AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ

K R O N İ K  M E D Y A
Niçin 'sindiremedi', neresi "skandal'?

Bir 19 Mayıs Gençlik Bayramı'nı da daha geride bıraktık... Kutlama tarzında bu yıl da bir değişiklik yoktu. Okullardan seçilmiş gençler stadyumlarda jimnastik ve dans gösterileri yaptılar... Sizin de mutlaka dikkatinizi çekmiştir; dans gösterileri içinde İstanbul İnönü Stadı'nda Kuleli Askeri Lisesi ile Kandilli Kız Lisesi öğrencilerinin vals ve tango gösterileri en öne çıkanlar arasındaydı. Bu zamanda stadyumda, güneşin altında niçin vals ve tango gösterisi yapılır, orası bir muamma tabii ki!

Ancak bu yıl bir grup üniversite öğrencisinin ilginç bir girişimi oldu. Öğrenciler TBMM'de toplanan "Buluşma Forumu"nda yaptıkları konuşmalar ve imzaladıkları bildirgeyle, 19 Mayıs'ları kutlama tarzına yönelik şikayetlerini dile getirdiler. Gençler artık gelenek haline almış bu kutlama tarzından niçin şikayetçiydiler?

"Buluşma Forumu"nun imzaya açtığı "kampanya bildirgesi"nin bir bölümü şöyle:

"Milli bayramlarda stadyumlara gençliği dolduran, onların çokluğu, çevikliği, disiplini, birlikteliği ile dünyaya ne kadar güçlü olduklarını gösterdiğini düşünen otoriter devlet zihniyetinin yansıması olan tören, demokratikleşen modern Türkiye'de artık terkedilmelidir..."

Gençler çok haklı; gerçekten de, "birçok gencin gönülsüz katıldığı hamaset dolu, militarize, stadyum gösterisi ve geçit törenleri"nin sona ermesi gerekiyor. Gençlik, bayramını çok daha "çağdaş" bir biçimde kutlamayı istiyor.

Ankara'da bayram günü yaşanan bu gelişmeye hemen bütün gazeteler destek verdi. Gençleri anlayan, onlara hak veren pekçok haber ve yorum okuduk. Ama bir gazete vardı ki, tahmin edildiği gibi "muhafazakarlığını" bu konuda sergilemekten de geri kalmadı! Evet, doğru tahmin ettiniz; bu gazete Cumhuriyet'ti.

Cumhuriyet gazetesi 20 Mayıs tarihli sayısına şu manşeti atmış: "19 Mayıs'ı sindiremedi"(!) Kim? Kim olacak, tabii ki "Buluşma Formu"na katılıp gençlerin isteklerine katıldığını açıklayan Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik.

Cumhuriyet şöyle altbaşlıkları da ihmal etmemiş: "Meclis'te skandal"(!) Yani, "Üniversitelilerin katıldığı TBMM'deki 'Buluşma Forumu', AKP'li Milli Eğitim Bakanı Çelik'in desteğiyle '19 Mayıs töreni' karşıtı gösteriye dönüştü."

Gazete, bu "skandal"ı teşhir ederken, CHP Genel Başkan Yardımcısı Hacaloğlu ve yine CHP'den Milli Eğitim Komisyonu üyesi Gazalcı'nın olayı kınayan görüşlerine de yine manşette yer vermiş. Eğitim-Sen ve Eğit-Der başkanları da sırasıyla "AKP önce bağımsızlığı anlamalıdır" ve "Bakan Çelik, 19 Mayıs'ın değerlerine inanmadığını gösterdi" demişler.

Peki şimdi gazeteye soralım: Milli Eğitim Bakanı Çelik, 19 Mayıs'ı niçin "sindiremedi"?

Bakan 19 Mayıs'ın tarihsel ve sembolik anlamına karşı birisi mi? Eğer öyleyse niçin? Milli Eğitim Bakanı'nın bugüne kadar 19 Mayıs ve onu takibeden "Kurtuluş Savaşı"na yönelik bir açıklaması oldu mu? Yoksa o gizli bir "saltanat" taraftarı mı? Pekçok üniversiteden gelip Ankara'da toplanan gençlerin "19 Mayıs törenlerinden" artık sıkıldıklarını, bu törenlerin yepyeni bir biçimde tekrar düşünülmesi gerektiğini ilan etmelerinin ve bakandan destek almalarının neresi "skandal"?

Boşuna aramayın; Cumhuriyet'te bu ve benzer soruların cevabı yok... O ülkenin belki de en "muhafazakar" gazetesi olarak ülkede herşeyin öylece kalması gerektiğine, yaşanmış hiçbir şeyi unutmama ve yeni hiçbir şeyi öğrenmemenin bu dünyada en yüce erdem olduğuna çoktan karar vermiş.... O illâki, stadyumda ve güneşin altında "vals ve tango" gösterisini ilelebet izlemek istiyor... (K.B.)

'Haberi ajanstan al ama aldığını söyleme!'

19 Mayıs tarihli gazetelerin çoğu, Devlet Bakanı Mehmet Aydın'ın "tartışma yaratacak" sözlerini haberleştirdi... Vatan ve Akşam'ın yetinmeyip manşete çektiği sözler gerçekten de önemliydi. Biz haberi, "Bizdeki erkek müslümanlığı" başlığıyla veren Akşam'dan alalım... Akşam'ın haber için seçtiği alt başlık şöyle: "İlahiyatçı Bakan Mehmet Aydın, kadını din adına dışlayan anlayışa savaş açtı: Kadınlar Cuma namazı kılabilsin. Harem-selamlık kalksın..."

Akşam'ın birinci sayfa spotlarını da aktaralım:

"Diyanet'ten sorumlu Devlet Bakanı Aydın, 'Turuncu' adlı kadın dergisine yaptığı açıklamada dinin kültür ve gelenek ağırlıklı yaşandığını savundu. 'Erkek Müslümanlığı' dediği anlayışın değişmesini istedi... Aydın, tartışma yaratacak önerilerde bulundu: Cuma namazının bir yönü de bir araya gelmektir. Sosyal aktivite olarak düşünülmeli. Geçmişte kadını korumak için engellenmiş. Şimdi cesur adım atmak lazım... 'hanımlar için yer ayrılmıştır' ibaresi beni hep rahatsız etti. Kadınla karşılaşmak insanla karşılaşmaktır. Kadın ve erkek bir araya gelmesinler çünkü... İşte o çünküden sonra kadını rencide ediyor."

SADECE CUMHURİYET 'RAHATSIZ'

Bu önemli sözleri haberleştiren gazetelerin, biri hariç tamamı hallerinden memnun görülüyor... Onların başlıklarına da bakalım:

Vatan: "Cesur çıkış..."

Hürriyet: "Cesur mesajlar..."

Dünden Bugüne Tercüman: "Ayrımcılığa isyan..."

Sabah: "Haydi kadınlar Cuma'ya... Bakan Aydın, İslam'da aydınlanma arayışlarını yeniden gündeme getirdi..."

Bu yazınının asıl meselesine geçmeden önce, bakanın "Aydınlanmacı" çıkışından pek de memnun olmamış gibi görünen Cumhuriyet'e bir göz atalım... Bu gazetemiz, "AKP'den kızdıracak mesaj: Kadınlar Cuma namazı kılsın" başlığını tercih etmiş... Gazete, "mesaj"ın "AKP tabanını" kızdıracağı kanısında... Bize sorarsanız, bu işe asıl kızan, "AKP Türkiye'yi Ortaçağ karanlığına sürüklüyor"u yayın politikasının temeli haline getiren Cumhuriyet gazetesinin ta kendisi... Bakanın çıkışı "propaganda"ya hiç uymuyor çünkü...

ANKA OLMASAYDI?

Gelelim bu yazının asıl meselesine... (Bundan sonraki sözümüz Akşam dışındaki gazetelere.) Bu yazının asıl meselesi, haberi veren gazetelerimizin, haberleri için gösterdikleri kaynak... Kaynak faslında hepsi aynı şeyi söylüyor: "Turuncu adlı kadın dergisi..." Vatan, meseleye biraz daha açıklık getiriyor: "Yazarları arasında Ayşe Böhürler, İsmet Özel gibi isimlerin bulunduğu 'Turuncu' adlı kadın-magazin dergisi..."

Yani şöyle bir şey: Beş gazete birden, aynı gün "Turuncu adlı kadın dergisi"ni okuyor ve müthiş bir habercilik refleksiyle Mehmet Aydın'ın bu sözlerini seçip manşetlere, birinci sayfalara yerleştiriyor... Biz, gazetecilerimizin adı pek duyulmadık dergilerle muhabbetlerinin iyi olmadığını, hele ki "İslami" dergilerden hepten uzak olduklarını bildiğimiz için "olay"da bir tuhaflık sezdik. Haberleri böyle bir "kötü niyet"le okuyunca da tümünün aynı kalemden çıktığını gösteren çok sayıda "ortak" cümle ister istemez çekti dikkatimizi.

Mesele apaçıktı: Bakanın dergideki sözlerini bütün gazetelerin yazıişleri değil, sadece bu gazetelerin çalıştığı bir ajansın "yazıişleri" okumuş, kaleme almış, abonelere servis etmişti... Haberi Hürriyet "Ankara" mahreciyle; Sabah "Esra Tüzün" imzasıyla vermiş, Vatan, Tercüman ve Cumhuriyet mahreçsiz ve imzasız olarak aktarmıştı...

AYIP DEĞİL!

Şimdi denebilir ki, "Biz haberi Mehmet Aydın sanki bize demeç vermiş gibi kullanmadık, dergi adı verdik."

Bu savunma geçerli mi? Hayır. Çünkü okur o haliyle haberin doğrudan gazetesi tarafından "bulunup büyütüldüğü" gibi bir sonuç çıkarır. Oysa haberi kaleme alan gazeteciler, "Turuncu" dergisini muhtemeldir ki hayatlarında hiç görmemişlerdir. Nitekim Akşam gazetesi, yapılması gerekeni yapıp, haberin altına kocaman bir "ANKA" imzasını yerleştirmiş.

Doğru olan tabii ki bu. Çünkü ANKA olmasaydı gazetelerimizde o haber de olmayacaktı.

Ajans fotoğraflarında sık sık karşımıza çıkan, bizim de size her defasında aktardığımız bir durum... Nedense gazetelerimiz haberi bir ajanstan aldıklarını belirtmeyi küçültücü bir davranış sayıyorlar... Oysa tam tersi... Öbürlerinin tavrıyla kıyaslandığında Akşam'ın tavrı ancak "saygıdeğer" sözcüğüyle ifade edilebilir. Ayrıca: Acaba kaç Akşam okuru, gazetesi böyle yaptı diye haberi daha düşük bir ilgiyle okudu?

Gazeteciler, sık sık sadece kendi aralarında geçerli olan kıstaslarla hareket ediyorlar. "Haberi ajanstan al ama oradan aldığını söyleme" de bunlardan biri... (A.G.)

'No 599008' bir Emniyet hekimi!

20 Mayıs tarihli gazetelerdeki haberlerin en önemlilerinden biri Milliyet ve Sabah'ta yer aldı. Konu, Emniyet'te 14 yıl hekim olarak çalışan Erdoğan Yağız'ın işkence görmesi ve fişlenmesi... Yaşadıklarını "İşkence edilen Emniyet hekiminden İBRET" başlığıyla kitaplaştıran Yağız, kitabında fişlenme numarasının 599 bin 108 olduğunu da yayımlamış... Sabah'ta "Sıra ona da geldi", Milliyet'te "Türkiye'de bebekleri bile fişliyorlar" başlıklarıyla yayımlanan bu çok şey söyleyen haberin Milliyet versiyonunu özetleyerek aktarıyoruz:

İstanbul Emniyet Müdürlüğü Polis Polikliniği'nin eski Başhekimi Erdoğan Yağız "İşkence Edilen Emniyet Hekiminden İbret" adıyla çıkan kitabında, ilginç iddialarda bulundu. Yağız'ın anlattıklarına göre; 2000 yılında Çevik Kuvvet Şube Müdürlüğü Sağlık Tesisleri'nin başında bulunduğu sırada mafya-emniyet ilişkisi üzerine bir proje hazırlığındayken gözaltına alındı. Savcılığa çıkarılmadı ama "illegal örgütlerle ilişkiye girmek, yağma, görevi suistimal, yol kesme, nüfuz kullanma" gibi beş ayrı suçtan hakkında evrak hazırlandı. Sürgün ve açığa alınmalar sonrasında emekli edilince "psikolojik travma" teşhisiyle tedavi gördü.

Görevliler hakkında suç duyurusunda bulundu. İç hukuk yollarını tüketince de toplam 40 belgeyle başvurduğu Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, davayı kabul etti. İmtihan Komisyonu'nda da görev yapan Yağız, o zaman tanık olduğunu söylediği fişlenme olayıyla ilgili sorularımızı yanıtladı:

Polisin "fişleme" yaptığını kendiniz de fişlenince mi öğrendiniz?

Hayır fişlenmenin varlığını ben zaten biliyordum, çünkü imtihan komisyonlarında görev yaptım.

Türkiye'de fişlenen insan sayısını biliyor musunuz?

İstanbul nüfusunun neredeyse yarısının fişlenmiş olduğunu söyleyebilirim. Bu insanlar, devlet işlerinde çalışamayacak.

Kitabınızda fişlenme numaranızın 599 bin 108 olduğunun belgesini yayımladınız. İstanbul'un yarısı fişlenmiştir demek abartılı değil mi?

5 Şubat 2000'e göre. Yani bir tek kişinin birinci dereceden fişlenmesi en az 15 yakınını daha ilgilendiriyor. Babasının sicilinden çocuğu, kardeşi, karısı en yakınları etkileniyor. (…) Normalde 75 yaşına gelince fişlenmeniz kalkıyor.

Ben Paul'e dedim ki, Paul de bana dedi ki...

Radikal'den Neşe Düzel'in Mehmet Ali Birand ile yaptığı röportajdan (19 Mayıs 2003):

"- Kayıt başlamadan önce aranızda neler konuştunuz?

Önce değil ama program bittikten sonra ayaküstü beş, altı dakika konuştuk. Ben, 'Paul bu konuşma bir dinamit. Bunun altından nasıl kalkacağız bilemiyorum' dedim. O da güldü, 'Bunlar dostça söylenmiş sözlerdir' dedi."

- Wolfowitz'in az rastlanır bir açık sözlülükle, neredeyse diplomatik bütün kuralları boş vererek söyledikleri sizi şaşırtı mı?

Üslubu şaşırttı. Ama söylediklerinin hiçbiri aslında bilinmeyen şeyler değildi. (...) Nitekim Paul de, 'Bunların açıkça söylenmesi gerekiyor. Yoksa insanlar hâlâ ilişkilerde bir şey olmadığını farz ediyor' dedi ve Amerika içini döktü."

Peki hepsi iyi güzel de, bu "Paul" kim?!

Ve hemen, bu röportajı okuyan herkesin aklına gelen, gelmesi icabeden şu soru: Bir gazetecinin ABD Savunma Bakan Yardımcısı gibi çok "resmi" bir şahsiyetle iki ülke ilişkilerine ilişkin yaptığı çok "resmi" bir röportajdan söz ederken, açıklama yapan şahsiyetten babasının oğluymuş gibi küçük adıyla söz etmesi mensup olduğu mesleğin deontolojisi açısından meşru mudur?

Bizim cevabımızın ne olduğunu biliyorsunuz!.. (K.B.)


21 Mayıs 2003
Çarşamba
 
YÖNETENLER: Kürşat Bumin
Alper Görmüş


Künye
Temsilcilikler
AboneFormu
MesajFormu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Dizi | Röportaj | Karikatür | Çocuk
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED