T ü r k i y e ' n i n   B i r i k i m i

Y A Z A R L A R
'II. Kaset Savaşı' dersleri...

Türkiye, yine 'ayağına ateş etmeye' başladı. Zaten lime lime hale gelmiş olan 'siyasi yaşam'a sıkılan 'kurşunlar', yine 'kasetler'...

1980'lerle birlikte dünya çapında yaşanmaya başlanan 'teknolojik devrim' artık 'araç' olarak 'radyo'yu ve 'Hasan Mutlucan efekti'ni kullanmıyor. Camcorder'lar, videokasetler, dijital teknoloji çağı bu. Eskiden, sadece 'radyo' vardı ve eğer bir 'askeri darbe' olacaksa, mutlaka Ankara ve İstanbul radyoevlerine ilk iş olarak el konulurdu. Radyoevleri, Çankaya'daki Cumhurbaşkanlığı Köşkü kadar önemli bir 'iktidar hedefi' idi. 27 Mayıs 1960'da böyle oldu. 12 Mart 1971'de ise, o dönemin en çok dinlenen haber saati, 'Saat 13 haber bülteni'nde okunmak üzere, Ankara'daki TRT binasına bir tuğgeneral bir 'muhtıra' getirdi. 12 Eylül 1980'de ise tek kanallı da olsa, televizyon dönemine girilmişti. Radyo yine önemliydi. Türkiye halkı, 12 Eylül darbesini, sabahın erken saatlerinde radyodan öğrendi. Milli Güvenlik Kurulu adıyla yeni iktidar yapısını oluşturan Genelkurmay Başkanı Kenan Evren ve dört kuvvet kumandanı, daha sonra, TRT ekranlarına da çıktılar. Halk arasında 'beşibirlikler' sıfatı, onların televizyon görüntüleri sayesinde geldi.

28 Şubat 1997'de, artık 'teknolojik devrim'in ürünleri kullanıma girmişti. Çok kanallı ve özel televizyonlar ve özel radyolar, yurdun her tarafına yayılmıştı. O nedenle, 'gece yatıp, sabah uyanınca' usulü darbeler de tarihe karıştı. 'Darbe' de denmez oldu. 'Darbe' yerine 'süreç' deniyor. Çünkü, iktidar değişikliği, bir 'süreç' içinde gerçekleşerek, tahkim edildi. Askeri birlikler yerine 'medya' kullandı. 'Medya'nın kullandığı 'silah' ise eline tutuşturulan 'kasetler' idi. 1997 Ocak ayından başlayarak, 'kasetli bir süreç' sonucunda, 28 Şubat 1997'ye geldik. Ve, 'süreç', yine 'kasetler'le devam etti ve devam ediyor.

'Medya' deyip geçmeyin. 'Cumhuriyet tarihinde ilk kez milletvekilleri ile yapılan' ve 32.Gün ile ANAR'ın ortaklaşa yürüttüğü ankete göre, Türkiye'nin 'yasa koyucusu' olması gereken milletvekilleri, 'Türkiye'nin kaderini etkileyen kurum' olarak, birinci sırada Silahlı Kuvvetler'i görüyor. İkinci sırada hükümet; üçüncü sırada 'medya' var. Milletvekilleri, kendilerini yani üzerinde Kemal Atatürk'ün 'Hakimiyet Kayıtsız Şartsız Milletindir' yazılı düsturu bulunan TBMM'yi ancak ve medyanın ardından dördüncü sırada görüyorlar.

'Türkiye'nin kaderini etkileyen birinci ve üçüncü kurum' arasında bir 'ittifak' doğduğu anda, önünde durulması gerçekten zor oluyor ve üstelik 'yargı' da, bu 'ittifak'ın ivmesiyle derhal yönlenebiliyor. Aksi halde, TBMM'de 50'nin üzerinde milletvekili bulunan bir partinin genel başkanı olan Tayyip Erdoğan'ın 10 yıl önceki bir konuşmasından ötürü, 24 saat içinde, 'tutuklanma talebi'yle DGM'ye sevkedilebilmesi mümkün olabilir miydi? 10 yıl naftalinlere sarılarak bekletilen bir delil ile, hukuk, mümkün olabilir mi?

Ancak, 2002 yılının 'parametreleri', 1997'ninkiler ile tıpatıp aynı olmadığı için, yani 'değişen parametreler'den söz edeceğimiz bir döneme denk geldiğimizden ötürü, bu kez, '1997 yöntemleri'nin kullanılması, 'kendi ayağına ateş etmek' gibi sonuç vermeye başlıyor.

Her gün yağmur gibi yağan e-mailler arasında, 'siyasetle pek de ilgilenmediğini' söyleyen bir genç bayanın şu satırlarına bir bakınız:

"... Tayyip Erdoğan'ın kasetinde ne söylendiğini bilmiyorum, ama merak da etmiyorum. Çünkü değişip değişmemesinden önemlisi, Tayyip Erdoğan, bahis konusu kasetin kayda alındığı 1992 yılında zaten önemli olmayan bir insandı. Genelkurmay Başkanı'nın böyle ifadeleri beni de rahatsız etmiyor, demokratik bulmasam da. Ama Sayın Genelkurmay Başkanı, memleketi adam etmek konusunda birşeyler yapmak peşindeyse, sağda solda Vural Savaş'çılık oynamak yerine, bir dönemin öyle yahut böyle seçilmiş başbakanına 'pezevenk' diyen; yahut sizinle Mehmet Ali Birand'ın hayatını kurtaran, Akın Birdal'ın vücudundan çıkan 14 kurşunun müsebbibi ordu mensupları ile de 'mücadele ettiği'nde görevini daha layıkıyla yerine getirmiş olacaktır. Zamanaşımı geçmeden.

Tayyip Erdoğan'ın mensup olduğu çizgiye oy vermedim ve o çizgiyi hayatımda onaylamadım. Ama eğer bir sonraki seçimlerde oy kullanabilirsem, oyumu Ak Parti'ye vereceğim. Onlarla aynı fikirde olduğumdan değil, bunların yüzünden..."

Bu duyguların, giderek derinleşen ve yaygınlaşan bir 'tepki'yi ifade ettiğine hiç kimsenin kuşkusu olmasın. 'Makul çoğunluk'un 'kasetli savaş yöntemleri'ni sersemce ve kahpece bulduğunu sezmemek için, Ankara'da yüksek duvarlı binaların içine kapanarak 'toplum mühendisliği' hesaplarına dalmış olmak veya İstanbul'da evleriyle gösterişli medya merkezleri arasında korumalar kordonunda, kurşun geçirmez arabalarla gidip gelerek, Türkiye'de hayatın gerçeklerinden tümüyle kopmuş olmak gerekiyor.

Son günlerin manzarası, Ak Parti'ye 'hasımları' tarafından sağlanan görülmemiş bir destektir. Ak Parti, kurulduğu Ağustos ayından bu yana sahip olduğu destek kadarını, halen devam etmekte olan 'kasetler savaşı' sayesinde bir haftada elde edivermiştir.

AK Parti'ye öyle bir ivme kazandırılmıştır ki, 'sistem'in Tayyip Erdoğan'ı seçimlere dek 'devre dışı bırakması' ya da 'elemesi' halinde dahi, bir seçim durumunda Ak Parti'nin şansı daha da artabilecektir. Hatta, 'Tayyip Erdoğan bagajı'nı boşaltmış bir parti, 'mağduriyet kozu' ile 'seçmenler'in büyüyen 'tepkisi'ni galvanize edecek bir araca dönüşebilecektir.

Yeniden sahneye konulan 'kasetler savaşı'nın, bir 'seçim ihtimali'nin yaklaşmakta olduğuna işaret ettiği anlaşılıyor. Zira, 'kasetler savaşı' bir 'toplum mühendisliği ürünü'dür ve şimdiden Tayyip Erdoğan ve Ak Parti'nin kemirilmesi sürecinin başlatılması işine girişilmiştir.

Ne var ki, 'değişen parametreler'den kastımız da budur. Bu kez, 'iç ve dış dinamikler'in 1997'ye oranla bir hayli farkettiği bir dönemdeyiz ve bu yüzden, 'kasetler savaşı'nın arzulanan sonuçların tersi yönde sonuçlar vermesi ihtimali yabana atılır bir ihtimal değildir.

Tayyip Erdoğan, elbette ki, kendisine yönelik bu yoğun kampanyadan yara alıyor ve belki seçimi de ona göstermeyecekler; ama, aynı şekilde, bu kampanyayı yürüten 'ittifak' da, eşit oranda yara alıyor. Bir 'Pyrhus zaferi'ne doğru ilerliyorlar.

Bu manzaranın içinden 'makul çoğunluk' üzerinde siyaset yapmak isteyenlere ilginç 'sinyaller' geliyor. 'Türkiye'nin kaderini etkileyecek' olanlar arasındaki 'ittifak'a akıllı ve usturuplu bir mesafe koymak.

Bunu becerme ustalığını gösterdikleri takdirde, Türkiye'nin kaderini onlar etkileyecektir.


27 Nisan 2002
Cumartesi
 
CENGİZ ÇANDAR


Künye
Temsilcilikler
ReklamTarifesi
AboneFormu
MesajFormu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED