AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ
Albaraka Türk

K R O N İ K  M E D Y A
Hürriyet 'infaz'da ısrarlı...

Hürriyet'teki "mahreçsiz, imzasız, kaynaksız ama sürmanşet"i daha önce aktarmıştık size... Mesele (haber) kafa karıştırıcı ayrıntılarla gelişmeye devam etti; bu konudaki son haber Hürriyet'in 8 Eylül tarihli sayısında yer aldı... Kendimizi "haber takibi" yapmakla yükümlü hissediyoruz, ama önce ilk yazımızı okumamış olanlar için kısa bir hatırlatma:

Hürriyet'in haberi, KADEK Yönetim Kurulu üyesi Engin Sincer'in örgüt tarafından ölüm cezasına çarptırıldığı, cezasının Ağustos ortasında infaz edildiği (Hürriyet'in kelimeleriyle "kurşuna dizildiği") ve örgütün bunu gizlediği yönündeydi... Sincer'in öldürülmesinin nedeni, onun "Topluma Kazandırma Yasası"nı desteklemesiydi... Hürriyet'in haberinde bir noktaya daha dikkat çekiliyordu: Engin Sincer'in ölümü, PKK-KADEK'e ait ya da ona yakın yayın organlarında hiç yer almamıştı...

Sonraki günlerde gazete, "Hürriyet yazdıktan sonra Sincer'in öldüğünü kabul ettiler ama bu defa da kaza kurşununa kurban gittiğini öne sürüyorlar" diye izlemeye devam etti haberini... Hürriyet'in soruşturduğu noktalardan biri de, KADEK'in, Sincer'in cesedini vermeye yanaşmamasıydı... ("Karşı taraf"ın tezi mealen şöyleydi: Topluma Kazandırma Yasası "boş" çıkmış, dağdakilerden kimse teslim olmamıştı. Hürriyet'teki haber, bu "hüsran"a karşı geliştirilmiş bir istihbaratçı dezenformasyonuydu.)

Konuya ilişkin son gelişme şu (Hürriyet'in haberinden aktarıyoruz): "Sincer'in cenazesi dün Diyarbakır'a getirildi. Diyarbakır Devlet Hastanesi'nde otopsi yapılan Sincer'in, göğsünden tek kurşunla vurulup öldüğü belirlendi."

Hürriyet, işin background'unu da şöyle aktarıyor: "Engin Sincer'in örgüt tarafından infazını Hürriyet ortaya çıkarmış, bunun üzerine PKK / KADEK'ten günler sonra komik bir açıklama gelmiş ve 'Sincer kaza kurşunuyla şehit düştü' denilmişti."

Bizden bu kadar... İstihbaratçıların Hürriyet'e aktardığı bilgi doğru mu yanlış mı biz karar veremedik... Daha doğrusu, bu kadarıyla hiç kimse kesin bir karara ulaşamaz... Aslında Hürriyet'çilerin de bu kadar kesin bir dil kullanmaması gerekirdi, görüyorsunuz, mesele karışık...

En güzeli, bir gazetenin kendisine iletilen ama gazetenin bizzat kendi kaynaklarıyla doğrulatamadığı bilgileri "iddia" rezerviyle vermesi... Haberin kaynağı "devlet" de olsa gazeteci açısından durum değişmez. Örneğin Cumhuriyet 9 Eylül'deki, Sincer'in cenaze törenine ilişkin haberinde "PKK'lilerce kurşunlanarak öldürüldüğü ileri sürülen" ibaresini kullanıyor ki, gazetecilik dilinin sınırları içinde kalmayı kabul ediyorsak, doğrusu da budur... Ama nedense Hürriyet pek sevmiyor bu tarzı... Sonuçta okurların damağında ister istemez kötü bir tat kalıyor: "Bizim gazete gene mi dezenformasyona uğradı acaba?" (A.G.)


'Doğru mu bu?' diye sormuştuk... Galiba değil...

