T ü r k i y e ' n i n   B i r i k i m i

Y A Z A R L A R
Teravih notları

Ramazanın altıncı gecesinde hatimle teravih kılınan bir camiye gittik. Osmanlının son döneminde yapılmış olan cami, ısıtma ve aydınlatma bakımından çağın gereklerine uydurulmuş; kalorifer sıcaklığı ve elektrik ışığıyla donatılmıştı. Müslümanların bu "gâvur îcâdı" yenilikleri benimsemekte ve onlardan yararlanmakta din açısından bir sakınca görmedikleri anlaşılıyor. Cemaatin sayıca çokluğu kadar, gençlerin oranının yüksekliği de dikkat çekiyor.

Dışarıda hava soğuk ama cami içinde kaloriferin ürettiği bir sıcaklık var. Bu yüzden çokları palto, ceket, kazak... giysilerini çıkarmak gereğini duyuyorlar ve bunları pencere boşluklarına, sütun diplerine koyuyorlar; kimileri de dürüp hemen önlerine ya da yanlarına bırakıyorlar. Üstelik bu işi, kimin ne zaman yapacağı da bünyeye ya da kılığa göre değişiyor; namaz aralarında ikişer üçer soyunan ve giysisine yer arayanlar görülüyor. Bu davranışı, ortama uyum sağlamanın doğal bir gereği gibi algılamak mümkün ama ben yine de bu işte bir uygunsuzluk, bir uyumsuzluk olduğunu düşünmekten kendimi alamıyorum. Yakınımda ceketimi asabileceğim bir askı bulunmadığına göre, onu az çok terlemek pahasına da olsa, sırtımdan çıkarmıyorum. Böylece, namazdan sonra dışarı çıkınca üşümek gibi bir tehlikeyle karşılaşabilirim. Bu hiç de hoş bir durum değil. Bu nâhoşluk, camiye sonradan eklenmiş olan kalorifer tesisatı yüzünden oluyor, değil mi?

Müslümanlar, yeni camiler yaparlarken, batıdan gelen teknolojik yenilikleri özümseyip içselleştirerek, buna benzer sorunları giderecek bir kıvraklık gösterebildiler mi? Bu soru, Türkiye için yerinde bir soru olmayabilir. Çünkü, ülkemizdeki yeni câmilerin hemen hepsi, cemaatin biraz da el yordamıyla inşâ ettiği yapılar. Egemen ve düzenleyici bir toplum-devlet irâdesi olmadan mimarlık alanında herhangi bir gelişme, yenilik, yetkinlik olabilir mi?

İmamın sesi tatlı, okuyuşu güzel. Hoparlörlerin ön tarafta olması da güzel. Kimi camilerde ses, arkadan geliyor; imamın önde bulunduğunu, bulunması gerektiğini unutturacak bir algı bozukluğuna yol açıyor. Can sıkıcı bir durum. Bu cami, o bakımdan rahatsız edici değil. Fakat bir süre sonra, ses düzeninde çınlamalar, ötüşler, insanın dikkatini ve beynini tahrîş eden panpanlamalar işitiliyor. İçimdeki huşû huzû, yerini sinire öfkeye bırakıyor. Bu gereçleri verimli kullanamayışımızın akla uygun bir açıklaması olabilir mi?

İki rekatta bir selâm veriliyor. Aralarda müezzinler bir şeyler okuyorlar. Bir ara şu ilâhîyi söylüyorlar:
"Yâ Rabbenâ yâ Rabbenâ
Yardım eyle kıyamette
Va'ğfirlenâ zünûbenâ
Yardım eyle kıyamette

"Ey Rabbimiz, ey Rabbimiz!" anlamına gelen birinci dize ile, "Günahlarımızı bağışla!" anlamına gelen üçüncü dize Arapça. Nakarat dizesi Türkçe. İskender Pala'nın E dergisinin Kasım sayısındaki yazısını hatırlıyorum. Mülemma (alacalı) adı verilen şiirlerin "nükte" ya da "fantezi" içerdiklerini söylerken "genelleme" mi yapmış, ne? Bir de, herhalde dalgınlıkla, baba ile oğulu karıştırmış, "Kör Hızır oğlu Ahmet" yerine "Ahmet oğlu Kör Hızır" mı demişti?

Namaz bitiyor. Birkaç kişi, bir sütunun dibinde plastik bidonlardan (evet, plastik, ne kötü!) tertemiz cam bardaklara (evet, cam, ne güzel!) doldurdukları suyu, isteyenlere ikram ediyorlar. Ben de yanaşıyorum. "Zemzem mi?" diye soruyorum. "Zemzem niyetine iç, zemzem olsun!" diyor o çok sevimli adam. Gülümseyerek içiyorum.

Sonra müezzin mahfiline yönelip bu "mikrofon, hoparlör, amplifikatör rezaleti"ni soruyorum. Hiç aklımdan geçmeyen bir şey söylüyorlar: "Cep telefonları yüzünden! Halbuki, kapıya da yazdık, camiye girerken cep telefonlarınızı kapatınız, diye." Ses düzenini devre dışı bırakmayı "görevlileri çok yoracak", dolayısıyla hiç olmayacak bir iş gibi görüyorlar. (Oysa ben bunun denenmeye değer bir seçenek olduğunu düşünüyorum.)

Onlara söylemedim ama namaza başlanırken, üç beş saniye içinde, gerekirse iki üç kez "Lutfen, cep telefonlarınızı kapatınız!" uyarısı yapılsa, cemaat, bir saati aşkın süren ve ne zaman hangi şiddette başlayacağı belli olmayan o tuhaf işkenceyi çekmek zorunda kalmaz. Yoksa, ortada işkence filân yok da ben mi abartıyorum?


12 Kasım 2002
Salı
 
İBRAHİM KARDEŞ


Künye
Temsilcilikler
ReklamTarifesi
AboneFormu
MesajFormu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Ramazan | Arşiv
Bilişim
| Dizi | Röportaj | Karikatür
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED