T ü r k i y e ' n i n   B i r i k i m i

R Ö P O R T A J
Avrupa ayak sürüyünce statükonun biti kanlandı

AB, hem kesin tarih vermeli hem de Türkiye ve AK Parti'nin arkasında durduğunu ilan etmeliydi. Şimdi ise verilmeyen AB perspektifi ve gündemden düşen AB süreci Hablemitoğlu cinayeti dahil, Sezer'in vetosu, Dışişleri'nin tutumu gibi nahoş ve tehlikeli gelişmeleri tetikledi. AB perspektifi tavsayınca, 80 yıldır bu ülkeyi idare edenler, siyasi ve iktisadi köşe başlarını tutmuş olanların biti kanlandı.

Kopenhag'ta Türkiye hakkında alınan kararı, 2004 yılının sonundaki İlerleme Raporu'na bağli olarak tam üyelik müzakerelerine başlanıp başlanmayacağı ölçütünü nasıl değerlendirdiniz?

Biz burada ne kadar olumlu gibi göstermeye çalışsak da Kopenhag Zirvesi'nde alınan kararı sevinçle karşılayabilmemiz zor. Bu karar, Birliğin 1993'ten bu güne kadar genişleme sürecinde aldığı en vizyonsuz karardır. Olaya Türkiye açısından bakarsak da söylenecek tek şey talihsizliktir. Genişleme pratiği açısından da tutarsızlıklarla doludur. Çapsız Avrupalı politikacılar hiçbir bağlayıcılığı olmayan muğlak bir karar aldılar.

İhtiyatınızı anlıyorum ama bu sözleriniz biraz sert ve kötümser olmadı mı? Sonuçta öyle ya da böyle Türkiye'ye bir tarih verilmiş oldu...

Hayır kötümser değil, gerçekçiyim... Kararı böyle okumamak mümkün değil çünkü kendi içinde bir mantığı var. Söylediğiniz gibi Aralık 2004 tarihi önemli olsaydı ya da AB bu tarihte ciddî olsaydı bunu hazırlamaya yönelik kuvvetli siyasi, teknik ve mali destek planları ortaya çıkarılırdı. Daha açık söyleyeyim, Zirve'nin sonuç bildirisinin 20. paragrafındaki fasa fiso yerine ciddi ve adamakıllı bir destek paketi tarif edilirdi. Bunlar yok. Kuru bir vaad, tatsız bir şart ve bol laf o kadar.

Bu yaklaşımınızdan, birliğin Türkiye'ye ve Tayyip Erdoğan'a karşı hem olağanüstü bir oyalama hem de bir artniyet içinde olduğu sonucu çıkıyor...

Bakın, 2004 yılına kadar arada 2 yıl var ve kararda bu süreye ilişkin bir tanım yapılmamış. Tarihi 2004'e verebilirsin ama ardından da çıkar, "hem Türkiye'nin hem de AB'yi bariz olarak hedef edinmiş olan bu hükümetin arkasında duruyorum" mealinde ya da bunu çağrıştıran birşeyler söylersin. Siyasi destek ilan edersin. Bunu yapmadılar. Açıkçası Avrupa Birliği, hükümetten, sivil toplumdan ve genel olarak Türkiye'nin değişim sürecinden maddî ve manevî desteğini esirgemiştir. Bir adım geriye gidelim... Türkiye'de 3 Ağustos'ta ciddi bir heyecan vardı ve Meclis hayati kararlar almıştı. Zirveden çıkan sonuç bu kararların arkasındaki rüzgarı hafifletti. Temel risk şurada. Reformlar devam etmeyebilir ve Aralık 2004'e kadar Türk toplumu somut bir AB gerçeğinden ekonomik ve politik anlamda mahrum kalmaya devam edebilir. Bu da işin tavsamasına yol açacaktır. Peki, ben sorayım şimdi sana. Sonuç bildirisinde bu tehlikeyi bertaraf edecek bir ifade var mı? Yok. Hatta Birlik, sanki temennisi oymuş gibi Türkiye'nin 2003 yılında uyum yönünde bir adım atamayacağına, Ekim'de yazılacak İlerleme Raporu'nu hiçe sayarak, kesin gözüyle bakıyor. 1999'dan beri söylenen şu: "Kopenhag Siyasi Kriteri'ni yerine getirin, biz de duruma bakarız." Oysa Türkiye, müzakereye başlamak için Kopenhag Siyasi Kriteri'nde gereken adımı 3 Ağustos'la attı. 2004'te bakalım demenin anlamı yok. Ne zaman yerine getirirsen o zaman başlarsın. Bu "karar bile olmayan karar"ı olumlu gibi yansıtmak, Kopenhag'dan gereken dersi çıkaramama anlamına gelir.

Bu noktada Tayyip Erdoğan'ın AB'li liderlerle yaptığı temaslara da değinmek lazım. Bu temasların sürece nasıl bir katkısı oldu? AB'li liderlerin Erdoğan'a yönelik olumlu tutumunun zirveye ne kadar yansıdığını düşünüyorsunuz?

AKP'nin ve Tayyip Erdoğan'ın temasları belki 1959'dan beri bir ilkti. Hiçbir hükümet veya siyasi benzer girişimde bulunmadı Türkiye'de. Üstelik bunun AB ile ihtilaf içerisinde bulunduğu varsayılan siyasi görüşlere sahip birisi tarafından gerçekleştirilmesi ziyaretlerin önemini katlıyor. Ama anlaşılan o ki, AB'li siyasiler nezaketle dinledikten sonra bildiklerini okumuşlar. Ne büyük vizyonsuzluk.

13 Aralık sonrası Türkiye'de yaşananları değerlendirir misiniz? Dışişleri'nin tutumu, DYP kongresi, Hablemitoğlu cinayeti, Cumhurbaşkanı'nın Anayasa değişikliğini vetosu vs. Bunlar AB sürecini nasıl etkiler?

Esas, verilmeyen AB perspektifi ve gündemden düşen AB süreci son günlerdeki bu nahoş ve tehlikeli gelişmeleri tetikledi bence. Benim de aylardır işaret ettiğim bunlardı işte. Rüzgar kesilirse değişimi istemeyenlere gün doğacaktır. 80 yıldır bu ülkeyi idare edenler, siyasi ve iktisadi köşe başlarını tutmuş olanların AB perspektifinin tavsadığı ortaya çıkınca bitleri kanlandı elbette. Onlar okumasını biliyorlar Kopenhag kararlarını. Toplum da farkında ama, AB'nin kuvvetli desteği olmadan ne yapsın ki. AB, Türkiye'nin üyeliği konusunda, Helsinki'de aldığı cesur kararın arkasında duramadığı gibi, bu yaklaşımın gerisine düşüyor.

Geriye gitmek! Bu kez de bence siz eleştiride ileri gittiniz. Fazla ileri bir adım olmasa bile Türkiye ile Birlik arasında ileriye yönelik bir gelişme perspektifi açıldı. Bunu kabul etmiyor musunuz?

İleri adım, üyelik müzakeresini başlatmaktır. Bu açıdan bakıldığında Kopenhag Zirvesi'nde Türkiye'yi birliğe bağlayacak sürece başlama kararının alınamaması bir geri adımdır. Asıl tehlikeli olan da AB'nin Türkiye'nin üyeliğini geliştirmeye yönelik değil tam terine üyelik perspektifinden kurtulma niyeti taşıyor olmasıdır. Gerçek niyetleri, vaadedilen iki yılın sonunda, ucu açık ev ödevi listesinin kusursuz olarak yerine getirilememesi ve Türk toplumun AB üyeliğini neredeyse unutacak duruma gelmesi.

AB bürokrasisi de politikacılar gibi, ayak sürüyecek mi dersiniz?

Biz bu yolda yalnız bir ülkeyiz. Müzakere sürecine dahil olmaksızın, tamamen kendi imkanlarıyla üyelik peşinde koşan, hazırlıklarını kendi çabasıyla tamamlamaya çalışan tek ülke Türkiye'dir. Müzakere sürecine dahil olmak ise, artık geri dönüşsüz bir AB perspektifine sahip olmak ve teknik ve mali alanlarda birliğin tam desteğini almak demektir. Gerçek şu ki, çeşitli gerekçelerden dolayı Komisyon bürokratları da, üye ülke bürokratları da müzakere etmeyen ülkeye vakit ve nakitlerini ayırmazlar. İşte, üyelik yolunda üzerinde bulunduğumuz elverişsiz zeminin resmi budur. Birlik bu konuda da Türkiye'ye diğer aday ülkelere davrandığı kadar yakın davranmadı, yardımcı olmadı. Şu kadarını söyleyeyim. Hepsinin yüzölçümü 1 milyon 87 bin kilometrekare olan adaylara aynı hizmeti 12 temsilcilik verirken, Türkiye temsilciliği tek başına Ankara'dan 780 bin kilometrekare'ye yetişmeye çalışıyor. Tek bir şubesi bile yok. 100 bin sayfalık Müktesebat'ın ancak 5 bin sayfası tercüme edilebildi. AB'li önemli siyasilerin yolu Ankara'ya nadiren düşüyor. Bu da bir niyet belirtisi sonuçta.

Aslında, bu konu bizde de çoktandır unutulmuş, tavsamıştı. Ama son döneme AB rüzgarları birdenbire böyle güçlü esmeye başladı. Avrupa bunu nasıl algıladı?

Nasıl algılarlarsa algılasınlar, 3 Ağustos 2002'den beri (Meclis'in AB uyum yasalarını kabul ettiği gün) Türkiye'ye özel, yeni bir genişleme uygulaması başlattılar. Bunda "kesin tarih" talebinde bulunan Türkiye'nin hatası büyüktür. Ama buna rağmen Birlik, güçlü bir siyasi kriter iredesi beyan etmiş ülkelerle müzakere süreci başlatırken, devrim niteliğindeki 3 Ağustos yasalarını, sıradan reform gibi algılamakla yetindi. Tabii bu tavırda, Komisyon yetkililerinin birikimsizliği kadar genel tavırları olan Türkiye'ye uzak ilgi de rol oynamıştır. AB, 3 Ağustos kararlarından bir anlamda rahatsız oldu bence. Bunun üzerine büyük bir hız ve telaşla tüm yetkilileri siyasî kriterlerde yetersizlik ve uygulamada eksiklikten söz etmeye başladı. Halbuki, Kopenhag Siyasi Kriteri'nin ucu, tıpkı demokrasi gibi açıktır. Niyeti bozuk bir muhatap isterse, hele Türkiye gibi bir ülke için, sonsuza kadar eksik gedik bulabilir.

Türkiye'yi 'özel statü'ye zorluyorlar

Sizin önemli bir teziniz, AB'nin Türkiye'ye tam üyelik vermek yerine Gümrük Birliği ile tam üyelik arasında bir "özel statü" önereceği ya da böyle bir formül geliştireceği şeklinde. Bu niyet ne kadar belirgin görünüyor?