Star gazetesinin iki muhabirinin bir iddiasını aktarmıştık dün... Muhabirler, 28 Şubat günlerinin sembol ilçesi Sincan'da tankların 4 Şubat 1997'de neden iki kez geçtiğini şöyle anlatıyorlardı:

"Sadece bir gazetenin iki muhabirince görüntülenen (ki bu muhabirler Star'daki iddiayı öne süren Cemal Doğan ve Kâmil Elibol'du –Kronik Medya) bu olay, diğer medya kuruluşlarında büyük kriz yaratmıştı. Bunun üzerine o tarihte Ertuğrul Özkök, Derya Sazak gibi üst düzey gazete yöneticilerinin, Genelkurmay'a tankların ikinci kez geçirilmesi için ricada bulundukları konuşulmaya başlandı. İkinci kez Sincan'a gittiğimizde bu kez saatler 16.00'yı gösteriyordu. Tanklar tekrar aynı istikametten Sincan'dan geçirildi..."

Bu satırları ve sorumuzu okuyan, o günleri çok iyi bilen bir meslektaşımız aradı, şöyle dedi:

"Biliyorsun o günlerde Fatih Çekirge Sabah'ın Ankara temsilcisiydi ve bu işlere çok önem veriyordu. O iki muhabir o zamanlar Sabah'ta çalışıyordu (meslektaşımız, "sizin yazdığınız gibi o zaman da Star'da çalışmıyorlardı, o zaman Star yoktu" diyerek yüzümüze vurmadı ama geçerken hatamızı da düzeltiverelim)... Dedikleri gibi fotoğrafları yalnızca onlar çekmiş olabilir ama işin öbür tarafını yanlış hatırlıyorlar sanırım. Çünkü Genelkurmay Anadolu Ajansı'na (AA) haber vermiş, ajans tankları fotoğraflamış, sonra da bütün gazetelere dağıtmıştı. 5 Şubat tarihli gazetelere bakarsan, hepsinde aynı AA fotoğrafının olduğunu görürsün... Evet, tanklar akşam üzeri dönüş için de aynı güzergâhı izlediler ama bunun önemi yoktu... "

Doğrusu, meslektaşımızın söyledikleri bize inandırıcı geldi... İki Star muhabirinin söylediklerinin doğru olması için, tankları Sincan'dan geçiren iradenin, onları fotoğraflayıp basına dağıtmayı akıl edememiş olması gerekir ki bu da pek mantıklı görünmüyor... "Psikoloji"nin o kadar önemli olduğu bir dönemde ilgili dairelerin böyle bir şeyi akıl edememiş olması bizim aklımıza hiç yatmıyor...

Bir ihtimal daha var ama... Bu ihtimalde hem iki Star muhabiri hem de bize telefon eden meslektaşımız haklı oluyor... Durun, hemen "Nasrettin Hoca"lıkla suçlamayın bizi, 4 Şubat 1997'de olaylar şöyle bir hat izlemiş olamaz mı:

Tankları gerçekten de sadece o gece sonuna kadar sabreden iki Sabah muhabiri görüntülüyor... Bunun üzerine "O tarihte Ertuğrul Özkök, Derya Sazak gibi üst düzey gazete yöneticileri" telefonlara sarılıp Genelkurmay'dan "ricacı" oluyorlar... Genelkurmay yetkilileri, tatlı bir telaş içindeki üst düzey gazete yöneticilerine "Sakin olun çocuklar" diyorlar, "fotoğraflar az sonra elinizde olacak..." Diyorlar ve gerçekten de AA'nın çektiği fotoğrafları 15-20 dakika içinde gazetelerin Ankara bürolarına ulaştırıyorlar... (A.G.)


Sabah da avukatın avukatı olmasın!

Ülkenin büyük gazetelerinden birisinin -hem de şu zor günlerde- bu şekilde gerçekten "kötü niyetli"bir manşet atmasına ne demeli...

Gazete manşetinde "Bıktıran cazibe" diyor.

Hani şu üç beş yıl öncesinin dikkat çeken bir filminin ("Öldüren Cazibe") adından esinlenerek.

Söz konusu filmin konusu malum: Filmin kahramanı bir kadınla "bir gecelik bir ilişki" kurunca başına gelmedik işler kalmaz; erkek kahraman, kendisini ve ailesini rahat bırakmayan kadından ancak onu öldürürek kurtulur...

Gazetenin aktardığı hikaye tabii ki tamı tamına böyle bir şey değil; o yüzden "bıktıran" demiş ve resimaltına şu notu düşmüş: "Neyse ki hayattaki final böyle olmadı: Avukat Dizdar işi yargıya havale etti."

Bakın, gazete zaten daha birinci sayfasından, aktaracağı hikayenin "yargıya intikal etmiş" bir olay olduğunu kendisi söylüyor...

Ama olsun, ne sakıncası var; gazete illâki olup biteni bize erkek kahramanın (Avukat Dizdar) görüş açısından aktaracak...

Sabah'ın manşetten duyurduğu hikaye göre, "İstanbul'un tanınmış ceza avukatlarından Ali Rıza Dizdar", bir miras davasında görev almış. Ama siz şu işe bakın ki, müvekkili kendisine "kafayı takmış". Yani, avukata karşı "saplantılı bir aşk" yaşamaya başlamış. Bunun üzerine avukat davaya girmekten vazgeçmiş. Ama ne mümkün; bu andan itibaren "Dizdar ailesi için kâbus dolu günler" başlamış. Müvekkilin "taciz"inden sadece eski avukatı değil, avukatın eşi de şikayetçi olmaya başlamış. M.Y. avukatın eşine neler anlatmıyormuş ki.... "Yaz boyunca birlikte olduklarını, Dizdar'ın Viagra kullanarak onunla birlikte olduğunu" vs.

Ve nihayet müvekkil M.Y. sonunda yapacağını yapmış; "Avukatının kendisinden rüşvet olarak savcı ve hakimlere dağıtıcağını söyleyerek 265 milyar lira aldığını" öne sürerek avukata bir ihtarname çekmiş. Eeee, bu durumda avukat da boş duracak değil ya, o da eski müvekkili hakkında başlamış ard arda davaları açmaya... "Telefonla tahdit, iftira, şantaj" suçlamalarından tamamı on dava.

Sabah gazetesi bu "bıktıran" hikayeyi şöyle noktalıyor: "Dizdar (...) açtığı on ayrı dava ile başını dertten kurtarmaya çalışıyor."

Şimdi sanıyoruz, müvekkil M.Y.'nin Sabah'a ard arda dava açma sırası gelmiş bulunuyor!

Haksız da olmaz yani... Bir gazetenin, daha karşılıklı davalar yeni açılmışken ve ortada tek bir mahkeme kararı yokken, "İstanbul'un tanınmış ceza avukatlarından" birisi olarak takdim ettiği bir avukatın safında bu derece gönüllü olarak yer alıp, "Öldüren Cazibe"yi filan çağrıştırarak kimsenin tanımadığı bilmediği bir kadın aleyhinde bu derece gönüllü yayın yapması nerede görülmüştür?

Anlaşılan o ki Sabah gazetesi de –hem de manşetten- "avukatın avukatlığına" soyunmuş bulunuyor...

Yani insan "kötü niyetli" olsa, hikayenin kahramanlarından birisi olan "ünlü" avukatın aynı zamanda Sabah'ın avukatı filan olduğunu inanmaması işten bile değil! (A.G.)


11 Eylül 2003
Perşembe
 
YÖNETENLER: Kürşat Bumin
Alper Görmüş


Künye
Temsilcilikler
Abone Formu
Mesaj Formu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Dizi | Karikatür | Çocuk
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED