|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
hâlâ mı 'anlamlı cinnet?' "Doktor kızını pompalı tüfekle öldüren baba" haberinin ikinci günü... Hürriyet'ten: "Babanın tüm uyarıları karşılıksız kaldığı gibi, genç kızı etkisi altına alan bu cemaat, yavaş yavaş ailenin diğer bireylerini de ele geçirmişti. Artık, baba dışında tüm aile tarikata girmişti..." Söyleyin, bu satırları, "artık babanın eline silah almaktan başka çaresi kalmamıştı" gibi bir cümle takip etseydi şaşırır mıydınız?
Vatan gazetesi yazarı Haşmet Babaoğlu, "doktor kızını öldüren baba" haberinde bütün gazetelerin düştüğü bir tuzağı ele aldı 3 Temmuz tarihli yazısında... Babaoğlu, babanın "akıl sağlığının pek de yerinde olmadığını" gösteren onca ayrıntıyı es geçip başlıkların "tarikat"a bağlanmasını şöyle eleştirdi: "Toplumumuzun tüm hücrelerine ve tabii medyaya da sızmış, yerleşmiş, kemikleşmiş 'anlaşılabilir cinayetler' , 'anlamlı cinnetler' mantığı artık yıkıcı bir hale geldi. Hepimizi tehdit ediyor artık bu mantık. Tez elden bu yoldan, bu mantıktan geri dönmeliyiz. Yoksa çeşit çeşit bahanelerle yarısı katil, öteki yarısı maktul bir toplum olmamıza ramak kaldı... "Babanın şu lafı gazetelerin gözdesi olmuş, büyük büyük veriyorlar: 'Kızım 1994'te tarikata girdiğinde benim için ölmüştü, şimdi gerçekten öldü.' Sanki cinneti değil de, 'derin' bir gerçeği anlatıyormuş gibi. Oysa talihsiz genç kadına sorsalardı, o da 'ben 1994'te yaşamaya başladım' diyecekti belki. Kim karar verecek hangisinin 'hayat', hangisinin 'ölüm' olduğuna, bir pompalı tüfek mi? "Sabah gazetesinin başlığın altında kullandığı şu ifade iyice irkiltici: 'Saatlerce süren pazarlıkla teslim olan baba, kızını tarikata katılıp ailesini dağıttığı için öldürdüğünü itiraf etti.' (Niye 'itiraf', kendinize sorun bakalım arkadaşlar, neye itiraf denir?) "Oysa cinayet cinayettir. Cinnet cinnettir. Cinayeti bulandırıp haklılaştran, cinneti 'anlamlı ve hatta makul' yapan zihin en karanlık tarikatlardan daha karanlıktır. Bunu anlamamız gerek. Bu noktada anlaşmalıyız. Yoksa sonu kötü gelecek."
'TARİKATIN YOK ETTİĞİ AİLE'
Babaoğlu'nun yazısının çıktığı gün, gazetelerde talihsiz doktorun cenaze törenine ilişkin haberler vardı. Haberi veren gazeteler, biri hariç, "tarikat" meselesini okurlarının gözüne sokmaktan vazgeçmiş görünüyor (hiçbiri tümden vazgeçmiş değil, "tarikat" sözcüğü haberlerin içinde "gerekçe" olarak gene arz-ı endam ediyor). Hariç tuttuğumuz gazete Hürriyet... İkinci gün olaya en geniş yeri ayıran gazetemiz, 7. sayfanın tepesinden ısrar ediyor:
"TARİKATIN YOK ETTİĞİ AİLE..."
İşin tuhafı ne biliyor musunuz? Babaoğlu'nun, eleştirisini kurarken dikkat çektiği, "Başlıkları değil de, haberi okuyunca, kıyısında köşesinde (rastladığımız) önemli ve 'zihin açıcı' bazı noktalar", ikinci gün misliyle artmış olarak karşımızda durduğu halde "TARİKATIN YOK ETTİĞİ AİLE" ısrarını sürdürüyor büyük gazete... İşin daha da tuhafı ne biliyor musunuz? Hürriyet, bu başlığın altındaki haberde o "zihin açıcı" noktalardan yığınla olduğu halde sürdürüyor "Tarikat" ısrarını... Bakın, aşağıda okuyacağınız satırların tümünü Hürriyet'in o haberinden aldık, Dr. Cevahir Çağlar'ın yakınları ve arkadaşları anlatıyor:
'KÖTÜLÜĞÜ TARİF BİLE EDİLEMEZ'
Halası: "Kuran'ı çöpe atan, eşi namaz kılarken eşek edip sırtına binen adamdı. Televizyonda gördüm Bismillah diyerek arabaya biniyor, göz boyamak için şov yapıyor. (...) Cevahir kendisi çalıştı, okudu. Tarikatçı olduğu yalan. Biz hepimiz başamızı örteriz. Babası 'başını aç' dedi ve o başını açmadığı için suçlu oldu." Annesi (kocasının dünyanın en kötü adamı olduğunu söyledikten sonra): Eve kadın getirip, bana kahvaltı ve yemek hazırlatırdı. Kötülüğü tarif bile edilemez. Yaşamı hep kötülük üzerine kurulmuş bir insan. (Kocasının kendini haklı çıkarmak için tarikatçı iddialarını ortaya attığını ileri sürdükten sonra): Cevahir'in çalışmaktan kendine vakti kalmıyordu. Bize yaptığı kötülüklere dayanamadı. Bu yüzden hepimizi buraya getirip bize bakmaya başladı. Evin direğiydi." Erkek kardeşi: "Babam bizi de tehdit etmişti. Tam bir başörtüsü düşmanıydı." Doktor arkadaşları: "Babasının yaptıklarını anlattığında abarttığını düşünüyorduk. Bir insanın bunları yapabileceği aklımıza gelmiyordu." Peki, bütün yakınların yalanlamasına rağmen "TARİKATIN YOK ETTİĞİ AİLE" başlığı nereden çıkıyor? Nereden olacak, kızını öldüren baba Rıza Çağlar'ın iddiasından... Üstelik bu iddia, Babaoğlu'nu sanırız çok sinirlendirecek şu dramatik satırlarla aktarılıyor: "Babanın tüm uyarıları karşılıksız kaldığı gibi, genç kızı etkisi altına alan bu cemaat, yavaş yavaş ailenin diğer bireylerini de ele geçirmişti. Artık baba dışında tüm aile tarikata girmişti." Söyleyin, bu satırları, "artık babanın eline silah almaktan başka çaresi kalmamıştı" gibi bir cümle takip etseydi şaşırır mıydınız? Ve geliyoruz Hürriyet'in haberinin en kritik bölümüne... Gazetemiz, "Tarikat cinayetini yakından takip eden, ancak adının açıklanmasını istemeyen bir siyasetçi"yle konuşmuş. Siyasetçimiz aynen şöyle demiş: "Fotoğrafın önündeki kişilere bakıp, arkadaki fonu es geçmek, ağaçlara bakıp ormanı görmemek olur. O fonda 'Türkiye gerçeği' yatıyor. Cevahir Çağlar cinayetinde fotoğrafı iyi okuyalım." Eh, böyle medyaya böyle siyasetçi... Ya da tersi... İlahi Haşmet Babaoğlu, "Cinayet cinayettir, cinnet cinnettir" ha? Yok öyle "ağaçlara bakıp ormanı görmemek..." Bu ülkenin cesur siyasetçileri var, çıkarlar, "Türkiye gerçeği"ni öyle yüzüne çarparlar işte! (A.G.)
10. yıldönümü de benzer şekilde geçti... 10 yıl önce Sivas'ta 35 insanın Madımak Oteli'nde can vermesi, bu yıl da, gazete ve gazeteciler tarafından farklı biçimde hatırlandı. Bu farklılık daha olayın adının konulmasından itibaren başlıyordu. Mesela Cumhuriyet gazetesi (bizim de katıldığımız bir adlandırmayla) olaydan "Sivas katliamı" olarak söz ederken, kimi gazete ve gazeteciler çok daha "nötr" bir ifadeyi, mesela "Sivas olayları" ifadesini tercih ettiler... Burada "Sivas katliamı"nın nedenlerinden, olayın ardından gelen yargılama sürecinden, "Sivas halkı"nın hiç değilse otel önünde bulunan bölümünün olup bitenlere ilişkin sorumluluğundan tekrar söz etmeyeceğiz. Ama şurası muhakkak ki, eşine az rastlanır bu "insanlık suçu" fazlasıyla hakettiği siyasal ve etik sorgulamadan henüz geçmemiştir. 10. yıldönümü dolayısıyla Tercüman'dan (Ilıcaklar) Serdar Arseven de bir yazı yayımladı. Bazı gazeteciler gibi Arseven de olayın tek başına taşıdığı "trajik boyut"tan çok, 2 Temmuz'da olup bitenlerin arkasındaki "derin tezgâhı" sorgulamaya çalışıyordu. Nitekim bu çerçevede okurlarına 9 soru yöneltiyordu. Fakat dikkat ettik, bu 9 içinde, mesela "Nasıl oldu da, otelin önünde toplanan ve içerdekiler aleyhinde tezahürat yapan Sivaslılar, yaptıkları bu işten hiçbir ahlaki sorumluluk duymadılar?" gibi "dışarıdakiler"i konu alan tek bir soru yoktu... Neyse... Arseven'in soruları içinde bir tanesi özellikle dikkatimizi çekti. Dikkatimizi çekti, çünkü biraz olsun düşünecek olursak, bu soru cevabı açık seçik ortada bulunan -ve dolayısıyla sorulmaması gereken- bir soruydu. Yani şu soru: "Tansiyonun doruk noktasına çıktığı bir anda, Sivas Turizm Müdürlüğü, Nesin'le yanındakilere, tahsis edilen otobüsle şehirden uzaklaşmaları teklifinde bulunmuştu. Bunun üzerine, telefonla ulaştıkları dönemin Başbakan Yardımcısı Erdal İnönü'den 'Olduğunuz yerde durun, devlet sizin güvenliğinizi sağlayacaktır' karşılığını alan şenlik katılımcıları, otelde kalmayı tercih etmişlerdi!... (Bu ünlem işareti de ne içinse?) İnönü'nün, böylesine büyük bir hataya düşmüş olmasının 'gerçek sebebi' neydi?" Görüyorsunuz, haksız mıyız? Bu "soru"nun cevabı besbelli değil mi? "Gerçek sebep" tabii ki, Erdal İnönü'nün basiret, feraset, dirayetten uzak bir Başbakan Yardımcısı olmasından başka bir şey değildi.... Belki sadece sıraladığımız erdemlerden uzaklık da değil; Başbakan Yardımcısı İnönü'nün bu "katliam"dan sonra koltuğunu terketmek gibi olması gereken bir davranışa hiç yanaşmamasını hatırlarsak, bu listeye "cesaret"ten uzaklığını da eklememiz gerekmez mi? (K.B. – A. G.)
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Dizi | Karikatür | Çocuk |
© ALL RIGHTS RESERVED |