Eğer olayları bir bütünlük içinde değerlendirirsek gerçek niyeti daha iyi gözlemleyebiliriz. Kopenhag'ı da, 9 Ekim'de yayımlanan İlerleme Raporu ve Strateji Belgesi'nin mantık silsilesi dahilinde analiz etmek gerekiyor. Kopenhag sonuç bildirgesinin 20. paragrafında belirtilen "Gümrük Birliği'nin kapsamının genişletilmesi ve derinleştirilmesi" ifadesi de, tüm adayları ele alan bu Strateji Belgesi'nden alıntılanmıştır. Bu ifadeyi "özel statü"ye giden yoldaki bir kilometre taşı olarak değerlendirmek abartı olmaz. Bu niyet, Brüksel ve Strasbourg çevrelerinde de konuşuluyor. Mesela, Romano Prodi'nin bir danışmanı ısrarla bunun üzerinde duruyor ve bunu iş çevrelerine benimsetmeye çalışıyor. İş çevrelerine çünkü, AB normlarının iş ilişkilerine getireceği zorunlu iyileştirmelerin rekabeti engelleyici olduğunu düşünenler ve dolayısıyla tam uyumdan ürkenler az değil. Ayrıca, bu statünün öngördüğü yeni ticaret olanaklarının iyi bir fırsat olduğu kanaati var. Ama bunlar maalesef hayaldir. GB, kararının kapsamının genişletilmesi mutlaka yine AB norm ve standartlarını zorunlu kılacaktır.

Bu tür bir yaklaşım yani "özel statü"nün bir örneği yok. Birlik bu modeli Türkiye üzerinde deneyip yeni bir genişleme yöntemi olarak benimseyebilir mi?

Dediğin gibi... Özel statü, GB'den bir gömlek üstün ama üyeliğin epeyi gerisinde kalan, açıkçası Komisyon yetkililerinin dahi nasıl uygulanacağını pek bilemediği bir statü şekli. AB bunu ilerde Beyaz Rusya, Ukrayna ve Rusya gibi ülkelere uygulamayı düşünüyor. Bir tür "ad hoc" statü. Bu formülde siyasi reform mecburiyeti bulunmuyor. Türkiye'ye 2004'e kadar vade biçen AB, aradaki siyasi gelişmeleri 2003'te dikkate almayarak bu anlamda tutarlı davranmış oluyor yani!..

Siz de bu "özel statü" üzerinde derinleşmiş görünüyorsunuz. Türkiye tam üyelik perspektifinden çıkmış gibi konuşuyorsunuz...

Sonuç bildirgesine Aralık 2004 yazılması, sözünü ettiğim bu "özel statü"yü hazırlamak üzere düşünülmüş gibi duruyor. Daha geri gidelim... Aralık 2000'de yayınlanan Nice Antlaşması'nda belirtilen genişlemiş Avrupa'nın kurumlarında, Mart 2002'den bu yana süregelen Konvansiyon çalışmalarında ve yeni antlaşmayı hazırlamak üzere gelecek sonbaharda başlayacak Hükûmetlerarası Konferans'ta Türkiye'nin müstakbel üyeliğinin dikkate alınmaması da "özel statü" hazırlıklarının epey önceden başladığını gösteriyor. Bunu belki 1990'daki Matutes paketine kadar geri götürebiliriz. Avrupa Parlamentosu'nun Kasım sonundaki oturumunda, "özel statü" formülünün açık açık telaffuz edilmesi ve liberal grubun verdiği, Türkiye'nin hiç olmazsa adaylığını teyit eden önergesinin reddedilmesi de tesadüf değildir.

21. Yüzyıl Avrupası vizyonu hızla kayboluyor. 1989 sonrasında, Yalta'da açılan parantezin kapanmasıyla doğan Avrupa'nın tekrar birleşmesi ihtimali, kıtanın kalıcı bir barış, istikrar, refah ve özgürlük kıtası olma şansını yakalamış olması önemliydi. Bu, Avrupa'nın dayanışmacı felsefesinin güdümünde ve ortak değerler ile ortak çıkarlar zemininde yeni ve evrensel bir 21. yüzyıl Avrupa'sı yaratma ülküsü; 'öteki Avrupa' ile birlikte 'Avrupa'nın ötekisi' Türkiye'yi kucaklayacak genişleme sürecine tarihî ve asil bir rol yüklemişti. Şimdi gelinen yerde ise tartışma Türkiye'nin müzakere süreci konusuyla başlayan dinsel ihtiraslara, bunların bazı ülkelerde iç politika malzemesi haline yapılmasına ve yeni üyelere verilecek yapısal ve tarımsal fonların miktarındaki bakkal pazarlığına takılıp kaldı.



 
CENGİZ AKTAR AB'nin gönülsüzlüğünü gizlemenin âlemi yok
Galatasaray Üniversitesi Öğretim Üyesi ve AB Genişleme Süreci Uzmanı Dr. Cengiz Aktar, Kopenhag'ta alınan kararı olumsuz buluyor. Bunun için de AB'yi hedefe oturtuyor. Aktar'a göre, gerçek niyetleri Türkiye'yi tam üyelikle GB arası bir statüye sıkıştırmak olan AB'li siyasiler ve bürokratlar büyük bir vizyonsuzluk sergilediler. Aktar şöyle diyor: Şimdi, "Bu iş ne kadar uzarsa kopması o kadar kolay olur" hesabı yapan bir AB karşısında Türkiye'nin AB'yi kendi gündeminde tutabilmesi kolay olmayacak gibi görünüyor. Sivil topluma ve hükümete çok iş düşüyor. Ancak, toplumun morali bozulmasın diye AB'nin bariz gönülsüzlüğünü gözden kaçırmamak lâzım. Gerçekçi olmalıyız. Kimse çocuk değil. Bence Aralık 2004'e gelindiğinde daha istekli de olmayacaklar.

Verheugen'in küstahlığı yüzüne vurulmalı
Başta Verheugen olmak üzere bazıları 3 Ağustos'u anlamadılar, anlayanlar da anlamazlıktan geldi. Ve rüzgarı kesiverdiler. Verheugen ilk Schröder hükümetinde dışişleri bakan yardımcısı ve Şansölye'nin yakınıdır. Onun Türkiye politikasını sürdürdü son iki ay boyunca. Ben daha önce bir Komisyon komiserinin bir aday hakkında böylesine bariz ve küstahça lobi yaptığını hatırlamıyorum. Hükümet Verheugen Ocak'ta Ankara'ya geldiğinde bunları muhakkak usturuplu bir şekilde yüzüne vurmalıdır. Aman ayıp olur kızdırmayalım filan demenin âlemi yok, o zaman daha fazla üstüne gelir. Üstelik Aralık 2004 için tavsiyeyi o ekip değil, yeni ekip verecek. Bu süreçte Komisyon elbette önemlidir ama son tahlilde kararı siyasiler alacaktır. O yüzden diyalogda ağırlık, Erdoğan'ın yaptığı gibi siyasilere verilmeli.
Kıbrıs'ı, güneye kaçacaklarla çözecekler!
AB ile ilişkilerde hep bir sorun olan Kıbrıs, belki Annan Planı çerçevesinde çözülebilir. Türkiye'yi göz göre göre dışlamaya hazırlanan ve tarihî bir hata yapmak üzere olan AB'den önümüzdeki 6 ay içerisinde muhtemelen Kıbrıs meselesinin 28 Şubat'ta veya en geç Atina'da 16 Nisan'da imzalanacak 10 adayın Katılım Antlaşması'na kadar olası çözümü ile eşzamanlı ve Türkiye'yi gerçek bir aday olarak kabul edecek bir tebdili karar istenebilir. Korkum şu, AB Kıbrıs'ı artık bir pazarlık konusu olmaktan çıkarmış ve sorunu "Doğu Almanya'dan kaçanlar gibi" kuzeyden kaçacak olanlar sayesinde çözme yolunu seçmiş gözüküyor. Bu son derece tehlikeli bir seçenektir.

23 Aralık 2002
Pazartesi
 
 
Künye
Temsilcilikler
Reklam Tarifesi
Abone Formu
Mesaj Formu
Ana Sayfa | Gündem | Politika| Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon| Hayat| Arşiv
Bilişim
| Dizi | Röportaj | Karikatür

Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED