AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ

D Ü Ş Ü N C E    G Ü N L Ü Ğ Ü
Felluce katliamının düşündürdükleri

Büyük çelişkilerle yaşamaya devam ediyoruz. İnsan hakları, demokrasi, Kopenhag kriterleri, hukuk, adalet, bilgi çağı, özgürlük gibi değerlerle tanımlayıp ifadelendiriyoruz kendimizi. Öbür taraftan Ortadoğu'yu kan gölüne çeviriyoruz. Ya da dünyayı kana bulayanları seyrediyoruz.

Tarihin kaderi değişmiyor. Ya katlediyorsunuz, ya katlediliyorsunuz, ya da seyrediyorsunuz. Bu bir yazgıdır tarih için. Nemrut yaktı, Firavun yok etti, Yezid katletti...

Dünya dönmeye, yazgısını yaşamaya devam ediyor. Bush katlediyor, Müslümanlar katlediliyor, dünya seyrediyor...

Onca zamandır ne katil usandı, ne de maktul. Seyredenler ise her şeye rağmen istikrarını korumayı sürdürüyor. Asırlardır dünya çarkı böyle dönüyor. Tarih her zaman, katili lanetlemiş, maktulü yâd etmiş ve seyredeni büyük bir öfke ile kınamıştır.

Felluce ve Filistin'de tarih bir kez daha tekerrür ediyor. Dünyaya hükmedeceklerini zanneden Bush ve Şaron, Filistin ve Felluce'de kendilerine teslim olmayan her canlıyı yok ediyorlar; ataları Nemrut, Firavun ve Yezit gibi. Bu iki adamın hezeyanları uğruna Filistin ve Irak'ta her gün yüzlerce Müslüman barbarca yöntemlerle katlediliyor ve yüzlerce ev bombalarla yok ediliyor. Amerikan askerleri, önlerine gelen her insanı, yaşlı, kadın ve çocuk demeden tarayıp öldürüyorlar.

Dünyayı kan gölüne çevirdiler

Çağdaş dünya ise, bu vahşeti sadece seyrederek tanıklık yapıyor.

Felluce'deki görüntüler tüyler ürpertiyor. Sokak ortasında yatan cansız bedenler, kızıl kanlar içerisinde can çekişen yaralılar, viran olmuş camiler, harabeye dönüşmüş kent, adım başı yükselen alevler, kimyasallarla can veren bebeler...

Ve anaların o dinmeyen çığlıkları.

İşte bu sahneler yok ediyor insanlığımızı.

İşte bu sahneler gerçek yüzümüzü dünyaya tanıtıyor. İşte bu sahneler insan olmadığımızı bize öğretiyor.

Sokaklar kan gölü.

Ve insanlar sadece seyrediyor.

Felluce'de öldürülecek çocuk, kadın, yaşlı kalmadı artık. Onlar özgür artık!

Büyük çelişkilerle yaşamaya devam ediyoruz. İnsan hakları, demokrasi, Kopenhag kriterleri, hukuk, adalet, bilgi çağı, özgürlük gibi değerlerle tanımlayıp ifadelendiriyoruz kendimizi. Öbür taraftan Ortadoğu'yu kan gölüne çeviriyoruz. Ya da dünyayı kana bulayanları seyrediyoruz. "Ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz" demiş Ziya Paşa. Bu değerleri savunanların işine baktığımızda hiç birinin samimi olmadığını görüyoruz.

Evet samimi değiliz! Sadece laf üretiyoruz. Gerçeklerden, kendimizden, insanlıktan kaçıyoruz. Sahte benlikler ve zırhlar üretiyoruz durmadan. Kendimizi kandırmak için binlerce bahane buluyoruz. Parçalanmış cesetleri gördüğümüzde yüzümüz kızarmıyor, yüreğimiz kan ağlayıp isyan etmiyor ve insanlığımızdan utanmıyoruz. Öylesine yaşıyoruz işte.

Özgürlük savaşını verdiklerini iddia eden Amerika ve batılı yandaşları, Irakta ve Filistin'de gerçekleştirdikleri canice katliamları ne ile izah edeceklerdir. Samimiyetlerini hangi kelimelerle ve kime ifade edeceklerdir. Dünyada hangi zavallı bunların iyi niyetli olduğuna inanacaktır. Sağır sultanın dahi tepki verdiği Felluce katliamı karşısında dilini yutan BM, NATO, AB ve benzeri topluluklar, meşruiyetlerini ve samimiyetlerini hangi yüzle dile getireceklerdir.

Dünyada kendilerine inanan bir tek insanı bile bulabilecekler mi acaba? En önemlisi, kendilerini inandırabilecekler mi? Felluce ve Filis-tin'deki katliamlar her bir müslümanın yüreğinde derin yaralar açmaktadır. Her bir katliam unutulmaz ve onarılmaz derin izler bırakmaktadır. Başta Müslümanlar olmak üzere dünyadaki insanların kahir ekseriyeti Irak ve Filistin'deki katliamlardan dolayı Amerika ve yandaşlarına iğrendirici derecede nefret etmektedir.

Doğaldır ki Ortadoğu'da her bir çocuk, bu kin ve nefretle büyümektedir. Bunun için birilerinin ek bir şey yapmasına gerek yoktur. Amerika ve yandaşlarının yaptıkları yeterli derecede kin ve nefreti uyandırmaktadır. Nemrut'a, Firavun'a ve Yezid'e beslenen kin ve intikam hisleri nasıl ki asırları aşıp günümüze kadar gelmişse, Amerika ve yandaşlarına beslenen kin de asırları aşacak niteliktedir.

Ve eminim ki asırlarca da devam edecektir. Onlarca tink-tank kuruluşunun bulunduğu Amerika'nın bu gerçeği kavraması ve ona göre vahşi ve saldırgan politikalarına son vermesi gerekmektedir. Ve Amerika bu gerçekleri görmezlikten gelirse, kuvvetle muhtemeldir ki, dünya büyük bir kâbusla karşı karşıya kalacaktır. Amerika ve yandaşlarının bilmesi gereken üç sabite vardır:

1- Allah dininin sahibidir. Hiçbir zaman onların saldırılarıyla yok olmaz.

2- Müslümanlar, hiçbir zaman öldürülmekle yok edilemezler.

3- Müslümanlar, canlarını ve dinlerini sonuna kadar koruyacaklardır.

Bu üç gerçeğin anlaşılması için inanlık asırladır büyük bedeller ödemiştir. Bunun için yeniden bazı bedelleri ödemenin bir gereği yoktur. Ancak görünen o ki Amerika ve yandaşları yeniden bazı bedelleri masum insanlara ödetmek istiyor. Tarihten hiç ders almamış gibi bir büyük yanılgının içerisindedir.

Eğer Amerika, bu acımasız saldırılarına devam ederse mazlum Müslümanlar bireysel mücadele yöntemleriyle (intihar eylemleri vb...) dünyayı kâbusa çevirebilirler. Başka çareleri de yoktur. Yakın zamanda bunun sayısız örnekleri yaşanmıştır. Böyle bir mücadele ile başa çıkmak imkânsızdır. Çünkü adresi, faili, somut hedefi ve zamanı belli değildir. Düzenli bir ordu ile veya bir devletle başa çıkmak kolaydır. Veya gücü olan bu durumlarda belirleyici olur. Ancak bireysel mücaedele ile başa çıkmak güç ve imkânla mümkün değildir.

Bu barbarlığa son verilmelidir

Eğer Amerika ve işbirlikçileri barbarca katliamlarına devam ederse, dünya Müslümanlarının tepkisi haddizatında bireysel şiddete yönelik olacaktır. İslam âlemi böylesi mücadeleleri desteklemekte, bunun gereği için fetvalar vermektedir.

Bireysel şiddetin mücadele yöntemi olarak benimsendiği bir dünyada insanlar asla mutlu ve huzurlu olamazlar. Sürekli olarak bir korku ve panik içerisinde olurlar.

Eğer Amerika gerçekten Ortadoğu halklarına demokrasiyi, özgürlüğü ve insan haklarını götürmek istiyorsa bu gerçekleri görmek zorundadır. Daha da önemlisi huzurlu bir ülke olmak ve dünyaya bir iyilik yapmak istiyorsa ötekiyi, yani Müslümanları tanımak zorundadır. Barbarlığına son vermelidir. Terör politikaları ile asla bir yere varamayacağını iyi bilmelidir. Tarihte benzeri politikaların sonucu insanlık ailesi için hiç iyi sonuçlar vermemiştir.

Amerika ve işbirlikçileri iyi bilmelidirler ki; mutluluk bunalımla, insanlık barbarlıkla, istikrar istikrarsızlıkla hiçbir zaman tesis edilmemiştir, edilemez de. Kan ve barut hiçbir zaman hiç kimseye saadet getirmemiştir, getiremez de. Zulüm hiçbir zaman payidar olmamıştır ve asla olamaz da...

  • MEHMET BALLI / HUKUKÇU


  • Putin ne demek istiyor?
    Kuzey Osetya travmasından bu yana suskun ama şiddet yanlısı önlemleri aldığını bildiğimiz, Rusya Devlet Başkanı Putin'in, iyi bir satranç oyuncusu olduğu muhakkak (son verdiği mesajda, beklenmeyen bir hamle yaparak, karşısındaki isimsiz rakibine gözdağı verirken, hem Rus ulusunun onurunu okşamış, hem de küresel dünyanın kamçılı efendisi rolünü üstlenen ABD'ye bu vesileyle, beni unutma diye mesaj vermiştir). Bu mesajı, bir külhanbeyinin sarhoş narasına benzetemeyiz. Böylesi bir benzetmede yakışık almaz.

    İsrail neden tartışılmıyor?

    Zira dünya diploması dili çoktan değişti. Hayvansever bir insan olarak, Amerika'nın çirkin ve saldırgan dış politikasının günümüz mimarlarını, şahin gibi asaletli uçuş ve süzülüşü olan kuşa benzetmek yanlışlığına düşmeden, zira o yanlışlığı yapmanın hayvana hakaret olacağı düşüncesi içinde, mevcut 'Coni' yönetimine insanlığın bir coğrafyasından tepki göstererek artık 'dur!' diyen seslere ne kadar da muhtacız. Putin'in "bende yeni ve mevcutlardan çok daha etkili bir atom bombası var" deyişi, kanımca Beyaz Saray'daki yönetime, gerçekten "satranç tahtasının öbür tarafındaki oyuncu sen olacaksan sana 'şah!' diyorum" diye hamlesini göstermiştir

    Coni çetesinin bir ferdi olan Colin Powell'ın giderayak İran'la ilişkili kan kokan beyanatları, keza Başkan Putin'in mesajıyla karşılık bulmuştur.

    Nükleer silahlanma programları ve soğuk savaş sonrası dünya ülkelerinin bu programlara karşı tavırları sadece, Amerikan yönetimlerince dile getirilerek duydukları rahatsızlıklar ve endişeler sözkonusu edilmek isteniyorsa, ülke olarak başta Türkiye'nin menzili dahilinde bulunduğu ve bölgenin çıban başı olan İsrail, neden tartışılmaz?

    Yönetim olarak kanla yaşayan Kasap Şaron'un ülkesi İsrail silahlanma açısından dünya ve bulunduğu bölgesine verdiği tehdit onun taşeronluğunu yapan Amerikan yönetimlerince neden saklı tutulur? Silahlanma politikaları yanlış olan ülkelerin bu konuda kulaklarının çekilerek ikaz edilmeleri Amerika ve yandaşı düzenbaz ülkelerin tahakkümünden uzak kalacak kadar kendini güçlü hisseden, göstermelik denetimlerden uzak ve konuyla ilgili vereceği her bir raporun bağımsız ve yaptırım gücü olan bir Birleşmiş Milletler yeniden ihya edilerek onun tarafından yapılması daha uygun olmaz mı? Efendiliğe soyunan, "ben insanlığın barış içinde yaşamasını sağlamak ve bu yönde politikalarımı yaşatmak istiyorum" diyen Amerika'nın, gücünü biraz daha farklı alanlarda da göstermesi gerekmez mi? Başta savaştığı coğrafyalarda ve sonra dışında kalan ülkelerde açlık gibi nedenlerle ölen milyonlarca insanın hukuku, görmezlikten geldiği sömürü ve saldırgan hukuk anlayışından daha mı geridir?

    Bütün bu sorulara cevabımı kendim vermiş olsaydım, bundan birkaç yıl önce (ama yakın tarihlerde) Ankara'da, bir dostun iş ofisinde tanıştırıldığım zamanın, Rusya Büyükelçisi'ne, yaşadığımız zaman diliminde siyasetten gördüklerimizi ve yaşadıklarımızı dünya olarak, ülkeler olarak ve sahip olduğumuz düşünce olarak değerlendirirken, 68 kuşağını yaşamış ve temsil etmiş bir Türkiyeli olarak, soğuk savaş sonrasının dünyası keşke sosyalist Sovyetler'den mahrum kalmasaydı demiştim.

    'Neden?' sorularını ise "NATO'yu Varşova dengeliyordu, Kapitalist Amerika'nın karşısında dünya sosyalist bir Sovyetler Birliği'nin var olduğunu görüyordu ve görünürde sizler süper güçler olarak politikalarınızla dünya siyasetini dengeliyordunuz. Ama bugün siz aradan çekildiniz veya çektirildiniz, dünya tek kutuplu kaldı, tehlike asıl şimdi başladı bizim gibi birçok antlaşmalarla Amerika'ya bağlı politika yapan ülkeler açısından" diye yorumlamıştım. Putin'in, Rusya'nın zenginleştirilmiş bir atom bombasına sahip olduğunu, Amerika'nın İran ve Kuzey Kore'yi uyarmaya yönelik bir zamanda söylemesi, doğrusu dünya ve bölge açısından bir tehdit oluşturmaktan çok, bana barışın inkar edilmez gücü gibi geldi.

  • CEMAL TOPTANCI / YAZAR


  • Azınlık konusu
    Azınlık konusu, 1699 Karlofça Antlaşması'ndan bu yana, Türkiye için "yabancı devlet müdahalesi" biçiminde çok etkili bir güvenlik sorunu olmuştur ve çözüm ancak 1923 Lozan Anlaşması ile sağlanabilmiştir. Her ne kadar şartlar değişse de, bizdeki "azınlık" tanımı bu geçmiş tecrübeye dayalıdır. Milli Mücadele'de Türk, Kürt, Sünni ve Alevi omuz omuza bu vatan için savaşmıştır. Ancak onlar bunu, "farklı Müslüman cemaatlerin birlikteliği" olarak değil "herkesin birliği" olarak gerçekleştirmişlerdir.

    O günlerde de herkesin bayrağı aynı, TBMM'de, okulda, devlet dairelerinde devletin dili Türkçe'ydi ve buna kimsenin itirazı yoktu. 1876 Birinci Meşrutiyet Anayasası'ndan beri resmi dilimiz Türkçe'dir. 1982 Anayasası'nda da belirtilmek istenen devlet dili kavramı da, resmi dildir. Avrupa Birliği uyum sürecinde bile AB buna karşı çıkmamıştır. Ancak AB Komisyonu'nun 6 Ekim 2004 tarihli Türkiye hakkındaki raporunda, Türkiye'deki Kürtlerden "azınlık" diye söz etme eğilimi bir yanılgıdır. Hükümet son dakikada müdahale ederek bu ifadeyi değiştirtti. Avrupa'ya göre "azınlık" bir ülke içindeki etnik veya dini her türlü farklı grubu ifade ederken, Türkiye geleneğinde "azınlık" tabirinden sadece farklı dini gruplar anlaşılmaktadır. Gerçekte Kürtler, bu ülkede azınlık değildir. Lozan'daki barış görüşmeleri sırasında Kürt kökenli milletvekilleri "azınlık" tanımlamasını şiddetle reddetmiş ve beraber yaşama isteklerini ortaya koymuşlardır.

    Başbakanlık İnsan Hakları Danışma Kurulu Raporu "Devletin ülkesiyle bölünmezliği"ni savunmakla birlikte, "milletiyle bölünmezlik" ilkesine karşı çıkıyor. "Milletin bölünmezliği" günümüz kültürel farklılık ve çeşitlilik ilkesine aykırılığı tamamen yanlış bir düşüncenin ürünüdür. "Üniter devlet", "milli devlet" ve bu iki kavramın ifadesi olan "milletin bölünmezliği" başka, "kültürel çeşitlilik" daha başka kavramlardır.

    "Milletin bölünmezliği" ilkesi devletin vatandaşlarının kamu veya resmi hukukuyla ilgilidir. Farklı etnik ve dini temsiller, seçmen kategorileri olamaz. Yani tek milli temsil vardır. Bir ülkedeki nüfusun içerdiği etnik, dini ve kültürel kimliklerin hepsine ayrı ayrı kamusal veya resmi düzenleme yapılmaz. Tek resmi dil ve tek üniter devlet vardır. Bu ikisi vatandaşların buluştuğu ortak paydalardır.

    Milli Mücadele gibi mükemmel bir alt yapısı olan bu ülkede, üniter devlet içinde herkesin asgari müştereklerde buluştuğu bireysel hakları genişletmek için çalışmalıyız, azınlıklar meydana getirmek için değil.

  • YUSUF ENGİN / SENDİKACI



  • 29 Kasım 2004
    Pazartesi
     


    Künye
    Temsilcilikler
    Abone Formu
    Mesaj Formu

    Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
    Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
    Bilişim
    | Dizi | Çocuk
    Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
    © ALL RIGHTS RESERVED