AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ

Y A Z A R L A R
Merzifon'u çok sevdik

Merzifon'u çok sevişimiz biraz coğrafyasıyla, fakat daha ziyade insanlarıyla alakalıdır. Yaptığım iki saatlik konuşmanın ardından bir o kadar da ayak üstü sohbetin sürmesi etkileyiciydi.

Çocukluğumda isim-eşya-şehir oynarken, şehirler kadar zihnime takılan ilçeler vardı: Malazgirt, Silifke, Fethiye, Safranbolu, Sürmene, Yusufeli, Merzifon. Kiminin tarihî ağırlığı vardı, kiminin (muhayyel) coğrafi güzelliği. Sürmene ile Yusufeli, zihnimde en somut olanlarıydı; kendileriyle değil, insanlarıyla. Ağrı'nın neredeyse bütün bostancı ve kestanecileri Yusufeliliydi. Sürmeneli Aksoy ailesi, şehrin biricik sinemasını işletirdi; Yakup Yılmaz en iyi fotoğrafçısıydı; Süleyman Mukul ile Ferhat Kangal en önemli toptancıları. Şehrimiz 'ince' işleri onlara bırakmış, çiftçilik ve nakliyecilikle idamei hayat ediyordu. Tokatlı ithal etmeden hamamları nasıl işletiyor olduğumuza ise hâlâ şaşarım!

Geçen yıl ailece doğu ve güneydoğu Anadolu'yu dolaşmış, bu yıl ise şimale açılmayı kafaya koymuştuk. MÜSİAD'ın Rize'deki genel idare kurulu toplantısı iyi bir vesile oldu. Merzifon, Amasya, Tokat, Reşadiye, Şebinkarahisar, Giresun üzerinden Rize'ye ulaştık. Dönüşte uğraklarımız Samsun ve Safranbolu oldu. Merzifon'u o kadar çok sevdik ki, dönüşte otomobilimiz adeta kendi kendine tekrar ilçeye uğradı; birer ayran daha içip yolumuza koyulduk.

Önce bir itiraf: Sebebini tam bilmiyorum ama, çocukluğumda Kağızman ve Merzifon kelimeleri 'eşek' dediğimiz yük hayvanını çağrıştırırdı. Üniversite ikideyken yabancı kolejler üzerine okuduğum bir kitapta Talas, Tarsus, Erzurum gibi şehirler yanında Merzifon'da da Amerikan koleji kurulmuş olması beni şaşırtmıştı. Önemli bir yer olmasa, Amerikalılar o kadar zahmete girer miydi? Nitekim, kalıntılarını gezdiğimiz Kilise ve Kolej binası bugün bile neredeyse kullanılabilir sağlamlıktadır.

Merzifon'u çok sevişimiz biraz coğrafyasıyla, fakat daha ziyade insanlarıyla alakalıdır. Merzifonlular da kabul eder ki, coğrafî bakımdan orta-kuzey Anadolu'nun (bana göre bütün Anadolu'nun) yıldızı Amasya'dır. Hatta, gezip dolaştığım kırktan fazla ülkede, İstanbul'dan sonra en fazla Amasya'dan etkilendim diyebilirim. Hüseyin, Murat, Hakan, Fatih, İbrahim, Osman, Derya, Zehra ve diğerleri o kadar samimi bir atmosfer yarattılar ki, Merzifon bizim için bir rüya şehir olup çıktı. Sıcak bir yaz akşamı yaptığım iki saatlik konuşmayı 200 dolayında insanın dinlemesi ve konferansın ardından bir o kadar da ayak üstü sohbetin sürmesi etkileyiciydi. Tipler farklı, sorular farklıydı. Bu beldede keşfedilmeye değer bir cevher vardı.

Neydi bu cevher? 50 bin nüfuslu küçük bir ilçenin insanları neyin peşindeydiler? Bunu bilimsel bir ifadeye sığdırmada zorlandığımı itiraf etmeliyim. Daha 'duygusal' bir duruş karşısındaydım. İstanbul'a dönüşte ANLAYIŞ dergisinde okuduğum Fazıl Say söyleşisi sanki bana tercüman oldu. Dünya çapındaki genç müzik adamımız, Yalçın Çetinkaya'nın "Müzikte duygusallığa nasıl ulaşılır?" sorusuna şöyle cevap veriyordu:

"Müzik adamı, içimizdeki sesin peşindedir. O yüzden Aşık Veysel'i çok önemli bulurum. Veysel, iç sesini dinleyebilen bir insanmış. Bir tür iç kuvvettir bu. Mesela 60 kiloluk bir halterci, ağırlığının üç misli bir halteri kaldırırken, aslında içindeki bir karanlığı kaldırıyor. Orada fiziksel olmaktan çok metafizik bir karanlık var. Bu iç karanlık, kendinin üç katı ağırlığındaki halteri kaldıran insanda bir iç aydınlığa dönüşür. İç kuvvet budur işte!"

Merzifonlu da içindeki karanlığı iç kuvvetiyle kaldırıyor, onu Tavşan Dağı'nda yağmur sonrası gözlenebilen muhteşem bir aydınlığa kalbediyordu.

Manevî netliğin peşindekiler

Çetin Altan bir yazısında, insanoğlunun modern zamanlarda gerçekleştirdiği değişimlerin amacını şöyle belirliyordu: "Doğumla ölüm arasındaki ömür süresini daha kolay ve hatta daha zevkli geçirebilmek için." Popüler yazara göre bireyler, çağların insanlara neler vermiş olduğunun tam bilincine varmazlar pek. "Örneğin 150 yıl önce müzik dinlemek lükstü; bugün en yoksullar bile müzik dinleyebiliyor. 14. Louis şatafatlı bir imparatordu, ama ne sinema gördü hayatında, ne uçak, ne televizyon, ne Internet, ne otomobil, hatta ne de bir tren. Bugün apartman kapıcısı çok daha renkli bir hayat yaşıyor!"

Batılılaşmış Asyalının karşısında, nefs muhasebesi yapabilen Batılılar ne kadar soyludur! Aleksandr Solzhenitsyn, modern zamanlarda bir takım maddî kazanımların olduğunu yadsımıyor; fakat manevî kayıpların mukayese edilemez ölçüde büyük olduğuna dikkat çekiyor. Sanayi, bilim ve teknolojisiyle modern toplum "manevî netliği kaybetmiş", dolayısıyla ne uğruna yaşadığını bilemez hale gelmiştir. Bunun doğal sonucu, insanoğlunun ölüm karşısındaki o net ve sakin tutumunu kaybetmesidir. "Çağdaş insanın rahatı ne kadar yerindeyse, ruhundaki o dondurucu ölüm korkusu da o kadar derin yaralar açmaktadır. Eskilerin bilmediği bu kitlesel korku, bizim doymakbilmez, gürültülü, koşu tempolu hayatımızdan doğmuştur. İnsan kendisinin, hür iradeye sahip olsa bile, yine de evrende sınırlı bir nokta olduğu duygusunu kaybetmiştir. Kendini çevresinin merkezi olarak görmeye başlamış, dünyaya uyumlanacağı yerde, dünyayı kendine uyumlandırmaya kalkmıştır. O zaman ölüm düşüncesi elbette dayanılmaz hale gelir; tüm evrenin bir çırpıda ortadan kaybolması demek olur."

Erich Fromm, insanlık tarihinde ilk kez, insanlığın fizikî varlığını sürdürebilmesi, insanoğlunun kendi kalbindeki köklü değişikliklere bağlıdır diyor. Modern insanın bütün hayatı, kendinden çok şeye sahip olanları kıskanmak ve kendinden az varlığı olanlardan korkmakla geçiyor. Niçin? Çünkü olmak ile sahip olmayı birbirine karıştırmış bulunuyor. Sahip olduğu nispette, 'olacağını' vehmediyor ve bir türlü 'olamıyor'. Zaman ile ilişkisi bunu çok güzel yansıtıyor: Önce bütün çabasıyla kendine boş zaman yaratmaya çalışıyor, sonra bu zamanı 'öldürebildiği' ölçüde sevinç duyuyor.

Fromm'a göre, insanoğlunun tabiatı sınırsız biçimde kendi hükmü altına alma girişimi geri tepti. İnsanlar teknolojinin gücüne dayanarak en güçlü, bilime dayanarak herşeyi bilen olacak, tabiatı malzeme olarak kullanıp ikinci bir dünya yaratacaklardı. Aydınlanma projesinin vaadi buydu. "Sanayileşme, özgürlüğü toplumun üst kesimlerinden tabana doğru yayacak, kadın ve erkeğin birbirlerine eşit oldukları evrensel bir burjuvazi meydana getirecekti. Sınırsız üretim, mutlak özgürlük ve kısıtlanmamış mutluluk üçlemesi, yeni 'gelişme dini'nin temelini oluşturuyordu ve bu dinin dünyevî planda yaşanması, eski dinlerdeki İlahî Şehir'e ulaşma arzusunun yerini alıyordu."

Dünyevî cennet hayali yirminci yüzyıldaki iki korkunç savaşla sona erdi. Başarısızlığın iki önemli psikolojik sebebi var: 1. Hayatın tek gayesinin mutluluk (=maksimum hazza ulaşmak) olarak görülmesi. 2. Kapitalist sistemin kendi varlığını koruyup sürdürebilmesi için desteklemek zorunda olduğu bencillik. Bu fikirler yeni değildirler şüphesiz. Fakat bütün toplumu istila etmeleri modern Avrupa tarihine özgü bir gelişmedir. Kapitalist sistemin gelişmesini belirleyen, "İnsan için iyi olan nedir?" sorusu değil, "sistemin genişlemesi için gerekli olan nedir?" sorusudur. Bunun içindir ki, sistemin gerektirdiği bencillik, açgözlük ve sahipolma ihtirası gibi vasıfların insanda doğuştan var olduğu ileri sürülerek bunların sistemden değil insanın tabiatından kaynaklandığı gösterilmek istendi.

Sonuç? "İnsanların ekonomik ve ekolojik bir felaketten kurtulabilmeleri için ruhî bir değişim içine girmeleri zorunludur. Bu ise, yeni bir ahlâkın doğmasına ve tabiata karşı yeni bir tavır alınmasına bağlıdır." Tek çıkar yolun, bugünün insanlarında görülen karakter yapısının topyekün değişmesi olduğunu söyleyen Fromm, bu hususta bize "hem iktisatçı, hem de köktenci bir hümanitter olan" E.F. Schumacher'in eserlerini tavsiye ediyor. Schumacher ise, ünlü Musevî bilgin Maimonides'in çağımızdaki soluk bir görüntüsü.


Aklıkarışıklar İçin Kılavuz

Moses Maimonides, Arapça adıyla Ibn Meymûn, ortaçağ Yahudi düşüncesinin her veçhesine hükmeden otantik bir dehâ. Literatürde çoğu zaman 'Öbür Musa' diye geçer, eserleri ise 'İkinci Tevrat'. Başeseri Delâletü'l-Hâir'n başlığını taşıyor: Şaşkınlara Rehber. Aklıkarışıklar İçin Kılavuz başlığıyla, İz Yayınları tarafından yayımlanan eserin temel fikirleri, ciddî bir manevî yenilenme için çok önemli:

"İnsanoğlu eğer ilahî ihsana lâyık olmayı, neticede kurtuluşa ermeyi arıyorsa, takip edeceği tek yol sahih bilgi yoludur. Salih amel, sahih bilgiden çıkar. Allah'ın rızasına uygun ameller, Allah'ın sahih ve kâmil bilgisinden kaynaklanır. Hakikat zihinlere uygun yollarla yerleşmeli ve eminlik (kesinlik) size tesadüf yoluyla gelmemelidir. Bilgi insanın nihaî mutluluğudur ve insan nihaî mutluluğa bilgi sayesinde ulaşır. İnsan aklı bir kez harekete geçirildi mi faal akla katılabilir ve kendisinden doğduğu ilahî hakikatle bütünleşebilir. Ölümsüzlük verilmez, kazanılır. Bilgi yolu böyle bir ödülü hak etmenin tek yoludur. İnsanda çeşitli tekemmül dereceleri vardır. En aşağı insanlar sadece servet olgunluğuna sahip olanlardır, onlardan sonra fizikî sağlık sahibi olanlar, en üstte ise erdemliler yani ilahî yasaya muti olanlar." Maimonides'in tekemmül dereceleri Schumacher'in kitabına ilham kaynağı olmuş: Bu dünyada aşağı varlık kademeleri ve yüksek varlık kademeleri vardır. En üst kademe kendinin bilincinde olma kademesidir. Bu kademeye yükselen insan, gizil güçlerini harekete geçirip daha yüksek varlık alanlarına erişebilir. İnsanoğlunu yüksek kademelerin hakikatını araştırmaktan alıkoyan ve onu aşağı kademelere hapseden modern yaklaşımın temel dayanağı Descartes. Kartezyen akılyürütme bizi 'anlamak için bilim'den 'manipüle etmek için bilim'e götürdü. Bilginin gayesi hakikatla örtüşmek değil, maddî dünyada etkin biçimde faaliyet göstermek oldu. Böylece 'çoğulcu' bir dünyaya ulaştık, ilahlarla dolu bir dünya: Servet, bilgi uğruna bilgi, hareket hızı, piyasa büyüklüğü, değişim hızı, eğitim 'miktarı', hastane sayısı ve daha nice kutsal inek. Amansız mantığı ile Kartezyen devrim insanı, onun insanlığını idame ettiren yüksek kademelerden ayırdı. İnsanoğlu göklerin (Mavera) kapılarını kendisine kapattı ve muazzam enerji ve hüner ile kendini yeryüzüne (Masiva) hapsetmeye çalıştı. Şimdi yeryüzünün ancak bir konaklama mevkii olduğunu, dolayısıyla Göklere erişmeyi reddetmenin Cehenneme gönülsüz bir alçalma mânasına geldiğini keşfediyor.

Modern dünyanın dinsiz yaşama tecrübesi başarısız oldu. Peki bir geri dönüş, bir metanoia mümkün olabilir mi? Evet, diyor Schumacher: Yeryüzünün cömertliği bütün insanları doyurmamıza yeter; Yeryüzünü sağlıklı bir mekân olarak muhafaza etmek için gerekli ekoloji bilgisine sahibiz; Yeryüzünde herkesin yeterli barınağa sahip olabileceği kadar alan ve yeterli maddeler mevcuttur; hiç kimsenin sefalet içinde yaşamasını gerektirmeyecek ölçüde yeterli ihtiyaç maddelerini üretmede oldukça mahiriz. Yeterli miktarı nasıl temin edebileceğimizi biliyoruz; bu iş için herhangi bir saldırgan teknolojiye ihtiyacımız yok. Bütün mesele kalbin hastalığını gidermede. Bunun için ciddi bir manevî dönüşüme ihtiyaç var. Ve dönüşüm mimarlarına.

Almuslu Hüseyin Bey, Merzifon için böyle bir 'Armağan' işte.


15 Ağustos 2004
Pazar
 
MUSTAFA ÖZEL


Künye
Temsilcilikler
Abone Formu
Mesaj Formu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Dizi | Çocuk
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED