AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ

K R O N İ K  M E D Y A
80. yıldönümü vesilesiyle Cumhuriyet'te 'tehlikeli ilişkiler'

Cumhuriyet'ten Ali Sirmen'in "Deniz Gezmiş'in İdamı Adli Hataydı. Oysa..." (8 Mayıs) başlıklı yazısı çok haklı ve yerinde bir tespitle başlayıp, haksız ve yersiz bir tespitle son bulan bir yazı....

Önce yazının "haklı ve yerinde" tespiti: Sirmen, Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan'ın 6 Mayıs 1972'deki idamlarının TCK'nın 146/1. maddesiyle temellendirilip temellendirilemeyeceğini sorguluyor. Bilindiği gibi söz konusu madde, "Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nı tebdil, tağyir ve bu kanunla kurulmuş Türkiye büyük Millet Meclisi'ni iskata cebren teşebbüs" suçunu ve cezasını tarif etmektedir. Sirmen çok haklı olarak bu kararı "hukuk ve siyaset tarihimize kara harflerle geçmiş bir adli hata" olarak değerlendiriyor. Çünkü, "söz konusu suçun oluşması için böyle bir teşebbüste bulunanların ellerinde 'elverişli vasıtalar' bulunması gerekmektedir." Oysa biz biliyoruz ki, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının ellerinde bu "elverişli vasıtalar" yoktu.... "Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının da birkaç tabanca ile Türkiye Cumhuriyeti'nin rejimini daha bağımsızlıkçı bir çizgiye sokma olanakları, yani bu işi becermeye yetecek elverişli vasıtaları yoktu. Bu yüzdendir ki, müsnet suçun unsurları oluşmamıştı ve karar bir adli hataydı."

Sirmen, ortadaki bu apaçık "adli hata"ya rağmen sonunda infaza varan bu kararın kimler tarafından ne için ve nasıl hararetle desteklendiğinden de söz etmiş. (Biliyorsunuz; bu "şeref" en başta, kararın infazı yönünde partisini çoşturan 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'e düşmektedir... Demirel, birkaç kez açıkladığı gibi, 30 yıl önce böyle davranmaktan bugün bile pişman değildir.)

Sirmen yazısını burada kesse doğrusu iyi olacakmış. Çünkü yazarımız hızını alamayarak, sözü "devletin erkini elinde tutanların" açık cebir şiddete başvurmadan da, anayasının öngördüğü rejimin esas niteliğini değiştirmek ve Meclis'i bu emellerine alet etmek için pekâla başka yöntemler kullanabileceklerine getirmektedir. Yani "manevi cebir unsuru" meselesine. Dolayısıyla bir iktidar "top tüfek şartı" aranmadan da pekâla bu işe girişebilir. Sözün dönüp dolaşıp nereye gelmekte olduğunu farketmişsiniz; tabii ki şu hükme: "Pekâla, örneğin kayıtlı seçmenin dörtte birinin oyunu alıp da, devletin erkini ele geçirerek, onu devletin tartışılması bile önerilemez niteliklerini değiştirmek için kullananlar da bu suçu işleyebilirler"(!) Söz konusu "suçu" hatırlıyorsunuz: TCK 146'da tarif edilen suç tabii ki!

Eğer bugüne kadar haberdar edilmediyseniz, tekrarlayalım: Bu günlerde Cumhuriyet gazetesinde en" "saf şekline Ankara temsilcisi Mustafa Balbay'ın yazılarında şahit olduğumuz tuhaf mı tuhaf bir rüzgar esiyor! Bekleyelim bakalım; epeyce tanıdık (hiç değilse 30 yılı var!) olan bu rüzgar bakalım nereye varacak? (K.B.)

Cumhuriyet'in 80. yılında gazetede "Derin heyecan'

Aşağıdaki satırların tümü, Cumhuriyet'in 80. doğum gününün kutlandığı 7 Mayıs tarihli gazeteden alındı... Okuyunca, bugünlerde Cumhuriyet'te "derin bir heyecan"ın olduğunu anlayacaksınız... Gazetedeki bu havayı sık sık aktarmak görevimiz olsun...

İlhan Selçuk

(...) Ülkede tuhaf bir süreç yaşanıyor.. Hükümet gerici.. Devlet ilerici.. Olmadık bir çapraza düştü Türkiye; biz de 80'inci yaşımıza basarken mürteci hükümete karşı laik devletten yana bir tutuma girdik..."

Hikmet Bila

"(...) Ordu, 'Cumhuriyet'i koruma ve kollama görevi'ni yerine getirmeye devam edecektir. Bunu yapacak kararlılığa ve iradeye sahiptir."

Hikmet Çetinkaya

"(...) Kimi işadamları ve sanayiciler akşam yemeklerinde, Fransız şarabını keyifle yudumlayıp, yıldızların altında İstinye'nin lacivert sularına bakarlarken kendi aralarında konuşuyorlar: (...) Masadakiler, Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök'ü öve öve bitiremiyorlar... 'Hilmi Paşa tam bir demokrat. Kardeşim bazı kuvvet komutanları 'laiklik ve demokrasi' diye tutturuyor.'

Cüneyt Arcayürek

"Son basın açıklamasını temel ilkelerden arındırarak sadece günümüzdeki yaygın kimi olumsuzluklara yanıt olarak görmek ve göstermek olanaksız. Zira bu açıklama önümüzdeki ayları, yılları kapsayacak taahhütleri yineliyor.

"Açıklama, 'TSK'nın anayasanın değiştirilmez ilkelerinde ifadesini bulan ve İç Hizmet Kanunu'ndan kaynaklanan TC'nin korunması ve kollanması yönündeki temel görevini ödünsüz yerine getireceğinin ve Atatürk'ün maddi ve manevi mirasının yılmaz bekçisi olma özelliğini devam ettireceğinin' altını çiziyor.

"Uzun açıklamadaki bu ve öteki temel ilkelerin dört yıl için göreve gelen Genelkurmay Başkanı Org. Özkök'ten en küçük rütbeye kadar bütün TSK mensuplarını bugün olduğu gibi yarınlarda da bağladığı unutulmamalı. (...) Askerin siyasetten ve iktidarlardan uzak duran geleneksel kuralların değişmediğini, değişmeyeceğini duyurmak ve inandırmak görevi öncelikle söylentilerin, duyumların odak noktasındaki Org. Özkök'e düşüyor..." (A.G.)

Özkan, 'Korkunç şüphe'nin şüphelisi hakkında ne yazmıştı (2)

Dün Kronik Medya'da, Milliyet'te (7 Mayıs) çıkan bir haberden yola çıkarak, Tuncay Özkan'ın 25 Aralık 2001 tarihli bir yazısına kadar uzanmıştık. İsterseniz önce "Tuncay Özkan, 'Korkunç şüphe'nin şüphelisi hakkında ne yazmıştı?" başlıklı değerlendirme yazımızın spotunu aktararak meseleyi hatırlayalım:

"Milliyet, 7 mayıs 2003: 'EMNİYETTE KORKUNÇ ŞÜPHE... Hapisteki uluslararası uyuşturucu kaçakçısı Abdulvahap Barutçu'nun, yakalanmadan önce Moldavya'daki sevgilisini aradığı üç telefondan biri, dönemin Mali Şube Müdürü Ayhan Mimaroğlu'na ait çıktı...' Eski Milliyet yazarı Tuncay Özkan, Aralık 2001'de, 'hayali ihracatçı' Erol Kohen'den hediyeler aldığı iddiasıyla sorgulanan Mimaroğlu'nu, 'Mafya babalarına ve uyuşturucu kaçakçılarına göz açtırmayan müdür' diye savunmuştu..."

Hatırlayın, yazımızda, "Yürütülen bir savcılık soruşturmasına dayanarak müdürleri suçlu ilan etmenin tabii ki doğru olmadığını" belirttikten sonra; aynı şekilde, bir gazetecinin, üstelik "Her şey böylesine sıcak ve karışıkken" kendisini bağlayıp, iki polis müdürüne kefil olmasını da doğru bulmamıştık... Nedeni açık: Okur, o gazetecinin, o müdürlerle ilgili olarak o andan itibaren "objektif" haber verebileceğine dair kuşkular duymaya başlar ve bu kuşkusunda haklı olur.

Nitekim bundan 5 ay sonra, Tuncay Özkan, iki polis müdürünün sadece kendisine verdiği bilgilerden kotardığı "KOMPLO" manşetiyle Milliyet'in manşetine tırmandığında, okurlar haberi ister istemez 5 ay önceki "kefalet"le bağ kurarak okudular. Dün bu noktada kalmıştık. Devam edelim.

Özkan, 15 Mayıs 2002 tarihli Milliyet'te yayımlanan "KOMPLO" başlıklı haberinde, başta İzmir Organize Suçlarla Mücadele Şubesi Müdürü Şerafettin Bural olmak üzere bazı polis ve bürokratları, "Türkiye tarihinin en büyük siyasi komplolarından birini" kurmakla suçluyordu.

Habere göre, "komplo", Abdurrahman Yakupreisoğlu'nun 3 Ocak 2001 tarihinde İzmir'de gözaltına alınmasıyla başlamıştı. Polis müdürü Şerafettin Bural, Yakupreisoğlu'nun ifadesini aldıktan sonra sanığın ifadesine bazı bölümler eklemiş ve zorla imzalatmıştı. İfadenin bu bölümlerinde ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz, kardeşi Turgut Yılmaz, Sümer Oral gibi politikacılar da "hayali ihracat" işine karışmakla suçlanıyordu. (Yakupreisoğlu'nun ifadelerinden yola çıkılarak başlatılan "Örümcek Ağı" operasyonunun, aynı ifadeler doğrultusunda daha sonra iki polis müdürünün adını da kapsayacak şekilde genişletildiğini dün hatırlatmıştık. Bu kişiler İstanbul Mali Şube Müdürü Ayhan Mimaroğlu ile İstanbul Organize Suçlarla Mücadele Şube Müdürü Serdar Saçan'dı.)

Peki, "komplo" haberinin kaynağı neydi? Kaynak, İstanbul Polisi'ydi... Evet, Yakupreisoğlu, Mayıs 2002'de İstanbul'da polis tarafından yakalanmış, sorgulanmış ve... Gerisini "KOMPLO" manşetinden okuyalım:

"Yakupreisoğlu İstanbul'daki sorgusunda inanılmaz bir olay anlattı. Sanık, 3 Ocak 2001 tarihinde İzmir'de de gözaltına alındığını ve önce bazı hayali ihracat olaylarıyla sorgulandığını söyledi. Ancak sorguyu yapanlar, sanığın ifadelerine bazı bölümler ekledi ve zorla imzalattı. Eklenen ifadeler Türkiye'yi ayağa kaldıracak nitelikteydi."

Haberin dili, "haber dili"yle ilgisiz bir dildi. Özkan'a göre, "komplo" kesindi. Tuncay Özkan "gazeteci kuşkusu"yla değil "inançlarıyla" yazmıştı haberini. Nereden çıkarıyoruz bunu? Şuradan: Özkan'ın İzmir polisine ilişkin olarak yazdıklarından da anlaşılabileceği gibi, öyle, "Şerefli Türk polisi böyle bir şey yapmaz" klişesiyle işi yok... Peki, bu durumda bir başka "iri" emniyet mensubundan ya da mensuplarından gelen gene çok "iri" bir habere en azından "kuşku"yla yaklaşması gerekmez mi? "İstanbul polisinin önüme koyduğu bu itiraf da başka bir oyunun parçası olarak zorla imzalatılmış olamaz mı, bu da bir 'komplo' olamaz mı?" diye düşünmesi gerekmez mi? (İki polis müdürünün, Yakupreisoğlu'nun ifadeleriyle DGM'lik olduğunu unutmayın.)

Hikâyenin devamı da ilginç: Yakupreisoğlu, İstanbul polisine verdiği ifadenin ardından tutuklandı ve cezaevine kondu. Cezaevine girmeden önce, İstanbul'daki ifadesinin "işkence altında, zorla" alındığını söyledi, işkence gördüğüne dair rapor aldı. İşkence gördüğü iddiasını cezaevinde de sürdürdü.

Polis müdürü Şerafettin Bural (İzmir), "KOMPLO" manşetinin çıktığı gün ANAP'lı İçişleri Bakanı Rüştü Kâzım Yücelen tarafından görevinden alındı. Ancak Bural, yürütülen soruşturmanın ardından tekrar görevine iade edildi.

Son olarak: Dün (7 Mayıs) Milliyet'teki "Emniyette korkunç şüphe" haberinin bu gazete tarafından "herhalde" takip edileceğini, bizim de haberin devamını size aktaracağımızı duyurmuştuk. 8 Mayıs'ta gazetede herhangi bir takip haberi yoktu. Böyle bir haberin takip edilmemesi biraz tuhaf. Haber doğru olmayabilir mi? Elbette var bu ihtimal. Ama bu sonuç, Tuncay Özkan'a yönelttiğimiz "Gazeteci, polise, hele hele meslektaşlarıyla 'bürokratik ihtilaf' içindeki polislere kefil olamaz" eleştirisini geçersiz kılmaz. O eleştiri, iki polis müdürü dünyanın en namuslu müdürleri olsa da geçerli! (A.G.)

'Birand nerede?' diye sorarken şimdi de Çandar yok oldu!

Cengiz Çandar ve Mehmet Ali Birand'ın CNN Türk adına Wolfowitz ile yaptıkları söyleşinin Cumhuriyet gazetesinde iki gazetecinin adının birden, Tercüman'da ise sadece Birand'ın adınin "unutularak" aktarıldığını söylemiştik. Tercüman (Ilıcaklar) Birand'ın adını atlayarak söyleşiyi sadece "yazarımız Cengiz Çandar"a malederken, Cumhuriyet gazetesi bir adım daha ileri giderek, gazeteciler gibi CNN Türk'ün adını da anmıyordu...

Bugün (8 Mayıs) bu yönde başka örneklerle de karşılaştık. Mesela Hürriyet'ten Fatih Altaylı yazısına şöyle başlamış: "Mehmet Ali Birand, ABD Savunma Bakan Yardımcısı 'yavru şahin' Paul Wolfowitz'le yaptığı röportajda Türkiye'nin gündemini değiştirdi."

Şahitsiniz; bu kez de Cengiz Çandar'ın adı "unutulmuş"! Altaylı'nın unutkanlığı sadece bu ilk cümle ile de sınırlı değil. Söz konusu "hafıza kaybı" ile yazısının son cümlesinde de karşılaşıyoruz: "Mehmet Ali Birand, yaptığı röportajla Türkiye'nin 'en iyi muhabiri' olduğunu gösterdi ve Türk Amerikan ilişkileri ili ilgili yazılarında ne kadar haklı olduğunu kanıtladı."

Bakın; Cengiz Çandar'dan yine eser yok!

Yoksa biz mi yanılıyoruz? Bu kadar ısrar karşısında kuşkuya düşmemek de imkansız... Yoksa Wolfowitz'in karşısında oturan iki adamdan birisi olan ak saçlı adam aslında Birand'ın korumasıydı da bize Cengiz Çandar gibi mi göründü? Ama bu da mümkün değil, çünkü o da Wolfowitz'e basbayağı (hem de yüzünde gelecek cevabı bilmesinden kaynaklanan bir tebessümle!) sorular yöneltiyordu...

Görülen o ki, yeri yerinden oynatan bu Wolfowitz söyleşisi "Türk medyası"nı öyle bir ruh haline (bu ruh halini "Görmemişin bir söyleşisi olmuş, tutmuş...." ruh hali olarak tarif etmek yanlış olmasa gerek!) soktu ki, ABD Savunma Bakan Yardımcısı'nın karşısında oturan iki gazeteciden birisi (ya da ikisi birden) gazetelerin meşrebine göre buhar oluverdi!

Not: İşte size bu çerçevede (ve Altaylı'ya cevap niteliğinde) bir bilgi daha:

Mehmet Ali Birand ve Cengiz Çandar, Habertürk TV'de telefonla katıldıkları bir programda Wolfowitz ile yaptıkları söyleşiyi değerlendirirken "röportajın sahibi" sorununa da değinmişler. Mehmet Ali Birand bakın ne diyor: "...Evvela, röportaja imza atan Cengiz'dir." (Sabah, 8 Mayıs) (K.B.)

İKTİBAS YOLUYLA MİSAFİR

Tercüman'dan (Ilıcaklar) Hasan Celâl Güzel'in "Genelkurmay'ın açıklaması" başlıklı yazısından (7 Mayıs):

"(...) Ve en kötüsü, tarafların arasına nifak sokmaya çalışan, horoz döğüşü düzenleyen, tirajını ve reytingini milletin ve devletin huzurundan önce tutan, pespaye, mülevves ve yalancı bir 'basın-yayın dünyası...'

'Yalancı medya' yüzünden, bu milletin, bu devletin huzuru ne diye bozulsun?

Mâdem ki, 'basın ve yayın hürriyetini' istismar eden bu medyaya karşı cezaî tedbirler alamıyoruz –ki ben de şahsen cezadan yana değilim- o halde milletçe tepkimizi ortaya koymalıyız.

Bu konuda özellikle siyasî iktidara görevler düşmektedir. Ben, Genelkurmay'ı haklı olarak rahatsız eden 'o yalan haberleri' okuyunca gözlerime inanamadım ve MGK üyesi birkaç dostuma, gerçekten böyle konuşmaların yapılıp yapılmadığını –yazılmamak kaydıyla- sordum. Kurul müzakereleri hakkında bilgi vermediler ama bu nevi konuşmaların kesinlikle yapılmadığını söylediler.

Hâl böyle olduğuna göre; ya MGK Başkanı Cumhurbaşkanı'nın, ya da bir hükümet yetkilisinin tercihan Başbakan'ın; Genelkurmay'dan önce bu açıklamayı yapması gerekirdi."


9 Mayıs 2003
Cuma
 
YÖNETENLER: Kürşat Bumin
Alper Görmüş


Künye
Temsilcilikler
AboneFormu
MesajFormu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Dizi | Röportaj | Karikatür
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED