüğü için, Kopenhag kararının 12. paragrafı, 'çözüm olmaması halinde' AB müktesebatının kuzeye uygulanmasını 'askıya alıyor'. Paragraf, AB Konseyi'nin Komisyon'un bir önerisi üzerine ittifakla karar alması kaydıyla 'askıya almaya' son vereceğini de belirtiyor. Bunun anlamı şu: AB, AB müktesebatının 'kuzey' yani 'KKTC toprakları'nda geçerli olduğu kararını, ortada bir çözüme varılamamışken alırsa; uluslararası hukuka göre Türk Silahlı Kuvvetleri'nin 'işgalci' konumda bulunduğu iddiasını öne sürebilir. Ne var bunda? Bunun böyle olduğu bunca zamandır bilinmiyor muydu? Çözümün aciliyeti ile AB takvimi arasındaki irtibat, bu yüzden de kurulmuyor muydu? Ak Parti, seçimleri kazandığı günden beri, Kıbrıs'ta doğru yönde; Türkiye halkının eğilimleri, Kıbrıs Türk halkının ezici çoğunluğunun çıkarları ve uluslararası akıl ve meşruiyet doğrultusunda yol almaya çabalıyor. Dolayısıyla, Türkiye'deki destekleri yüzde 1 ila 19 arasında değişenler ile ve Kıbrıs'ta itibar eğrisi hızla aşağıya düşenlerin 'çözümsüzlükten yana haykırışları'ndan telaşa kapılmasın. Türkiye ve Kuzey Kıbrıs'ta kamuoyu ve halk çoğunluğu doğru yolda yürümekte kararlı oldukları ölçüde, onların arkasında.
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat| Arşiv Bilişim | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |