T Ü R K İ Y E ' N İ N    B İ R İ K İ M İ
S İ N E M A 27 OCAK 2006 CUMA
  Ana Sayfa
  Gündem
  Politika
  Ekonomi
  Dünya
  Aktüel
  Spor
  Yazarlar
  Televizyon
  Sağlık
  Bugünkü Yeni Şafak
 
  657'liler Ailesi
  Bilişim
  Çalışanın Sesi
  Diziler
  Düşünce Gündemi
  İzdüşüm
  Kültür-Sanat
  Nar-ı Beyza
  Okur Sözcüsü
  Röportaj
  Sinema
  Yemek
  Zamanda Yolculuk
 
  Bize Yazın
  Abone Formu
  Temsilcilikler
  Reklam
  Künye
 
  Arşiv

  Yeni Şafak'ta Ara
 

SİNEMA
Ali Murat GÜVEN

Spielberg'in hassas dengeleri

Son yıllarda, kendisini efsaneye dönüştüren ilk dönem filmlerine göre nisbeten daha mutevazı öykülere yönelen Steven Spielberg, merakla beklenen yeni filmi 'Münih' ile hayranlarına 'siyasal sinema'nın gösterişli bir örneğini sunuyor.

HAFTANIN FİLMİ
Münih
(Munich)

2005 / ABD Yapımı
Yönetmen: Steven Spielberg
Oyuncular: Eric Bana, Daniel Craig, Ciarán Hinds, Mathieu Kassovitz, Hanns Zischler, Ayelet Zorer, Geoffrey Rush
Süresi: 120 dakika
Dağıtıcı: UIP
Özel sınırlamalar: Amerikan MPAA Denetim Kurumu Rated-R Sertifikası (İçerdiği sert şiddet, çıplaklık ve argo dil nedeniyle 17 yaşından küçükler bir yetişkin ya da aileleriyle izleyebilir)
Uluslararası İzleyici Yargısı: 7.9 / 10 (Kaynak: Internet Movie Database)
3 Yıldız: 'Hayatınızdan bir kaç saat vermeye değer' 3 Yıldız: 'Hayatınızdan bir kaç saat vermeye değer' 3 Yıldız: 'Hayatınızdan bir kaç saat vermeye değer'
Bir kaç bölümde şiddet var Bir kaç bölümde şiddet var Bir kaç bölümde şiddet var Bir bölümde cinsellik/çıplaklık var Bir bölümde cinsellik/çıplaklık var Bir kaç bölümde argo var Bir kaç bölümde argo var Bir kaç bölümde argo var

1972 Münih Yaz Olimpiyatları'na katılan İsrailli sporcu kafilesinden 11 atlet, "Kara Eylül" adlı bir Filistinli komando grubu tarafından öldürülür. Bunun üzerine MOSSAD, geleneksel "dişe diş kana kan" taktiğiyle misilleme yapmak üzere vurucu ajanlarından oluşan beş kişilik bir ekip kurar ve elemanlarını eylemin elebaşlarının bulunabileceği istihbaratını aldığı adreslere yollar. Bu operasyona da "Tanrının Gazabı" gibi iddialı bir isim verilecektir.

Bir süredir "Süper prodüksiyonlardan sıkıldım, mütevazı projeler üzerinde çalışacağım" diyerek kendisini efsaneye dönüştüren ilk dönem filmlerine göre nisbeten daha sakin öykülere yönelen Steven Spielberg, merakla beklenen son filmi "Münih" ile onu bir markaya dönüştüren "gösterişli sinema"ya yeniden dönüşünün işaretlerini veriyor. 2003 yılındaki "Havalimanı" ve 2004'deki "Dünyalar Savaşı"yla bu filmlerden aşırı yüksek beklentileri olanları bir ölçüde hayalkırıklığına uğratan üstat, görünen o ki "Schindler'in Listesi"nden yıllar sonra bir kez daha mensubu olduğu camiaya ilişkin spekülatif bir konuya değinerek gişe şansını garantiye almayı planlamış. Ve şu ana kadar görüldüğü kadarıyla da en azından ABD'de bu hedefine ulaşmış durumda. Film, Atlantik'in ötesinde çok beğenildi, iyi gişe yaptı ve gösterime girdiği geçen Aralık ayından bu yana da gayet olumlu eleştiriler aldı.
"Münih" 1970'lerin atmosferini son derece başarıyla yansıtan mükemmel bir sanat yönetimine sahip...

Gerçek MOSSAD'çılara göre "taraflı"

Ancak Spielberg, dengeli bir yaklaşım getirmeye çalıştığı bu öyküyü "duygusal vatanı" konumundaki İsrail'de ise pek beğendiremedi. Bu hafta başında "Münih'i" Telaviv'deki galasında izleyen emekli MOSSAD ajanları filmi fazla "Hollywood usûlü" buldular ve gerçekleri yansıtmadığnı ileri sürdüler. Dahası, inanılması güç ama, aralarından bazıları Spielberg'in "dâvâya ihanet ettiğini ve öldürülen Filistinlilerin tarafında daha fazla durduğunu" bile savundu!

Şuna hiç kuşku yok ki Spielberg sinema tarihinin en önemli ve de yetkin yönetmenlerinden biri. Onun artık herkesçe kabul edilen sinemasal dehasını, aynı etnik kökeni paylaştığı bir milletle yaşadığımız kemikleşmiş sorunlara kurban edecek kadar yuvarlatılmış bir düşünce yapısına sahip değilim. Nitekim, Spielberg de Hıristiyanıyla, Müslümanıyla, Hindusuyla, dünya çapında sahip olduğu rakipsiz popülaritesini bir tek filmle çöpe atıp yalnızca "Yahudilerin sevgili yönetmeni" olmakla yetinecek kadar enayi biri değil. Münih Olimpiyatları baskını gibi ilk anda onun açısından ister istemez taraf olmayı gerektirecek bir öyküyü seçmiş seçmesine, ancak bu öyküde kendisini çok da İsrail'in tarafında konumlandırdığını söylemek insafa sığmaz. Aksine, gerçek MOSSAD ajanlarının hoşlanmadıkları sahnelerde de gözlendiği üzere, bu örgütün istihbarat ve infaz yöntemlerine kendisinden hiç beklenmeyecek bir yüreklilikle eleştiri okları gönderiyor.

Gözlerimiz bir kez onun naif ve çocuksu dünyasına alışmış olduğundan, ben kendi adıma ne zaman bir Steven Spielberg filminde şiddet görsem afallıyorum. Ancak, Münih baskını elbette ki bir "ET öyküsü" değil. Kimin haklı kimin haksız olduğuna ilişkin kararın tarih tarafından verileceği, her tarafından kan damlayan nefret dolu bir hesaplaşma bu. Olaya, "bir grup Filistinli militanın durduk yerde saldırdığı masum İsrailli sporcular" gözlüğüyle bakarsanız ortada gerçek bir trajedi var. Ancak, diğer taraftan aynı manzaraya "nüfusunun yarısını ve yurdunu bir toplu kıyımda yitirmiş, hayatta kaybedecek hiçbir şeyi olmayan insanların cinneti" olarak baktığınızda durum elbette ki değişiyor. Kendi adıma böyle bir projeye başlarken Spielberg'in yerinde olmak istemezdim doğrusu. Bir tarafta dünya kamuoyu, öte tarafta ise her yıl düzenli olarak haracımı ödemek zorunda kaldığım MOSSAD ve gözleri bir an bile benim üzerimden ayrılmayan uluslararası Yahudi cemaati. Gerçekten de çok zor bir denge!

'Ne şiş yansın, ne kebap' yaklaşımı

Ancak, şunu da teslim etmek gerek. Böylesine ağır bir psikolojik baskıdan kötü ve tarafgir bir film çıkmamış; bu da Spielberg'in gerçekten büyük bir yönetmen olduğunu bir kez daha tescil ediyor. Nitekim, şu ana dek İslâm ülkelerinden ya da Filistinlilerden filmi Müslüman karşıtı ya da ırkçı bulduğunu bildiren öyle çok da ciddi bir tepki gelmedi. Bu tür tepkiler "Filistinlilere niye daha fazla giydirmedin" diyen Yahudilerden yükseliyor.

Ancak İsrail'dekilerin ABD'deki ırkdaşlarıyla ilişkilerinde gözden kaçırdıkları çok temel bir gerçek var. ABD her konuda bir hesap-kitap ülkesi ve orada -fanatik bir Yahudi de olsa- hiç bir sinemacı dimyattaki pirince giderken evdeki bulgurdan olmak istemez. Bütün ticarî hesaplar dünyayı genel bir pazar olarak görme alışkanlığı çerçevesinde yapılıyor; dolayısıyla hiç bir şeyin aşırısı makbul değil. Köklerine en bağlı Yahudilerin bile kaçamadığı bu gerçeğe ise "Amerikan potasında erime" denilmekte...

Bir Steven Spielberg filmi için "ışığı, kurgusu ya da sesi çok güzeldi" gibi değerlendirmeler yapmak abeslye iştigal olur. Doğaldır ki bir kez daha dört dörtlük bir sinematografiyle karşı karşıyayız. Filmin atmosferi, anlatılan öyküye paralel bir biçimde karanlık ve kasvetli. Oyuncu kadrosu ise son derece başarılı; özellikle de "Shine"dan tanıdığımız Avustralyalı deli-dolu oyuncu Geoffrey Rush yine döktürüyor.

"Münih", şiddete şiddet yoluyla karşılık verilmesi seçeneğini esaslı biçimde vicdanî süzgeçten geçiren bir film. Her ırktan ve mezhepten Müslümanlar mutlaka izlemeli. Ancak, çocuklarla ve aşırı şiddetten hoşlanmayan yaşlılarla birlikte değil, tek başına. Hadi, belki en fazla eşinizle birlikte...

SİNEMA ÂLEMİNDEN KISA MALUMAT...

- Geçtiğimiz hafta cuma günü gösterime giren "Dreamer" adlı filmin isminin neden afişlerde ve basın bültenlerinde Türkçeleştirilmediğine ilişkin olarak bu sayfada yayımlanan eleştiri yazımdan sonra, sözkonusu filmin ithalatçısı Metro-Pinema ortaklığı yazılı bir açıklama yaparak "Dreamer"ı "Hayâlperest" olarak düzelttiklerini açıkladı ve bütün sinema yazarlarından da yapıtı bu isimle anmalarını rica etti. İthalatçı firmaların -gecikmeli de olsa- Türkçeye ve izleyiciye saygı konusunda gösterdiği bu duyarlılığa teşekkür ederim.

- Yine geçtiğimiz cuma günü ABD sinemalarında başrolünü ve yönetmenliğini Richard Brooks'un üstlendiği ilginç bir film gösterime girdi. Orijinal ismi "Looking for Comedy in the Muslim World" olan bu filmi Türkçeye "İslâm Dünyasında Mizah Arayışı" olarak çevirmemiz mümkün... Film, 11 Eylül'den sonra İslâm dünyasıyla ilişkileri iyice bozulan ABD yönetiminin, bu ülkelerde yaşayan Müslümanların nelere güldüklerini araştırıp elde ettiği bulguları geniş kapsamlı bir rapora dönüştürmesi isteğiyle Hindistan ve Pakistan'a gönderdiği Amerikalı bir komedyenin öyküsünü anlatıyor. Filmin ismi rahatça her yöne çekilebilir nitelikte. İnternetten öyküsünü okudum, fragmanlarını da izledim. Takip edebildiğim kadarıyla, film Amerikan izleyicisi tarafından "şöyle-böyle" bulunmuş. Ama doğrusunu söylemek gerekirse, Brooks'un Müslümanları tiye mi aldığını yoksa ciddi bir işe mi imza attığını bu sınırlı malzemeden tam olarak çözemedim. O yüzden de New York'ta yaşayan sinemasever bir dostuma filmi Yeni Şafak adına izlemesini rica ettim. Onun izlenimleri ışığında gelecek hafta bu filmi sizlere daha ayrıntılı olarak tanıtacağım. "İslâm Dünyasında Mizah Arayışı"nın Avrupa kıtasında henüz gösterime girmediğini, yalnızca ABD'de oynadığını da hemen hatırlatayım.

-Sinema, kitleleri eğlendirme ve eğitme misyonunun yanısıra, zaman zaman ezelî düşman pozisyonundaki ülkeler arasında bir barış elçisine de dönüşebiliyor. Bunun en son örneği Pakistan-Hindistan ilişkilerinde yaşandı. 1965 Savaşı'ndan bu yana ülke sinemalarında Hint yapımı filmlerin gösterimini yasaklamış olan Pakistan yönetimi, iki ülke arasındaki barış müzakerelerine yapıcı bir katkıda bulunmak amacıyla geçtiğimiz günlerde bu yasağı kaldırdı. Kararın Hindistan sinema çevrelerinde de sevinçle karşılandığı belirtiliyor. Dünyanın en büyük film endüstrisine sahip bulunan Hindistan'da hemen bütün film şirketleri Mumbai kentinde üslenmiş durumdalar ve bu dev endüstri dünyada "Bollywood" lâkabıyla anılıyor. Hint sinemasına uygulanan kırk yıllık yasaktan pek de hoşnut olmayan Pakistanlılar, şimdiye kadar komşularının çektikleri popüler filmleri sokaklarda el altından satılan korsan VCD kayıtlarıyla takip etmeye çalışıyorlardı. Koyu bir Bollywood hayranı olan Pakistan Devlet Başkanı Pervez Müşerref'in de yasağın kalkmasında önemli etkisinin olduğu vurgulanıyor.

YÜREĞİMİZİ DELİP GEÇEN FİLMLER
'Ben bir Amerikalıyım, haklarım var!'

Bir Amerikan vatandaşının yabancı bir ülkede başı belaya girdiği takdirde "Birleşik Devletler pasaportu taşımasının kendisine kazandırdığı ayrıcalıklar", günümüzde artık Hollywood sayesinde bütün dünyaya yayılmış olan koskoca bir yalandır. Bizler de sinema filmleri ve diziler aracılığıyla üçüncü dünya ülkelerine pompalanıp duran bu kuyruklu yalanı yıllardır dinleyip durmaktayız.

Doğrudur; Amerikan devleti "orta sınıfa mensup ideal Amerikalı" profiline uyan, sistemle bütünüyle uyumlu ve politik açıdan zararsız bulduğu kişileri üçüncü dünya ülkelerinde adlî olaylara karıştıklarında o ülkelerdeki diplomatik temsilcilikleri aracılığıyla arayıp sorar, gerekirse kendilerini savunmaları için avukat tutar ve başlarına sevimsiz olaylar gelmemesi için ısrarla izlerini sürer. Ancak, özenle vurguladığımız üzere, bu durum yalnızca "uysal Amerikan vatandaşları" için geçerlidir. Yoksa, Beyaz Saray'ın ulvî çıkarlarının sözkonusu olduğu kimi despot ülkelerde gereksiz yere politik aktivistliğe soyunan, CIA'nın desteklediği askerî cuntaları ve insan hakları ihlâlcisi hükûmetleri kınayan "oyunbozan Amerikalılar" için değil! Sam Amca, bu kategoride değerlendirdiği vatandaşlarına en az bir KGB ajanına olduğu kadar ilgisiz ve merhametsiz davranmakta hiç çekinmez.

İşte, Yunanlı yönetmen Constantin Costa-Gavras'ın 1982 tarihli filmi "Kayıp" da bu ünlü "Amerikan ayrıcalığı" yalanını deşifre eden çarpıcı bir öyküyü aktarıyordı beyazperdeye...

Yıl 1973. Latin Amerika ülkelerinden Şili'de sosyalist başbakan Salvador Allende'nin liderliğindeki -seçimle işbaşına gelmiş- hükûmet, CIA destekli General Augusto Pinochet ve ona bağlı birlikler tarafından çökertilmiştir. Ülkenin her köşesinde Allende taraftarlarına karşı acımasız bir insan avı yürürlüktedir. Binlerce üniversite öğrencisi, sırf "solcu" olduklarına dair bir duyum yeterli görülerek stadyumlara toplanmakta ve içlerinden "elebaşı" olarak görülenler yargılanmaksızın kurşuna dizilmektedir.

Genç Amerikalı yazar Charlie Horman da bu kargaşa ve dehşet atmosferinde ansızın ortadan kaybolan insanlardan biridir. Horman, sol görüşlü bir politik aktivisttir ve kendisiyle ortak görüşleri paylaşan karısı Beth ile birlikte uzun süredir başkent Santiago'da yaşamaktadır.

Kayıp eşine bir türlü ulaşamayan ve başına kötü bir şey gelmiş olmasından korkan Beth, sonunda çareyi, "orta sınıf milliyetçi/muhafazakâr Amerikalı" stereotipinin mükemmel bir örneği olan kayınpederi Ed Horman'ı ABD'den çağırmakta bulur. Horman, gerek oğluna gerekse gelinine sol görüşlü oldukları için çok kızan bir adamdır; onların ABD'de kendisiyle birlikte yaşamak varken Şili gibi bir "muz cumhuriyeti"ni tercih etmesine hiç bir anlam verememektedir.

Buna karşılık, oğlunun kaybolduğunu öğrenen yaşlı adam yine de babalık refleksleriyle alelacele Santiago'ya gelir ve çaresizlik içinde kıvranan geliniyle buluşur. İkili, sıkıyönetim altındaki başkentin her köşesini didik didik aramaya başlarlar. Ancak günler geçtikçe durum giderek daha ümitsiz bir görünüm almaktadır, Charlie, darbeden sonraki günlerde gerçekleştirilen tutuklama furyasında âdeta buhar olup uçmuştur. Oğlunun bir muhalif olarak burnunu gereksiz işlere sokmasından dolayı sürekli sızlanıp duran Horman, arayışları sırasında o çok güvendiği Amerikan Büyükelçiliği yetkililerinden de sık sık yardım ister. Onlar da görünüşte bu araştırmaya yardım eder bir tutum içindedirler. Ancak, gerçekler son derece farklıdır. Charlie, ülkenin yeni yönetimi açısından rahatsız edici bir unsur olarak görüldüğünden, cuntacılar tarafından -Amerikan Büyükelçiliği'nin bilgisi dahilinde- katledilmiş ve cesedi de bir duvarın içine gömülmüştür.

Filmin sonlarında acılı baba ile diplomatlar arasında geçen "tabutun nakliyle ilgili fatura ödemesi" tartışması ise bu trajik öykünün en unutulmaz anlarından birini oluşturur. Elçilik görevlileri, ölümüne icazet verdikleri Charlie'nin bir beton bloğunun içinden aylar sonra çıkartılan cesedinin ABD'ye gönderilebilmesi için gereken uçak parasını da büyük bir pişkinlikle yine Horman'dan tahsil edeceklerdir.

Demokrasinin kalesi olduğuna bütün kalbiyle inandığı Beyaz Saray'ın kendisinden farklı düşünen vatandaşları sözkonusu olduğunda nasıl da kaypak ve umursamaz davrandığını Santiago'da geçirdiği birkaç hafta içinde burnu sürtüle sürtüle öğrenen Horman, kendisini sürekli başlarından savmaya çalışan diplomatların yüzüne, "Bu iş burada kalmayacak, ABD'ye döner dönmez hepiniz hakkında dâvâ açacağım ve bir Amerikan vatandaşı olarak sizlerden öldürdüğünüz oğlumun hesabını mutlaka soracağım" diye haykırır. Ardından da gelini ve Charlie'nin tabutuyla birlikte ülkesine döner. Sonuç itibarıyla, açılan yığınla davadan sonra ne katillere ne de destekçilerine hiç bir şey olmayacaktır.

Türkçe Adı: "Kayıp"
Orijinal Adı: "Missing"
Yapım Yılı: 1982
Ülke: ABD yapımı
Süre: 122 Dakika
Yönetmen: Constantin Costa-Gavras
Senaryo: (Thomas Hauser'in aynı adlı kitabından uyarlamayla) Constantin Costa-Gavras
Müzik: Vangelis
Görüntü Yönetimi: Ricardo Aronovich
Kurgu: Françoise Bonnot
Oyuncular: Jack Lemmon, Sissy Spacek, Melanie Mayron, John Shea, Richard Venture, John Clennon, Charles Cioffi, Jerry Hardin, Richard Bradford
Uluslararası İzleyici Yargısı: 7.6 / 10 (Kaynak: Internet Movie Database)
Oğlunu Şili'deki darbe sırasında yitiren Amerikalı Ed Horman karakteri gerçekten varolan biriydi ve Gavras da filmini onun anılarına dayanarak çekmişti. 1982 yılı Cannes Film Festivali'nde Şerif Gören'in "Yol"uyla birlikte "en iyi film" ödülünü paylaşan "Kayıp"ı sevmek için illa da "solcu" olmak gerekmiyor. Yüreğinde birazcık merhamet ve adalet duygusu bulunan her sinemasever için değeri tartışılmaz çağdaş bir klasik bu...

Üstelik, aradan geçen yıllarda Amerikalı genç aktivist Rachel Corrie gibi masum insanların başlarına gelenler, bu filmin siyasal ve sanatsal değerini daha da artırmış durumda... Hafızası iyi olanlar hemen hatırlayacaklardır; gencecik bir üniversite öğrencisi olan Rachel, 16 Mart 2003 günü İsrail'in Refah Mülteci Kampı'ndaki evleri yıkmasını protesto etmek üzere elinde bir megafonla buldozerlerin önüne geçmiş, ancak gözünü kan bürümüş olan siyonistler bu ufak tefek genç kızı acımasızca ezmişlerdi. Başka bir durumda, sözgelimi asayişin zayıf olduğu bir İslâm ülkesinde hayatını kaybeden vatandaşları için kıyameti kopartan Amerikan yönetimi, İsrail askerleri tarafından tamamen bilerek ve isteyerek öldürülen Rachel için anında sus pus oldu.
Rachel Corrie (1980-2003)
Amerikan halkı Fox, CNN gibi güdümlü televizyonlarda bu olaya ilişkin olarak ya hiçbir şey duymadı ya da olay en fazla birkaç cümlelik uyduruk bir haber metniyle geçiştirildi. Rachel'in ölümünü -Amerikalılar da dahil- bütün insanlık ancak bölgedeki alternatif medya temsilcileri sayesinde öğrenebilecekti. Ne de olsa sözkonusu olan Şaron'un İsraili'ydi ve doğaldır ki böylesine güçlü bir dostluk karşısında bir kaç Amerikalı üniversite öğrencisinin böcek kadar bile değeri olamazdı.

Gavras'ın başyapıtını tanıtmamız vesilesiyle, insanoğlundaki temiz fıtratın simgesi Amerikan kızı Rachel'i de bir kez daha sevgi, saygı ve rahmetle anıyoruz.

YENİ ŞAFAK / SİNE-BULMACA

Tekinsiz adamlar resmigeçidi

1960'lı yılların başlarında, gerek Amerikan izleyicisi gerekse uluslararası kamuoyu, başrollerinde sıklıkla John Wayne'in boy gösterdiği geleneksel western öykülerinden artık tamamen bıkmış durumdayken, ansızın ortaya çıkan bir İtalyan yönetmeni, Birleşik Devletler yerine İspanya topraklarında ve de büyük bölümü Amerikalı olmayan oyuncularla çektiği bir dizi vahşi batı öyküsüyle sinema dünyasını birbirine kattı. Özünde Amerikan toplumuna ait olan bir sinemasal alanı âdeta sil baştan yeniden tanımlayan ve geçmişin aşırı yerel/milliyetçi anlatım tarzını reddedip öykülerini evrensel beğeniye daha uygun bir formda sunan bu yönetmen sayesinde, sonradan sinema tarihçileri tarafından "spagetti western" olarak adlandırılacak yepyeni bir tür doğuyordu. Bu yeni akım sayesindedir ki gitgide unutulmaya yüz tutan kovboyların beyazperdedeki ikinci saltanat dönemi de başlamış oldu.

Sizlere bu hafta "Sine-Bulmaca"da western türünü hem biçim hem de içerik açısından yenileyen bu usta yönetmenin 1964, 1965 ve 1966 yıllarında gerçekleştirdiği ünlü üçlemesinin en sonuncu ve de sevilen filmini soracağız.

Amerikan İç Savaşı'nın bütün şiddetiyle sürdüğü 1860'lı yıllar... Henüz siyasî istikrara kavuşamamış olan bu uçsuz bucaksız ülkenin dört bir köşesinde maceraperestler ve haydutlar kol gezmektedir. Farklı mizaçlara sahip üç adam, konfederasyona ait kayıp bir hazinenin yerini bulmak için -çok da gönüllü olmaksızın- işbirliği yapmaya karar verirler. Çünkü her birinin elinde hazinenin tam yerini bulmalarını sağlayacak olan bilgilerin yalnızca birer parçası mevcuttur. Ancak, yaptıkları bu centilmenlik anlaşması, özellikle içlerinden birinin güvenilmez tavırları ve sergilediği hainlikler nedeniyle sık sık askıya alınacaktır.

İlk karesinden son karesine dek inceden inceye planlanmış mükemmel kamera açıları, son derece dengeli bir kurgu, o tarihlerde çoğu tecrübesiz olmasına karşılık ustaca yönetilmiş oyuncular, bir westernden beklenmeyecek ölçüde derinlikli bir öykü ve elbette ki beyazperdede artık neredeyse tek başına bu türün simgesine dönüşmüş olan olağanüstü bir müzik çalışması...

Bu unutulmaz filmin orijinal İtalyanca adını, ayrıca yönetmeninin, üç başrol oyuncusunun ve en az film kadar ünlü olan özgün müziğini yapan bestecinin adlarını 2 Şubat 2006 Perşembe günü saat 12.30'a kadar 2001kubrick@e-kolay.net elektronik posta adresine (tam adları ve açık mektup adresleriyle birlikte) gönderen üç okurumuz, bilgisayarımızın doğru cevaplar arasından rasgele yapacağı bir seçimle Yeni Şafak'tan Amerikalı yönetmen David Fincher'in 1995 tarihli polisiye-gerilim başyapıtı "Se7en"ın (Yedi) koleksiyoncular için üretilmiş çiftli birer DVD'sini kazanacaktır.


GEÇEN HAFTANIN CEVAPLARI
20 Ocak 2006 Cuma günü sorduğumuz sorunun doğru cevapları şöyle:

- Filmin Orijinal Adı: The Usual Suspects (1995) (Türkiye'de Yaygın Olarak Bilinen Türkçe Adı: "Olağan Şüpheliler")
- Yönetmeni: Bryan Singer
- Başrol Oyuncuları: Kevin Spacey, Chazz Palminteri, Gabriel Byrne, Kevin Pollak, Benicio Del Toro, Stephen Baldwin, Pete Postlethewaite

Yarışmamıza yurt çapında toplam 265 katılım gerçekleşti ve bunlardan 224 tanesi yukarıdaki cevapları eksiksiz olarak içermekteydi. Yanlış cevap veren ya da doğru cevaplarına -bütün uyarılara rağmen- adını, soyadını ve açık adresini yazmayan okurlarımızı ise üzülerek elemek zorunda kaldık.
26 Ocak 2006 saat 13.00 itibarıyla bilgisayar programının rasgele seçtiği talihlilerimiz:

- Nihal Çağman / Eyüp-İstanbul
- Fatih Selman Yıldırtan / Ardeşen-Rize
- Zeynep Halıcı / Ünye-Ordu

Talihlilerimizin armağan DVD'leri ("Heat", 1985 / Oyuncular: Al Pacino, Robert DeNiro, Val Kilmer / Yönetmen: Michael Mann) adreslerine taahhütlü postayla gönderilmiştir. Bütün katılımcılarımıza ilgileri nedeniyle teşekkür ederken, yeni katılımlarınızı beklediğimizi bir kez daha hatırlatmak istiyoruz. Unutmayın ki bu köşenin amacı hem eğlenmek, hem seçkin filmler kazanmak, hem de "öğrenmek ve hiç unutmamak!"



  DİĞER YAZILAR
  • Sinema Sayfası - 20 Ocak 2006 Cuma
  • Sinema Sayfası - 13 Ocak 2006 Cuma
  • Sinema Sayfası - 6 Ocak 2006 Cuma
  • Sinema Sayfası - 30 Aralık 2005 Cuma
  • Sinema Sayfası - 23 Aralık 2005 Cuma
  • Sinema Sayfası - 16 Aralık 2005 Cuma
  • Sinema Sayfası - 9 Aralık 2005 Cuma
  • Sinema Sayfası - 2 Aralık 2005 Cuma
  • Sinema Sayfası - 25 Kasım 2005 Cuma
  • Sinema Sayfası - 18 Kasım 2005 Cuma
  • Geri dön   Mesaj gönder   Yazdır   Yukarı


    ALPORT Trabzon Liman İşletmeciliği

    Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya | Aktüel | Spor | Yazarlar
    Televizyon | Sağlık | Bilişim | Diziler | Künye | Arşiv | Bize Yazın
    Bu sitede yayınlanan tüm materyalin her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz. © Yeni Şafak
    Tasarım ve içerik yönetimi: Yeni Şafak İnternet Servisi