AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ
Albaraka Türk

K R O N İ K  M E D Y A
55 yaşında 4. kez boşanan adamdan da bu beklenir zaten!

Dikkat ediyorsanız, ülkenin "Irak seferi"ne çıkmasını çok arzu eden çevrelerinin açıklamalarında bu kez, "1 Mart tezkeresi" sırasında karşılaşmadığımız türden enteresan bir ruh hali gözleniyor. Irak'a niçin bir an önce gidilmesi gerektiği yolunda sıralanan argümanlar daha "samimi" bir dil ve üslupla açıklanmaya başlandı.

Bu açıklamaların bir bölümünde, "açık sözlülülük" ilke edinilerek, hükümetin "Pollyanna siyaset söylemi"ni bır tarafa bırakarak Irak'ta görevlendirilecek askerin basbayağı savaşması gerektiğini kabul etmesi gereği hatırlatılıyor. Yani hükümetin "Irak halkına yardım" diyerek komşu ülkeye ebe, hemşire, teknisyen gibi elemanları göndermeyi tasarlaması, kendisini ve dünyayı aldatmaktan başka bir şey değildir. Irak'a gidilecekse, "güvenliğin sağlanması" için tabii ki "jandarma ve polis" olarak gidilecektir.

Aslında yalan da değil; hükümeti "gerçekçi" bir tavıra, daha doğrusu "gerçek"i görmeye davet eden (ABD yanlısı da olsa) "açık sözlü" ve haklı bir açıklama bu...

Açıklamaların bir diğer bölümüne hakim argüman ise şöyle: Irak'ta neler olup bittiğine dair bilgimiz eksik. Devletin elinde kimbilir bizim bilmediğimiz ne bilgiler vardır. Dolayısıyla bu konuda (yani Irak'a asker gönderilip gönderilmemesi konusunda) kimsenin açık seçik olarak bir tavır koyabilmesi mümkün değil. Dolayısıyla, bekleyelim bakalım! (Dikkat ederseniz, bu argümanı esas alacak olursak, bu dünyada "istihbaratçılar"dan başkasının dünya işlerine dair iki çift söz etme hakkı daha baştan ellerinden alınmış oluyor!)

Açıklamalar içinde yer alan (tipik olma itibariyle) bir üçüncü öbek olarak da, işi "hakarete" vardırmak ya da daha da doğrusu "hakaretin" dozunu giderek artırmaktan söz edebiliriz. Bu üçüncü tarza itibar edenler ise, tipik örneğini bir genel yayın yönetmeninin yazılarında izlediğimiz gibi, Irak'a asker gönderilmesine karşı çıkanları doğrudan "Baasçı" olarak niteleyip, lafı sonunda "Ne haliniz varsa görün!"le kapamaktalar. (Ama tabii, sorumluların ilerde ödeyecekleri "maliyeti" ısrarla hatırlatmayı unutmadan!)

Gelelim bizim okumalarımıza göre dördüncü ve son bölümde yer alan "argümanlar"a:

Dünkü (20 Eylül) gazetelerde bunun iyi bir örneği vardı. Eski Yeni Şafak yazarlarından Mehmet Barlas, Sabah'taki köşesinde yer alan "Schroeder ve Fischer'in ruh saflıkları problemlidir!" başlıklı yazısında meseleye bizce çok enteresan (ve yepyeni!) bir tarzda yaklaşıyordu. Yazıda başlıktan itibaren adları geçen (sırasıyla) Almanya Başbakanı ve Dışişleri Bakanı'nın şaşılacak derecede birbirine benzer bir "evlilik politikası" çerçevesinde işi dördüncü eşe kadar vardırmış olmaları değerlendiriliyordu. Hatta Fischer'in 4'te de kalmayıp, "20'li yaşlarındaki bir genç kızla" beşinciye doğru hızla yol almakta olduğu hatırlatılıyordu.

Ne olacak, ikisi de AB'ci değil mi? İkisi de ABD'nin Irak'a asker gönderin isteğine karşı ille de "AB şemsiyesi" diye tutturmuyor mu? Onlardan başka ne beklenir; tabii ki bu yaşlarında 4-5 evlilik yapan "ruh sağlıkları problemli" adamlardı!

Bir yanlış anlamaya fırsat verip Barlas'ın günahını almayalım. Barlas'ın –tabii ki- iki Alman devlet adamının sayıları 5'e varan evlilikleri ile Irak meselesini birbirine bağladığı filan yok.... Ama, ortada fol yok yumurta yokken, ve de etrafta -hem de Irak'a müdahale yanlısı!- birçok 4-5 evlilik yapmış adam varken, Barlas'ın günah keçisi olarak bu iki Alman'ı seçmesi doğrusu tuhafımıza gitti! Her zaman anlayışlı, kuşkucu, kesin kaanat belirtmekten kaçınan bir gazeteci olarak tanıdığımız Barlas'tan eser yok... Bakın, sözkonusu devlet adamlarının durmak bilmeyen evliliklerinden kalkarak ne diyor: "55 yaşında bir adam eğer dört defa boşandıysa, onun geçmişi yok gibidir." Bununla kalsa yine iyi; Barlas işi Alman seçmeninin tercihine kadar götürmeyi de ihmal etmemiş: "Ben Alman seçmeni olsaydım ne Schroeder'e, ne de Fischer'e oy verirdim." Niçin, çünkü makul bir sayıda durmadılar!

Bitmedi... Şu cümle de işin tuzu bireri: "Bu kadar bunalımlı, böylesine geçimsiz ve uyumsuz insanların, ülkelerine huzur getirmeleri zordur."

E tabii yani... "Ülkesine huzur getiremeyen" bu adamların "dünyaya huzur getirmeleri"ni beklemek haldi haydi hayaldir!

Bakın (şimdi okuyacaklarınıza "belden aşağıya vurmak" deniyor ama, neyse bir kez de biz yapmış olalım!) "Başkan Bush"un ne kadar mazbut bir evlilik hayatı var...(K.B.)


Bu fotoğrafları tekrar tekrar yayımlamak doğru mu?

Türkiye 42 yıldır 17 Eylül'lerde yakın tarihinin çok tarjik bir sayfasını hatırlıyor... Menderes, Zorlu ve Polatkan'ın idamı.

Yakın tarihin kapkara bir sayfası...

O derece "kapkara" ki, ülke bu olayı da layıkıyla düşünüp, anlayıp sonunda olması gerektiği gibi "pişman" olmazsa, önünü doğru görebilmesi imkansız...

Vatan (17 Eylül) gazetesinde bir haber: "Demokratlar! Neredesiniz?"

Başlığı atan gazeteci haksız değil. Hasan Polatkan ve Fatin Rüştü Zorlu'nun 42. ölüm yıldönümünde gazetelere ilan vererek mevlit okutmak isteyen Polatkana'ın eşinin davetine çok çok az insan cevap vermiş...

Mutahhare Polatkan haklı olarak soruyor:

"Konuşurken mangalda kül bırakmayan, biz Demokrat Parti'nin devamıyız diyenler hani şimdi neredeler? (...) Çok kırgınım çok... Buraya gelip bizi hatırlarlar diye ümit ettim ama boşuna umutlanmışım..."

Vatan gazetesi, haberinin içine Hasan Polatkan'ın idam sehpasında çekilmiş bir fotoğrafını da yerleştirmiş. Polatkan'ın göğsüne "HÜKÜM ÖZETİ" iliştirilmiş.

17 Eylül tarihli Tercüman'dan Nazlı Ilıcak da köşesini 27 Mayıs darbesinin acılarına ayırmış...

Köşesinin hemen altında da "Menderes'in son 24 saati" başlıklı bir yazı dizini imzalamış. Bu sayfada da bir fotoğraf var. Bu kez Fatin Rüştü Zorlu'yu görüyoruz. İdamının hemen öncesinde; cellat ipi boynuna geçirirken. Fotoğrafın altında Zorlu'nun cellatına söylediği şu sözler: "Neden titriyorsun? İlmik senin değil benim boynuma geçecek."

Görene, okuyana çok, çok büyük acı veren sözler ve fotoğraflar...

Peki, her 17 Eylül'de tekrar tekrar bu idam fotoğraflarını yayımlamak doğru mu?

"Yeni kuşakların bu kapkara sayfayı unutmamaları için yayınlamalı" diyenler olabilir. Ancak bize göre bu anlaşır nitelikteki görülen gerekçe sonunda yine de doğru değildir.

Bu üç siyaset adamının başına gelenleri anlayabilmek için bu idam fotoğraflarını görmek şart mıdır?

Biz şart olmadığını düşünüyoruz.

Dolayısıyla bu işten vazgeçilmeli, hiç değilse Menderes, Zorlu ve Polatkan ailelerinin her yıl bu fotoğraflarla karşılaşıp yeniden kahrolmalarına son verilmelidir.

Teklifimizin gazetelerimiz açısından "uygun" bir teklif olmadığını biliyoruz. Onların bu konuda hassasiyet göstereceklerini beklemenin boş bir beklenti olduğunu da biliyoruz.

Ama bizce 27 Mayıs'ın bu zalimliğini anlamak/anlatmak için artık fotoğrafların gücünden yararlanmaktan vazgeçilmelidir.

"Söz"ün gücü yetmiyor mu? (K.B.)


Güzel düşünülmüş bir bölüm: 'Her evde haber var'

CNN Türk Genel Yayın Yönetmeni Ferhat Boratav ve Başkan Yardımcısı Efe Önbilgin, yeni yayın dönemi için neler tasarladıklarını Vatan'a anlatmışlar. Önbilgin'in açıklamaları arasında yer alan şu bilgi dikkatimizi çektiği gibi bizi memnun da etti:

"Haftada bir anahaberde, 'Her evde bir haber var' başlığı altında bir bölümümüz olacak. İnsanların kapılarını çalıp, öykülerine yer vereceğiz."

CNN Türk yöneticilerini gerçekten kutlarız, çok iyi düşünmüşler... Umarız bu program "haber"in nerede olduğu unutup bambaşka dünyalara dalan diğer kanallarımıza da örnek olur.

"Her evde bir haber" olmaz olur mu hiç...

Tamam, bazı kanallar (yine Batı'dan esinlenerek) "yoksullar"a yönelik bir iki programla kapı çalmıyor değil. Ama takdir edersiniz ki, bu programların epeyce zaman asıl dertlerinin "sadaka verme"ye dönüştüğü de bir gerçek...

Oysa kanallarımız bugüne kadar ellerinde şeker, un, vs olmadan da, "Bu evlerde bizi seyreden insanlar nasıl yaşıyorlar?" gibi basit bir soruya cevap aramak için az da olsa gayret sarfedemez miydi?

Medyanın toplumun farklı sınıf ve tabakalarını birbirlerine tanıtmak gibi (hele de "bölünmez bir bütün" olmaya bu kadar meraklıysak) bir rolü, işlevi de yok mu? İstanbul Etiler'de yaşayan insanın Gaziosmanpaşa'daki vatandaşının akşamı nasıl ettiğınden haberi var mı? Yoksa, nasıl haberdar olacak?

Yetmedi mi; hemen her kanalda bol miktarda bulunan benzer programlarla milletin tamamının "eğlence dünyası"nı en ince ayrıntısına kadar tanıması yolunda hâlâ büyük bir başarı kazanılmadı mı?!

Hadi şimdi de biraz ters istikametle gidelim... Eğer programın içeriğini doğru anladıksak, şimdi de biraz "hangi ev"de "hangi haber"in bulunduğuna bakalım...

Bu konuda o derece meraksız bir toplum olduk ki, bakın "Emmy ödülünü" alan Hasan Şerefli'yi bugüne kadar tanımıyorduk bile. Şerefli'nin çektiği belgeselin konusuna dikkat edin: "Parmaklıklar Arkasındaki Çocuklar" adlı film izleyenlere Keçiören Islahevi'nde yaşananları anlatıyor.

Yanlış konuşmayalım ama, Şerefli'nin bu büyük ödülü alan belgeseline bugüne kadar herhangi bir televizyon kanalı destek verdi mi, ekranına taşımayı düşündü mü?

Oysa giderek sadece kendini düşünen, "meraksız" insanlardan oluşan bir toplumda bu tür belgesellere ne büyük işler düşüyor...

Önbilgin güzel söylemiş: "İnsanların kapılarını çalıp, öykülerine yer vereceğiz."

Bakalım bilmediğimiz, görmediğimiz ne "hayat öykülerimiz" varmış... (K.B.)


21 Eylül 2003
Pazar
 
YÖNETENLER: Kürşat Bumin
Alper Görmüş


Künye
Temsilcilikler
Abone Formu
Mesaj Formu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Dizi | Karikatür | Çocuk
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED