|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Bu da anlatısı kendi içinde olan bir öykü, yani bir öykü toplamı: Muhteris. Abdullah Harmancı'nın öyküleri… Kitap 3 bölümden oluşuyor: 1. Umur Bey Hikâyeleri, 2.Yiten Yüzyıl, 3. Edebiyat Tarihçisine Notlar. Aslında hep aynı taşralı entelektüelin sıkıntısı, sıkışmışlığı, daralmışlığı, bocalaması dile getiriliyor. Bir öğretmen olarak… Bir öğretmen, ama aynı zamanda bir yazar… Çevresinden sıkılıyor. Çevresini bir yandan küçümsüyor, bir yandan da ondan kopamıyor. Taşralı bir öğretmen yazar olarak taşrada sakin olmak onda âdeta onmaz bir yara halinde ortaya çıkıyor. Taşrada yaşamak nerdeyse ruhsal bir karmaşa ve onmaz bir çalkantı, bir dağılmışlık yaratmıştır onda. Çünkü taşranın merkeze meydan okuması gerektiğine ilişkin fikirler geliştiriyor. Ama bir yandan da, adının merkezde duyulmasını, merkezde kabul edilmesini delicesine istiyor. Kabul edilme hırsıyla kendini helâk ediyor. Öykünün birinde bu hırs açıkça dile getiriliyor: "şairimiz" adının bir dergide, elbetteki merkezdeki dergilerin birinde çıktığını düşlüyor ve kendi kendine şöyle konuşuyor: "ünüm ülkeye yayılır, adım liseli kızların defter, röportaj, imza günleri. yakışıklı tebessümler. muhteris gözleri parlıyor." (s. 132). Taşralı şairin (bazen de öykücü olarak) söz konusu hırsı üzerine başka bir ipucu: "sarılacağım ne var ki/ dergiler ve yazmak delice delice delice/ ya Allah?/ yazmak ona rağmen bir şey değil ki/ ama bazen de hırs ihtiras muhteris/… sarılacak bir şeyler din namaz oruç/ şiir başka bir şey mi" (s.114). Bu taşralı şair (ya da öykücü) durmadan kendini anlatıyor. Şiir ya da öykü tasarıları üzerine yoğunlaşmış, onların içine girmiş ve onlardan başka bir dünyaya nerdeyse yer vermemiş. Eğer bu dünyada (bu taşralı yazarın dünyasında) başkalarına da yer bulunabiliyorsa, bu, ancak onun yazdıkları ya da yazacakları çevresinde anlam taşıyan kişiler olarak söz konusu olabiliyor. Böyle bir hayat, kendine elbette bir başlangıç noktası tayin etmekte zorlanacaktır. Böylesine tıkız bir hayatın içine gömülmüş olan bir öykücünün yazacağı öykülerin de, bir sonu olamayacağı gibi, onlara bir başlangıç bulmak da mümkün olmayacak, hatta bir başlangıç ve bir son gereksiz kalacaktır. Nitekim, anlatıcı da durumun farkındadır: "neden diyorum bazen/ neden bir sonu olmak zorunda/ bir sonu olmak zorunda romanların/ hayır Tanrım bunu anlamak mümkün değil/ bir sonu olmak zorunda değil yazdıklarımın/ güçlü bir final bulmak zorunda neden oluyorum// neden bir sonu olmalı yazdıklarımızın/ kurgunun peşinde geçiyor ömrü yazarlarımızın" (s. 57). Abdullah Harmancı'nın öykü tarzı, Joyce'u, özellikle de onun Ulysses'ını hatırlatıyor. Elbette bu iki yazarı kıyaslamak istemiyorum. Joyce da adı geçen romanında bir kenti, Dublin'i anlatıyordu; Harmancı da bazı Anadolu kentlerini ve kasabalarını anlatıyor. Her ikisi de yalnızca dışı, dışta olanı anlatıyor: davranışları anlatıyorlar, konuşmaları aktarıyorlar; anlattıkları, aktardıkları üzerine bir yorum, bir açıklama getirmiyorlar. Deyim yerindeyse, davranışçı psikolojinin yaptığını edebiyatta uyguluyorlar: yalnızca dışı, davranışı anlatmak suretiyle, okuyucunun, anlatılanın derununa nüfuz etmesini istiyorlar ve sağlıyorlar. Kitaptaki bazı öykülerde adı geçen Sevim Burak'ı da bu tarzın örneklerini verenler arasında anabiliriz. Bu anlatım tarzıyla Harmancı'nın yöntemi Melek Paşalı'nın tam da zıt kutbunda duruyor. Birisi, sırf dışarıyı anlatarak içeriye nüfuz etmemizin yolunu açmaya çalışırken, ikincisi salt içi, iç dünyayı anlatarak dış dünyada olup bitenlerin üzerinde düşünmemizin yolunu açmak istiyor. Muhteris'te Türk öykücülüğünde namazın ilk kez içselleştirilmiş olduğunu görüyorum. Namaz, burada, öykü kahramanının bir davranışı olarak, onun hayatının bir parçası, bir uzantısı olarak yer buluyor. Öyküye eklemlenmiş bir yapay unsur olarak durmuyor. Bu tespitin önemsenmesi gerektiğini düşünüyorum. Çünkü namaz, bu ülkede yaşayan insanların gündelik hayatının içinde yer alıyorsa, onun, öykünün bünyesinde yer alması da gereklidir. Benim, bizim öykümüzde ve romanımızda namaz, oruç, bayram olaylarının henüz yer bulmadığını ileri sürerken anlatmak istediğim husus, bu ibadetlerin sanki hayatın dışında duran olgular gibi muamele görmesini vurgulamaktı. Muhteris'teki öyküler, namazı, kısmen de olsa içselleştirmiş olması bakımından bir başarı ve bir yeniliktir. Orada yokmuş gibi durmasına rağmen varbulunan bir olgu, üstelik iğreti ve eklemlenmiş bir olgu değil: hayatın içinde yer alan ve onun mütemmimi mesabesinde olan bir olgu…
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Dizi | Karikatür | Çocuk |
© ALL RIGHTS RESERVED |