15 Temmuz Darbe Girişimi FETÖ Yapılanması

FETÖ Yapılanması

sn.
Cemaatten kanlı terör örgütüne: FETÖ'nün 50 yılı
Örgütlenme biçimiyle çağının tüm terör yapılarından farklı bir yöntem izleyen FETÖ, nihai amaç olarak Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni ele geçirmeye çalıştı. 15 Temmuz gecesi kanlı bir darbe girişiminde bulunan FETÖ’nün; 1970’lerde dini cemaat olarak başlayan faaliyetlerinin arka planı, geriye dönük okumalarla ile gözler önüne seriliyor.

Fihrist

FETÖ’nün ontolojisi

Fetullahçı Terör Örgütü (FETÖ); Türkiye’de son 40 yıllık süreçte var olan ve hedefleri çerçevesinde farklı yöntemleri kullanarak faaliyet yürüten bir ‘terör yapılanması’ olarak resmi kayıtlara geçti. FETÖ, 1980’li yıllardan 2013’ün sonlarına kadar ‘meşru’ bir ‘cemaat’ gibi görünse de faaliyetleri ve izlediği politikalar nedeniyle Türkiye’deki diğer grup ve cemaatlerden farklılaşarak bir terör örgütüne dönüştü.

Kurulduğu ilk yıllardan itibaren, diğer gruplardan farklı olarak siyaset ile yakın ilişki içerisinde bulunan FETÖ’nün lideri Fetullah Gülen’in; kitapları, konuşmaları, talimatları, ‘sohbet’ adı altında örgütü yönlendirici ve örgütün izleyeceği yolu tayin edici konuşmaları, FETÖ’nün felsefi temellerinin atılmasında etkili oldu. Bu çerçevede FETÖ yapılanması aslında, lideri olan Fetullah Gülen’in yöneticiliği ve yönlendiriciliğinde vücut bulurken Gülen’in fikirleri ve ortaya koyduğu hedefler, örgütün hem Türkiye'de hem de uluslararası alanda attığı adımlarda belirleyici bir rol üstlendi.

Gülen kendisine biat edenler arasında bir 'Mesih' algısına dönüştü.

Örgütün kuruluşundan bu yana özel olarak bir lider kültü ön plana çıkartıldı. Böylece Gülen’in verdiği talimatlar da tartışmaya kapalı hale getirdi. ‘Dini cemaat görünümlü’ terör örgütünün varlığı Gülen’in varlığına ve lidere sadakate indirgendi. Bu ‘lidere sadakat’ miti, Gülen’in örgüt ile ilgili ortaya koyduğu hedefleri ve çizdiği çerçeveyi de mutlak doğru haline getirdi. Zamanla Gülen’in etrafında toplanan ve onun fikirlerini rehber alan kitle tarafından Gülen’e yüklenen misyonu da farklılaştırdı. Bu çerçevede Gülen kendisine biat edenler arasında bir 'Mesih' algısına dönüştü. Yani Gülen’in kendisine biçtiği rol, ona inanan çevrede de kabul görerek zamanla Gülen’in ‘dini liderlikten’ Mesihliğe geçişini sağladı. ‘Olağanüstü’ bir şahsiyet’ olduğu fikrinin aşılandığı kesimlerin tamamına yakınında terör örgütü lideri Gülen’in beklenen manevi şahsiyet/Mesih olduğu fikrine inancı yerleşti.

Örgüt ise Gülen'in liderliği sayesinde kendini diğer bütün cemaatlerden farklı ve üstün bir yapı olarak tanımlamaya başladı. Üstün bir şahsiyet olarak tanımladıkları Gülen’in liderleri oluşundan ötürü kendilerinin de ‘özel bir grup’ olduklarına inandılar. Bu doğrultuda grubun bir üyesi olmak, örgütün içinde olanlar için ayrıcalıklı bir konumu ifade etti.

Kurulduğu günden beri birçok noktada ‘dini’ bir yapıdan farklı davranan FETÖ, izlediği yöntemlerle de normal bir cemaatten farklı oldu. Yasal görünümlü faaliyetlerin içinde yer alan örgüt, zamanla bu çabalarını hedefleri çerçevesinde kullanmaya başlayarak, elde ettiği imkânlarla örgütün daha fazla güçlenmesini sağladı

Bu noktada örgütün 40 yıllık tarihsel arka planına bakıldığı zaman misyonerlikle bağdaşan yönlerinin olduğunu ifade etmek mümkün. Türkiye’nin yanı sıra dünyanın birçok ülkesine de yayılan örgüt, izlediği stratejilerle gücünü artırmaya çalıştı. Birçok ülkede özellikle siyaset, medya, eğitim ve iş dünyası ile yakın işbirliği kuran FETÖ, etkin bir güce dönüşmenin çabası içerisine girdi.

Bu çalışmalar yapılırken örgütün en fazla dikkat ettiği nokta ise ‘gizlilik’ oldu. Üyeleri, örgütün belirlediği hedeflere ulaşması konusunda yaptığı çalışmaları tam bir gizlilik faaliyeti içerisinde yürüttü. Dışa kapalılığı, kullandığı şifreleme yöntemleri, en alt kademeden tepe noktaya kadar üyelerinin birçoğunun takma isim kullanması ve önemli işler için seçilecek olan kişilerin FETÖ’nün kriterleri dikkate alınarak seçilmesi, örgütün organizasyon biçimini kuruluşundan itibaren farklılaştırdı.

Fetullah Gülen, uzun yıllar boyunca kendi öğretilerini İslami kaynağın bir parçası olarak göstermeye çalıştı.

Organizasyon anlamında masonlukla benzeşen FETÖ'nün uyguladığı taktikler ise Hasan Sabbah’ın Alamut Kalesi’nde kurduğu yapılanma ile benzeşmekte. FETÖ’nün elebaşı Gülen bir yandan din istismarı yaparak kendisi için bir yapı inşa ederken, diğer yandan da Hasan Sabbah gibi yoğun bir propaganda faaliyeti sonucunda geniş bir taraftar kitlesi topladı. Selçuklu devletini ele geçirmek için bir fedai timi kuran ve suikastlar düzenleyen Hasan Sabbah, taraftarlarını devletin etkili kurumlarına ve önemli şahsiyetlerin yanına sızmasını sağlamıştı. Böylece etkili bir gücü eline geçiren Sabbah, zamanla kendisine itaat eden kişilere karşı kendisini olağanüstü bir şahsiyet –peygamber- olarak tanıtma imkanına kavuşmuştu. Gülen'in terör örgütü de organizasyon olarak ve devlete sızma taktikleri konusunda hem mason hareketlerine hem de Hasan Sabbah’ın kurduğu ‘Haşhaşi’ örgütüne benziyor.

Ancak FETÖ'yü tek başına bu iki grup/örgüt ile özdeşleştirmek eksik bir okumaya neden olabilir. Çünkü, 1960'ların sonundan itibaren etkin bir yapılanma kurma çabasına girişen FETÖ, birçok noktada yeni sayılabilecek farklı yöntemlere de başvurdu. Örneğin; örgüt, Türkiye’de hedeflerine ulaşabilmek için bir yandan yasa dışı yollarla dinleme, izleme ve raporlarla elde ettiği bilgileri tehdit ve şantaj unsuru olarak kullanma yoluna başvururken, diğer yandan da devletin bütün anayasal kurumlarını, güvenlik birimlerini, mülki ve adli yapısını ele geçirmeyi ve aynı zamanda uluslararası düzeyde ‘ılımlı İslam’ çizginde görünerek etkili bir güç olmayı hedefledi.

FETÖ’nün günümüz dünyasında benzeştiği bir diğer yapı ise Güney Kore’de ortaya çıkan ve tıpkı Gülen gibi liderlerinin Güney Kore’den ABD’ye kaçtığı Moon Tarikatı'dır. Özellikle dünyanın her ülkesinde örgütlenme çabaları ve finansal konularda -iş adamlarından himmet toplama/yardım talep etme- izledikleri stratejiler birbiri ile benzeşiyor. Her iki terör örgütü de ülke sınırlarını aşan ve kurdukları yapı ile dini misyonun dışına çıkan örgütlenmeler olarak ön plana çıkmaktadır. Her iki örgütün de kullandığı araçların alt yapısını oluşturan ana tema ise 'dini söylem' kullanmalarıdır.

Terör örgütü lideri Gülen, 1960’ların ortalarından itibaren din merkezli bir söylem ile insanları etrafına çekerek, onlara İslami referanslar üzerinden bir gelecek tahayyülü sunmaya başladı. Bu çerçevede kendi sapkın öğretileri ile insanları yönlendirmeye çalıştı ve kurduğu yapıya mensup olanları da istediği gibi yöneterek onları tamamen kendi öğretilerine bağlı kılmayı hedefledi. İslami söylemi ön plana çıkarmaya çalışırken, tıpkı Hasan Sabbah’ın yaptığı gibi kendi öğretilerini de İslam’i kaynağın bir parçası olarak göstermeye çalıştı.

Söylemini çağa ve siyasaya/politikaya göre uyarlayan Gülen bir taraftan da stratejik öneme sahip alanlara odaklandı. Çağın gereklerine de uygun bir yöntemle özellikle; eğitim, medya, iş dünyası, yargı, emniyet, ordu ve sivil toplum kuruşları gibi alanlarda hiyerarşik bir yapılanma kurdu.

‘Lidere sadakat’ miti, Gülen’in örgüt ile ilgili ortaya koyduğu hedefleri ve çizdiği çerçeveyi mutlak doğru haline getirdi.

Geniş bir tabandan en tepeye doğru uzanan hiyerarşik yapılanma içerisinde çok katmanlı ve karmaşık bir yapı tesis eden Gülen, referans aldığı örgütlenme biçimlerinin de ötesine geçti. FETÖ’ye bağlı her grubun ayrı bir ayağı olduğu gibi birbirinden farklı bir hiyerarşik düzeni de oluşturuldu. Böylece görev ve sorumluluk alanları birinden ayrı olan bu terör mensupları kendi içlerinde bir hiyerarşik düzen inşa etti. Bu hiyerarşinin içerisinde yer alan kişiler de sahip oldukları özellikleri, kapasiteleri ve örgüte olan sadakatleri bağlamında değerlendirildi.

Gülen 1960’lı yılların koşullarında askerlik görevini yerine getirirken aynı zamanda camilerde vaiz olarak görev yapmaya devam ettiğini kaydediyor. Hem Ankara’da hem de İskenderun’da izne çıktığı günlerde yasak olduğu halde camilerde vaiz olarak bulunduğunu söylüyor.

Gülen'in sırlarla dolu askerliği

Fetullah Gülen’in kurduğu örgütlenmeyi anlayabilmek için yaşam tarzını ve kendisine yüklediği misyonu çok iyi irdelemek gerekiyor. Özellikle gençliğinden örgütlenmenin temellerini attığı döneme kadar geçen süreç, Gülen’in kurduğu yapılanmanın arka planını anlamada önemli bir alan sunuyor. Terörist elebaşı Gülen’in hayatının anlatıldığı ‘Küçük Dünyam’ kitabı bu konuda önemli bir metin olarak karşımıza çıkmakta. Fetullah Gülen, ‘Küçük Dünyam’ın girişinden itibaren gizemli bir hayat hikâyesi sunmaya çalışır. Kitabın belli bölümlerinde kendisini hep keramet sahibi bir karakter olarak göstermeye ve gençliğinden başlayan serüvenini olağanüstü bir şahsiyet üzerine inşa etmeye özen gösterir.

Bulunduğu yapı içerisinde kendisini, yüklenilen imamlık ve “Hocaefendi” misyonuna uygun bir çerçeve içerisinde anlatan Gülen, karşısında bulunan topluluğa ise olağanüstü bir karakter olduğunu ima eder.

Bunu yaparken kendisi ile ilgili bir ifadeyi doğrudan anlatmak yerine üstü örtülü bir şekilde ifade etmenin ve aslında karşısındakine bunu kabul ettirmenin çabasına girişir. Örneğin kitapta kendisine, ailesi ile ilgili sorulan “Her iki ailenin de seyid olduğu söyleniyor. Siz ne dersiniz?” sorusuna itiraz etmediği gibi bunu kabul de etmez. Ancak verdiği cevapla karşısında bulunan kişiye aslında “seyid” olabileceğini dolaylı yoldan aşılamaktadır.

1950'lerin sonunda Erzurum’dan Ankara’ya giden ve burada eski milletvekili Mustafa Zeren’in yardımıyla Diyanet İşleri Başkanlığı’nın açtığı vaizlik sınavına giren Gülen, ardından Edirne’de Üç Şerefeli Cami’nde ikinci imam olarak görev alır. Bu dönemleri için 17-18 yaşlarında olduğunu belirten Gülen, vaizlik imtihanını kazanarak henüz 17 yaşındayken Edirne Müftülüğüne talip olduğunu ancak askerlik yapmadığı için başvurusunun reddedildiğini söyler.

Gülen 2.5 yıl Edirne’de çalıştıktan sonra askere gitti. Askerliğinin ilk dönemini Ankara Mamak’ta yapan Gülen, 1960'da yaşanan askeri darbe sürecinde Ankara’da bulundu. Bu dönemde Talat Aydemir’in darbe girişimi ile ilgili Gülen’in hatırladığı en önemli anekdot ise hayli ilginçtir. Gülen, tıpkı 15 Temmuz darbe girişiminde örgütüne bağlı askerlerin savaş uçaklarıyla devlet kurumlarını bombalaması gibi, o dönem de Talat Aydemir'in engellenmesi için böyle bir planın yapıldığını ve Mamak’ın havadan bombalanmak istendiğini söylüyor. Gülen, askerlik vazifesinde Ankara'dan sonra yeni görev yerinin belirlenmesi için kura çekildiğini ve Diyarbakır'ın çıkmasına rağmen komutanların kurayı yeniden yaptıklarını ve en sonunda kendisini İskenderun’a gönderdiklerini belirtiyor. Kitapta yer alan bilgilere göre Gülen, Genelkurmay’da kalmak istediğini ancak bu amacına ulaşamadığını da ifade ediyor.

Erzurum’da bulunduğu yıllarda en önemli icraatlarından birisi ise “Komünizm ile Mücadele Derneği”ni kurmak olur.

Gülen’in askerler ve resmi devlet görevlileriyle ilgili düşünceleri de şaşırtıcıdır. Edirne’de bulunduğu süreçte başta Edirne’deki emniyet amiri olmak üzere, ilde görev yapan savcı ve hakimlerle yakın bir ilişkisi olduğunu söylüyor. O dönemin şartlarında 20'li yaşlarında bir genç için bu çok olağandışı gibi gözükse de Gülen benzer bir durumun Mamak ve İskenderun’da da yaşandığını ve sürekli olarak üst rütbeliler ile görüştüğünü ifade eder. İskenderun’da askerliğini yapan Gülen'in buradaki görevi ise yıllar sonra kurduğu terör örgütünün en deneyimli alanıdır. Gülen, dağıtımdan sonra askerliğinin geri kalan kısmını telsiz ve dinlemelerin gerçekleştiği bir merkezde yapar. İstihbarat çalışmalarına duyduğu ilginin kaynağının da burası olduğunu belirtir.

Gülen 1960’lı yılların koşullarında askerlik görevini yerine getirirken aynı zamanda camilerde vaiz olarak görev yapmaya devam ettiğini de kaydediyor. Hem Ankara’da hem de İskenderun’da izne çıktığı günlerde yasak olduğu halde camilerde vaiz olarak bulunduğunu iddia ediyor. 1960 darbesi sonrası ortaya çıkan koşullar da göz önüne alındığında henüz 20 yaşında olan bir din görevlisinin tek başına yapabileceklerini aşan bir durumun olduğu söylenebilir.

Gülen'in din istismarı
OYNAT 00:02:50
Gülen'in din istismarı
Yeni Şafak
1960'lı yıllardan itibaren camilerde vaaz vermeye başlayan ve etrafında toplanan insanları etkilemek isteyen Gülen, dini istismar etmekten çekinmedi. Gülen, birçok kez İslam dinine aykırı konuşmalar yaptı.

Anlatıları tezatlıklarla dolu olan Fetullah Gülen, İskenderun’da askerlik vazifesini yerine getirirken izin alarak Erzurum’a gidiyor ve silah altında olmasına rağmen camilerde vaaz vermeye devam ediyor. Gülen bu süreçte askerlik iznini de 2 ay uzatıyor. Erzurum’a gittikten sonra şehirde bulunan Halk Evleri’ne katılan Gülen, kısa süre sonra Halk Evleri Divanı üyesi seçilir. Erzurum’da bulunduğu yıllarda en önemli icraatlarından birisi ise “Komünizm ile Mücadele Derneği”ni kurmak olur.

İzindeyken hem sözde 'din görevlisi' olarak görev yaptığını hem de sivil toplum örgütlemeleri içerisinde yer aldığını ileri süren Gülen daha sonra askerliğinin geri kalan kısmını tamamlamak için İskenderun’a geri döner ve bu sefer de birliğine bir hafta gecikmeli katılarak şehirdeki camilerde vaaz verir. Birliğe teslim olduktan sonrada aralıksız bir şekilde İskenderun Merkez Camii'nde vaaz vermeye devam etmesi de Gülen’in kendi anlattığı hikayesinin çarpıklıklarından biri. Gülen bu dönemi “Tümende beni arkadan koruyup kollayanlar da vardı” sözleriyle özetliyor. Bu koruyup kollamanın hangi yapılar tarafından yapıldığı hakkında bilgi vermeyen Gülen, askerlikten de 1 ay erken terhis edilir.

Vaizliğe giden yol ve yükseliş

Askerliğinin ardından önce Erzurum’a oradan da Edirne’ye dönen sözde 'vaiz' Gülen, burada verdiği vaazlar ile kısa sürede popüler bir isim haline geldi. Dar-ül Hadis Camii’nde fahri imam olarak görev yapan Gülen, ilk defa öğrencilere de ders okutmaya başladı. Bir süre sonra Edirne’deki faaliyetlerinin tepki toplaması sonrası hakkında davalar açıldı ve vaizlik belgesi elinden alındı. Dönemin Edirne Valisi Ferid Kubat, Gülen’in yasalara aykırı davrandığını belirterek çalışmalarını yasakladı. Edirne'den kaçarak Kırklareli’ne giden Gülen, bu sefer buradaki camilerde vaizlik yapmaya başladı. Bu süreçte Nurcularla da iletişim kurdu.

Gülen, Erzurum’da bulunduğu süreçte Mehmet Kırkıncı Hoca, Osman Demirci Hoca (eski Adalet Partisi milletvekili) ve Mustafa Aslan sayesinde Nur cemaatiyle tanıştı. 1963-66 yılları arasında Edirne ve Kırklareli’nde camilerinde yaptığı konuşmalar ile muhafazakar kesim içerisinde daha fazla görünür hale geldi ve saygı duyulan bir isme dönüştü. Ancak bu süreçte terörist ele başı Gülen, her ne kadar Nurcularla birlikte hareket ediyormuş gibi görünse de onlarla mesafeli olmaya ve Nur cemaatinden ziyade kendi sapkın öğretisini yaymaya çalıştı. Bu tavrı zamanla Nur cemaati ile arasında bir krize dönüşse de, Gülen vaizliğe yükseliş aşamasında bu grupları karşısına almamaya dikkat etti.

Daha sonra, -tartışmalı bir şekilde- Diyanet İşleri Başkan Yardımcılığına getirilen Yaşar Tunagür’ün desteği ile İzmir Bornova Camisine vaiz olarak atandı. [Henüz 20'li yaşlarında olan Gülen gibi genç bir vaizin Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı’nın desteği ve koruması altında yükselişi ise araştırılmaya muhtaç bir konudur.] İzmir’de hedeflerine uygun olarak terör yapılanma ve faaliyetlerini yürütmeye devam eden Gülen, daha fazla tanınır hale geldi. Bir yandan Nur cemaatinin içindeki bazı gruplarla birlikte hareket etmeyi sürdürürken, diğer yandan da taraftar toplamaya çalıştı.

1970’lerden 2016’ya FETÖ
1970’lerden 2016’ya FETÖ
15 Temmuz darbe girişimi ile devleti ele geçirmeye kalkışan FETÖ’nün 40 yıllık planı.

Kendisine yakın isimlerden olan Mustafa Birlik ve Mehmet Metin ile birlikte kısa sürede evler açmaya başlayan Gülen, evlerin Nur Cemaatine bağlanmasına müsaade etmedi. Bu şekilde de ‘Işık Evleri’nin temellerini attı. Gülen, “Gülenizm” veya bir başka ismi ile “Fetullahçı” yapıyı inşa etmeye ve etrafındaki kitleyi örgütlemeye de başladı. Yaptığı konuşmalar, yaygınlaşmaya başlayan kasetlerini birçok kentte dağıtarak tehlikeli ve bozguncu fikirlerinin daha fazla kişiye ulaşmasını sağlarken diğer yandan da kurulan yapıya daha fazla para kaynağı oluşturdu. Bu yöntem bazı çevrelerde büyük tepki toplarken, Kemal Erimez, Nurettin Veren, Mustafa Birlik, İlhan İşbilen, Cahit Tuzcu, Bekir Akgün, Mustafa Asutay gibi isimler ise Gülen’in yanında yer aldı.

Gülen’in kurduğu yapı içerisinde en fazla önem verdiği merkez hiç şüphesiz Işık Evleri oldu. Evler, kurulan yapıya genç ve eğitimli insanların devşirildiği merkezlerdi. Gülen’in deyimiyle örgütün yetiştirmeye çalıştığı ‘Altın Neslin’ tohumlarının atıldığı mekânlar bu evlerdi.

“Işık Süvarileri” ve Akyazılı Vakfı

Fetullah Gülen, İzmir’de bulunduğu yıllarda özellikle Kestanepazarı’nda yaptığı konuşmalarla etkili bir isme dönüştü. Kısa sürede İzmir ve Ege bölgesinde tanınmaya başladı. İzmir, Manisa ve Balıkesir olmak üzere bazı illerde kendisine bağlı örgüt evleri açmaya başladı. “Işık Evleri” olarak isimlendirilen bu evlerde kalan gençler, Gülen’in farklı hitabet tarzı ve kullandığı yöntemler ile muhatap oluyordu. Kurmaya çalıştığı yapı kısa sürede kemikleşerek etkili bir yapıya dönüşen terörist elebaşı Gülen'in kişiliğinde kendini bulan ‘Fetullahçılık’ anlayışı bu dönemde ön plana çıkmaya başladı.

Hulusi Turgut’un ‘Fetullah Gülen ve Okulları’ başlıklı yazı dizisine göre Gülen, bu dönemde yakın çevresine “Kur’an kursları ve İmam Hatiplere evet, ama biz en iyisi kolej açalım” önerisini sundu ve kabul gördü. İzmir-Manisa-Balıkesir çevresinde etkin ve paralel bir yapı kurmaya başlayan Gülen’e bölgede bulunan esnaf-tüccar kesimi ile fabrika

sahipleri de finansal destek sağladı. Gülen’e finans desteği sağlayan isimler arasında Adalet Partisi yetkililerinden Ali Naili Erdem de vardı. İzmir, Gülen’in kurmak istediği paralel yapının merkezi haline getirilmişti.

1972 yılına gelindiğinde ise Gülen’in dizayn ettiği paralel yapı daha da güçlenmeye başladı ve Akyazılı Vakfı kuruldu. Vakıf üzerinden “Işık Evlerine” üniversite öğrencileri kazandırılmaya çalışılıyordu. Vakıf, kısa sürede Orta ve Yükseköğrenim alanlarında eğitim alan öğrencilerin gelip gittiği ve burs aldığı bir merkeze dönüştü. Bölgede yapılan bağışlarla yapı ve vakıf daha da büyüdü. En önemli gelir kaynakları ise esnaf-tüccar kesiminden toplanan yardımlar ve kurban derileriydi. Bu süreçte Akyazılı Vakfı’nın çatısı altında ‘Ovey Dershaneleri’ ismiyle kurslar açıldı. Bu yöntemle paralel örgütlenme kısa sürede Türkiye’nin birçok bölgesinde etkin oldu.

Gülen’in kurduğu yapı içerisinde en fazla önem verdiği merkez hiç şüphesiz Işık Evleri oldu. Evler, kurulan paralel yapıya genç ve eğitimli insanların devşirildiği merkezlerdi. Gülen’in deyimiyle örgütün yetiştirmeye çalıştığı ‘Altın Neslin’ tohumlarının atıldığı mekanlar bu evlerdi. “Gençlere dinlerini yaşamanın” imkânının sunulduğu iddia edilen evlere olağanüstü bir mana yüklendi. Evlerde kalanlara terörist lider Gülen’in kasetleri, videoları izletilirken, Gülen’in kendi sapkın öğretilerinin yer aldığı kitapları okutuldu. ‘Hayırlı bir iş’ denilerek tanıtılan örgütün bu militan yetiştirdiği evlerine okullardaki başarılı ve zeki çocuklar özel olarak seçildi. Örgütün kısa, orta ve uzun vadeli planı bu evlerde aşılandı. ‘Işık Evleri’ paralel yapıya devlet haini adam kazandırmanın en etkili yoluydu. Böylece çocukluktan itibaren alınarak eğitilen çocuklardan örgütün amaçlarına hizmet eden bir sözde ‘Altın nesil’ çıkarıldı.

20 yaşında iktidarı devireceğimi planladım
OYNAT 00:02:37
20 yaşında iktidarı devireceğimi planladım
Yeni Şafak
Fetullah Gülen, daha önce yaptığı bir açıklamada gençliğinden itibaren devleti ele geçirmek için çalıştığını söylüyor. Bu konuşmasını dini bir söylem üzerine oturtmaya çalışan Gülen'in Tevrat ile ilgili söyledikleri de hayli dikkat çekici.

Eğitimli ve yetenekli gençlerin devşirilerek vatan haini olarak yetiştirildiği Işık Evleri, Gülen'in en fazla önem verdiği oluşumdu.

Işık Evleri'nde kalan öğrencilerin medya ile teması ise sınırlandırılmıştı. Bu sayede bir yandan evlerde kalan öğrenciler devşirilirken, diğer yandan da örgüte tam manasıyla bağlı olan ve itaati ön plana çıkaran bir yapının temelleri atılıyordu. Bu yapının içerisinde bulunan kişilerden ‘ağabeye’ adı altındaki örgüt sorumlularına tam bir bağlılık ve ‘ağabeyin’ dediklerine uygun davranışlar sergilemesi istenmekteydi. 1972 yılından itibaren ise evlerde kalan öğrencilerin katıldığı ‘aşılama kampları’ düzenlenmeye başlandı. Gülen kurduğu paralel yapı üzerinden yeni bir toplumsal düzen tahayyül ediyordu. Bunun gerçekleştirilmesi ise kendi sapkın öğretileriyle yetiştirilecek ‘eğitimli’ nesle bağlıydı.

Gülen 1970’lerin sonuna gelindiğinde ise bu yapının güçlendirilmesi için çalışmalarını yoğunlaştırdı. Artık sadece evlerde değil cami kürsülerinde de kendi sapkın amacına uygun çağrılar yapıyor ve ‘eğitimi’ ön plana çıkaran konuşmalarla gençleri tuzağına düşürmeye çalışıyordu.

FETÖ'nün sacayakları

Sızıntı-Zaman ve Samanyolu Yayın Grubu

Sözde öğrenci yetiştirme adı altında açılan Işık Evleri ve Akyazılı Vakfı ile kurduğu yapının organize olmasını sağlayan Gülen, bundan sonraki ilk iş olarak ise medyaya yöneldi. 1979’a gelindiğinde örgütün en önemli yayınlarından olan Sızıntı dergisi çıkarıldı. Gülen bu dergi üzerinden yayınladığı yazıları ile kurduğu paralel yapıyı yönlendirme ve çarpık fikirlerini geniş kitlelere ulaştırma imkânı buldu. Sızıntı dergisi ile örgüt dini ve manevi çalışmalara yoğunlaşırken, aynı zamanda örgütün liderliğini yapan Gülen’in öğretilerini merkeze alıyordu.

Gülen ve çevresinde yer alan önemli isimlerin yazılarının yayınlandığı dergi kısa sürede muhafazakâr kesim tarafından da kabul gören bir yayına dönüştü. Böylece Gülen, bir yandan kurduğu yapının tabanının genişlemesini sağlarken, diğer yandan da öğretilerinin farklı toplum katmanlarında etkili olmasının önünü açıyordu. Sızıntı dergisi Işık Evlerinde kalan öğrencilere okutulan en önemli çalışmalar arasında yer aldı. 1980 darbesi sonrası süreçte birçok dergi ve gazete baskı altına alınıp kapatılırken, Sızıntı dergisi yayınlarına devam etti. Gülen dergide çıkan “Asker” ve “Son Karakol” isimli başyazıları ile darbeye açık destek verdi ve askerin kurtarıcı olduğunu savundu. 12 Eylül sonrası ortaya çıkan tablo Gülen ve kurduğu paralel yapının daha da güçlenmesinin önünü açtı.

1980 darbesi ve Gülen

5 Eylül 1980 tarihinde, yani darbeden 7 gün önce doktor raporu ile görevinden ayrılan Fetullah Gülen, anılarında darbenin olacağını bir gün öncesinden üst düzey askerlere yakın olan kişilerden öğrendiğini söyler. 12 Eylül askeri darbesinden sonra harekete geçen cuntacılar; siyaset, iş dünyası, medya, cemaat ve siyasi parti ayrımı yapmadan birçok kesimi hedef aldı. Darbe ile birlikte TBMM feshedildi ve bütün siyasi partiler kapatıldı. Asker inşa ettiği kurumlar üzerinden katı bir vesayet dönemi kurdu. Siyasi partilerle birlikte birçok kesim de bu darbeden büyük zarar görürken, terörist elebaşı Gülen ve kurduğu paralel yapı ise bu süreçte daha da güçlenmeye ve devlet kadrolarında yer bulmaya başladı. Her ne kadar Gülen hakkında ‘aranıyor’ afişleri asılı olsa da, 6 yıl boyunca yakalanamadı ve bu dönemde de faaliyetlerini sürdürmeye devam etti.

Gülen, darbe günlerinde çok hızlıca bir manevra ile örgütüne bağlı yayın organlarından Sızıntı dergisinde darbecilere methiyeler dizen bir başyazı yayınlamıştı. Gülen, “Asker ve Son Karakol” isimli yazısında darbecileri kutsuyor ve tam zamanında yetiştiklerini şu ifadelerle vurguluyordu: "(…) Ve işte şimdi, bin bir ümit ve sevinç içinde, asırlık bekleyişin tuluû saydığımız, bu son dirilişi, son karakolun varlık ve bekasına alamet sayıyor; ümidimizin tükendiği yerde, Hızır gibi imdadımıza yetişen Mehmetçiğe bir kere daha selam duruyoruz.” (1 Ekim 1980, Sızıntı Dergisi)

Ve yine Gülen'e göre eğer asker yetişmeseydi “Bütün millet olarak inkisar içinde ağlamaktan başka çaremiz kalmayacaktı.” Fetullahçılar, darbeden sonra ortaya çıkan yeni ortamı da kendileri için büyük bir fırsat olarak gördüler. Sözde hoca Gülen için de, tasarladığı planı rahatlıkla devreye sokmanın zamanıydı. 12 Eylül’ün getirdiği şartlardan yararlanarak “Akyazılı Vakfı” üzerinden geniş bir alana yayılan Gülen, ihanet üstüne kurduğu yapıyı daha da güçlendirdi.

Zaman Gazetesi Gülen'in eline geçiyor

1986 tarihinde İhsan Arslan ve Alaattin Kaya tarafından kurulan ve İslami cephenin sesi olarak konumlandırılan Zaman gazetesi de 1987 yılında Fetullah Gülen'in kontrolüne geçti. Gazetede çalışan Fehmi Koru, Nabi Avcı, Hasan Öztürk gibi birçok isim tasfiye edildi. Nurettin Veren’e Zaman gazetesi; Özal’ın iktidarda olduğu bu yıllarda biraz daha rahat hareket edilmesi ve 163. maddenin de kaldırılması ile Cumhuriyet gazetesine karşı gazete kurma hayaliyle çıkarıldı.

Gazetenin 1987’de el değiştirmesi ve kurucularının tasfiye edilme süreciyle ilgili soru işaretleri devam etse de, bu dönemde Zaman’ın yayın politikası muhafazakar kesimlerden büyük destek görmüştür. Nurettin Veren’e göre bu dönemde esnaflar ve normal halkın da desteği ile Zaman gazetesi satışlarında büyük artış yaşandı. Din istismarında usta olan örgütün yönlendirmeleriyle halkın gazeteye olan ilgisi tirajlara da yansıdı. Esnaf, iş dünyası ve vatandaşın desteği Zaman’ın kısa sürede büyümesine neden oldu. Feza Gazetecilik A.Ş.’nin altında görünen gazete doğrudan Fetullah Gülen ile bağlantılıydı. Feza Gazeteciliğe bağlı diğer kurumlar ise Gülen örgütünün önemli yayın organlarından olan Aksiyon Dergisi ve Cihan Haber Ajansı oldu. Feza Gazeteciliğin yönetim kurulu başkanlığını ise Ali Akbulut yapıyordu. Gazetenin imtiyaz sahibi ise Ali Gökbulut görünüyor.

1994 yılına gelindiğinde Zaman, ABD’de New York başta olmak üzere New Jersey, Washington D.C ve Chicago gibi yerlerde de dağıtımı yapıldı. 1995 yılında web yayınına geçen Zaman gazetesi Almanya, Avusturya, Avustralya, Azerbaycan, Nahçıvan, Gürcistan, Başkurdistan, Bulgaristan, Belçika, Danimarka, Fransa, Hollanda, Birleşik Krallık, İspanya, İsviçre, Kazakistan, Kırgızistan, Kuzey Kıbrıs, Makedonya, Ukrayna, Moldova, Moğolistan, Rusya, Romanya, Tataristan, Tacikistan ve Türkmenistan'da da yayına geçti. Gazete bu ülkelerde Gülen'e bağlı terör örgütü ile bağlantılı okullarda ve Türklerin yoğunlukta yaşadığı bölgelerde dağıtılıyordu. Böylece medya organları örgütün bu ülkelerde etkin bir güce ulaşılmasında bir araç olarak kullanıldı.

FETÖ'nün yurtiçi ve yurtdışı yapılanması
FETÖ'nün yurtiçi ve yurtdışı yapılanması
FETÖ dünya genelinde okul, dernek, vakıf, finansal kaynaklar ve medya kuruluşları ile 170 ülkede faaliyet gösteriyor. Örgütün bu zamana kadar 1470 kuruluşa sahip olduğu tespit edildi

1990’lı yıllardan itibaren gazetede Ekrem Dumanlı, Şahin Alpay, Ali Bulaç, Ahmet Selim, Ahmet Turan Ali Alkan, Mümtaz'er Türköne, Mehmet Kamış, Selahattin Karakış, Ali Akkuş, Eyüp Can, Mehmet Kamış, Abdülhamit Bilici, M. Nedim Hazar gibi isimlerin yanı sıra Hüseyin Gülerce, Bejan Matur, Hilmi Yavuz, İhsan Dağı, Selim İleri, Ahmed Şahin, Abdullah Aymaz, Fehmi Koru, Hekimoğlu İsmail, Nuriye Akman, Ali Çolak, İskender Pala, Nazan Bekiroğlu, Nevin Halıcı, Günseli Özen Ocakoğlu, ve Selim Işıklar gibi isimler de yazılar yazdı.

Gülen’in kurduğu yapının medyadaki bir diğer önemli propaganda kurumu ise Samanyolu TV oldu. Samanyolu Yayın Grubu'nun altında bulunan televizyon kanalı 1993 yılında kuruldu. Kısa zaman içerisinde büyüyen grubun altında 1993’te Dünya Radyo, 1994’te ise Burç Radyo açıldı. 1998 yılından sonra yeni televizyon- radyo kanalları ve internet siteleri açıldı. Finansal ayağının kimler tarafından desteklendiği tam olarak belli olmayan grubun başkanlığını Hidayet Karaca yürütmeye başladı. Samanyolu TV’nin yönetim kurulu başkanlığını Ali Çelik, yönetim kurulu üyesi ve ortağı ise Sedat Yetişkin yapıyordu. Hidayet Karaca, Gülen’e en yakın isimler arasında gösteriliyordu. 1990’lı yıllarda medya alanında güçlü bir ağ kuran Gülen yapılanması, daha sonraki dönemlerde Feza Gazetecilik ve Samanyolu Yayın Grubunun altında farklı kanal ve medya organları açmayı sürdürdü.

Cemaat görünümlü bu paralel yapı için dershanelerin hem yeni eleman kazanma hem de mali kaynaklar elde etme noktasında özel bir yeri vardı. 1980-90 yılları arasında elebaşı Gülen’e bağlı 20-30 okul açıldı. 2000’li yılların başına gelindiğinde ise Türkiye’de Gülen’e bağlı olarak kurulan dershanelerin sayısı artık binlerle ifade ediliyordu.

FEM dershaneleri: Fetullahçı Eğitme Merkezi

Türkiye’de ilk dershaneler 1960’lı yıllarda açıldı. Özel dershaneler ise ilk kez 08.06.1965 tarih ve 625 sayılı yasa ile kurulmaya başlandı. Bu tarihten sonra merkezi sınavların çoğalmasıyla özel dershaneler de yayıldı. 1970'li yıllara gelindiğinde Türkiye’nin birçok ilinde dershaneler açılmıştı. 1980 darbesi öncesinde Türkiye genelinde 200'e yakın dershane bulunuyordu. Darbe sonrasında ise dershane açılması konusunda hızlı bir gelişme yaşandı. Bu ortamda Gülenciler de dershane açmaya önem verdi. Gülen 1960’lı yılların ortasından itibaren özel eğitim kurumlarının açılmasını istiyordu ve bunu ‘kolej’ mantığı içerisinde yapmayı planlıyordu. Kestanepazarı yıllarında İzmir’de öğrencilerin eğitimi ile yakından ilgilenen Gülen, özel kurslar açılmasını istedi. ‘Akyazılı Vakfı’ bünyesinde kursları yaygınlaştırmaya başlayan örgüt, öğrencilerle güçlü bir bağ kurmak istiyordu. 1980 darbesinden

sonra ise dershanecilik konusunda yeni gelişmeler yaşandı. 1983 yılında Meclis’e getirilen bir yasa ile dershanelerin kapatılması planlandı. Ancak fiili kapatma gerçekleşmeden önce kurulan yeni hükümet kapatma hükmünü iptal etti.Özal hükümetinin bu dönemde özel sektöre yönelik teşvikleri Gülen ve çevresini de harekete geçirdi ve 1985 yılında 'cemaate' bağlı ilk dershane açıldı. 1985 yılında Gülen’e yakın olan isimlerden biri olan iş adamı Mustafa Fırat’ın finansman desteği ile FEM Dershaneleri kuruldu. FEM Dershaneleri, Güven Dershaneler Birliği’ne (Güvender) bağlı olarak faaliyetlerini yürüttü. 1989 yılında ise yine cemaat desteğinde Körfez Dershaneleri açıldı. 1994 yılında ise ortaöğretim düzeyindeki öğrenciler için Anafen Dershaneleri kuruldu.

FEM ve Körfez Dershaneleri üniversiteye hazırlanan öğrencilere

odaklanırken, Anafen ise liseye hazırlanan öğrencilerin eğitimi ile ilgilendi. Gülen’in kurduğu yapı için dershanelerin en önemli anlamı; “zihin devşirme ve insan kaynağı” olarak kullanılmasıydı. Lise ve üniversite öğrencilerinin sınavlara hazırlık amacıyla gittiği bu kurumlarda, başarılı olan öğrencilere özel ilgi gösterildi. Buradaki öğrenciler yine bu dershanelere bağlı yurtlara davet ediliyor ve buralarda onların Gülen cemaatine olan ilgisinin artırılması için çaba harcanıyordu. Benzer şekilde dershane öğrencileri cemaate bağlı Işık Evlerine davet edilerek bu ortamları tanımaları sağlandı. Böylece öğrencilerin cemaate ve kuruma güveni artırılarak kısa ve orta vadede cemaatin bir parçası haline getirilmesi sağlandı.

Örgütün kurduğu dershaneler birçok farklı işleve sahipti. Birincisi; dershaneler üzerinden Gülen örgütünün ‘eğitim’ yönü ön plana çıkarılarak toplumla sıkı bir bağ kurulmakta ve sözde cemaatin “güzel işler yaptığı” mesajı verilmekteydi. Böylece bir taraftan örgütün meşru çalışmalar yaptığı ve bir 'hizmet' hareketi olduğu fikri aşılanırken, diğer taraftan başarılı olan öğrenciler üzerinden hem örgütün hem de dershanelerin propagandası başarılı bir şekilde yapılırdı. Bu durum dershanelere olan ilgiyi de artırdı. İkincisi ise; dershaneler aracılığıyla birçok kişi devşirilerek cemaatin çizdiği yol haritası doğrultusunda yönlendiriliyordu. Buralarda devşirilen isimler ilerleyen süreçte önemli devlet kurumlarına sızma çalışmalarının bir parçası haline getiriliyordu.

Üçüncüsü; taban ile tepe nokta arasındaki hiyerarşik düzeni oluşturulan sapkın Fetullahçı fikirlerine sıkıca bağlı, genç ve dinamik bir yapının kurulması dershaneler üzerinden sağlanıyordu. Dördüncüsü ise; örgütün daha fazla güçlenmesine katkı yapan önemli bir finansal kaynak oluşturuluyordu. Bu yüzden cemaat görünümlü bu paralel yapı için dershanelerin hem yeni eleman kazanma hem de mali kaynaklar elde etme noktasında özel bir yeri vardı. Bu kapsamda harekete geçen Fetullahçılar, 1980-90 yılları arasında Gülen’e bağlı 20-30 okul açtı.

Dershaneler, örgüt için hem eğitimi öne çıkararak 'meşru' görünmenin hem de genç kuşakları devşirmenin bir aracı olarak kullanıldı.

1983 yılından sonra devletin özel okulların açılmasına izin vermesi Gülen için kaçırılmaması gereken bir fırsat oldu. Gülen’e göre bu okullarda ‘fikir mimarları’ yetiştirilecekti ve burada Gülen kendisini sadece ‘teşvik eden’ kişi olarak tanıtacaktı. Gülen, hiçbir zaman açılan bu okulların kendisine bağlı olduğunu kabul etmedi. ‘Değirmenin suyu nereden geliyor?’ diyenlere verdiği cevap hiçbir zaman değişmedi: “Ben sadece teşvik ediyorum. Okulları açanları tanımıyorum.” 2000’li yılların başına gelindiğinde ise Türkiye’de Gülen’e bağlı olarak kurulan dershanelerin sayısı artık binlerle ifade ediliyordu.

Bu süreçte İzmir’de “Yamanlar”, İstanbul’da “Fatih”, Ankara’da “Samanyolu”, Erzurum’da “Aziziye” ve Van’da “Serhat” kolejleri de açıldı. Gülen yıllar sonra bu faaliyetleri kendisine soranlara “Ben küçük, basit bir vaizim. Okul açılması için teşvikte bulundum. Okullar için finans lazım ve benim tanıdığım kimse yoktu. Toplasanız 10 kişiyi tanımam” diyecek ve okul açmada cami kürsülerinden yaptığı çağrıların etkili olduğunu savunacaktı.

Fetullahçılar bu yıllarda okullar, dershaneler ve evlerde kalan gençleri kazanmak için büyük bir seferberlik başlattı. ‘Ağabey’ denilen ve yapı içerisinde önemli bir misyon yüklediği kişilere bu konuda büyük görev düşüyordu. Bu okullarda yetişenler zamanla devşirilerek örgütün; kısa, orta ve uzun vadeli planları çerçevesinde yönlendirildi.

'Küçük vaiz' ve okul açma faaliyetleri

Gülen’in kurguladığı "Ben küçük bir vaizim" söylemi taraftarları gözünde onu üstün kılmaya başladı. Sözde vaiz Gülen böylece kendisini kurduğu yapının dışına çıkarmaya gayret ediyordu. Gülen okulları bir ‘istiklal mücadelesi’ olarak tanıtıyordu. İstanbul’da bulunduğu yıllarda Süleymaniye Camii ve diğer bazı camilerin kürsülerinde halktan bu okullar için himmet istedi. Aynı şekilde yeni okullar açma çağrısında da bulundu. Dİn istismarıyla sözde vaiz Gülen, kürsülerde yaptığı çağrılarla kurduğu yapıya büyük bir güç kattı. Yıllar sonra halkın bu ilgisini "Teveccühü bir kredi kartı gibi kullandım” sözleriyle yorumlayan Gülen, gerçek niyetini de ortaya koyuyordu. Gerçekten de Gülen’in dediği gibi oldu; esnaf ve iş dünyasından bazı kesimler önce dışarıdan sonra da yapının bir parçası olarak Gülen’e büyük bir kredi açtı. Gülen de bunu çok iyi değerlendirdi ve ‘eğitim seferberliği’ üzerine oturttuğu stratejisine uygun olarak gücünü artırdı. Gülen bunu yaparken her zaman için ‘eğitimi’, ‘dini’ ve ‘himmeti’ ön plana çıkaracak ve bunu araçsallaştıracaktı. Nitekim Gülen’in hem açılan okullarla hem de kurduğu diğer kurumlarla varmak istediği yer çok farklıydı. Gülen bunu şu sözlerle özetliyor: “Benim farklı mülahazalarım var ama Türkiye henüz böyle bir seyahate hazır değil.”

Fetullahçılar okullar, dershaneler ve evlerde kalan gençleri kazanmak için büyük bir seferberlik başlattı. ‘Ağabey’ denilen ve yapı içerisinde önemli bir misyon yüklediği kişilere bu konuda büyük görev düşüyordu. Bu okullarda yetişenler zamanla devşirilerek örgütün; kısa, orta ve uzun vadeli planları çerçevesinde yönlendirildi. Okutulup mezun edilen mensuplar artık devletin önemli noktalarına gelmeye başladı. Böylece Gülen’e inanan ve ona biat eden bir toplumsal yapı inşa edilme başlanmıştı.

“1992 yılında ABD’ye giden Gülen’in Avustralya’yı da kapsayan gezisi 55 gün sürdü. Gülen burada birçok kesimle görüştü ve cemaatin ABD’de de faaliyet yürütmesi için girişimlere başladı.”

Okulların bir diğer önemli yanı ise Gülen'in paralel yapılanması için büyük bir gelir kaynağı oluşturmasıydı. Bir kolej mantığı içerisinde kurulan bu okullara kayıt yaptıran öğrenciler büyük ücretler karşılığında eğitim alıyordu. Kaliteli bir eğitim merkezi olarak tanıtılan ‘kolej sistemi’ Gülen yapılanması için büyük bir önem taşıyordu. Gülenciler birçok özel okul ve kolej açarken, İmam Hatip Lisesi (İHL) açmaktan kaçındı. Fakat imam hatiplerde eğitim alan gençleri kazanmak için çalışmalar yapılıyordu. Öğretmenler aracılığıyla ve İHL yakınlarında açtıkları evler üzerinden burada eğitim alan öğrencileri kurdukları yapıya dâhil etmeyi bir hedef olarak belirlediler. Fakat bunda başarılı olamadılar. Din öğretileri ve anlayışları zaten din eğitimi alan imam hatip öğrencileri tarafından sorunlu karşılanıyordu. İmam hatip okulları Fetullahçılar için verimli bir yer olmaktan ziyade hareketin misyonuna toplum nezdinde zarar verecek bir yapıdaydı.

FETÖ dünyaya Orta Asya’dan açıldı

Dünyada yaşanan iki kutuplu sistemin 1989’dan itibaren yıkılma sürecine girmesi ve Sovyetlerin dağılması üzerine Asya’da bir güç boşluğu ortaya çıktı. Asya’da özellikle Türki Cumhuriyetlerin bağımsızlığa kavuşmalarından sonra yeni bir düzen kuruldu. Tam da böylesine bir dönemde Fetullah Gülen de kendi tabanına yurt dışında faaliyetler başlatmayı emretti. Daha önce Almanya ve Hollanda gibi Avrupa ülkelerinde örgütlenemeye başlayan Gülen, en büyük stratejisini Orta Asya üzerine geliştirdi. İş adamlarından yurt dışında okul açmalarını istiyordu. Bu isteğini Süleymaniye Camii’nde yaptığı konuşmalarda da dillendiriyordu. Bu yeni fikir 1989’da da kendisine karşılık buldu ve Gülenciler, Asya’ya ayak basmaya başladı. Gülen bunu ‘yeniden yükseliş’ olarak nitelendirecek ve Asya’nın önemli olduğunu vurgulayacaktı. 1998’de verdiği bir

mülakatta bu konu ile ilgili olarak, “İslam esas olarak Asya’da gelişti o yüzden bizim Asya’ya gitmemiz lazım. İran ve Suudi Arabistan bu bölgeye girmemeli. Biz bu ihtiyacı sağladık” diyen Gülen buradaki konumunu ise şöyle belirlemişti: “Kendimi yeryüzünün mirasçılarından biri olarak görüyorum.” Asya’ya açılmayı kendine yüklediği olağanüstü misyona yoran Gülen, bu noktada siyaseti de göz önüne alarak ve İran karşıtlığı üzerinden uluslararası alanda bir destek aramaya başladı. Gülen’e göre, devlet de dünyaya açılma projesine destek vermişti: “Demirel, dışarıdaki okullar için, bazı devlet adamlarına verilmek üzere kâğıtlar imzaladı ve ‘Alın, üzerine siz ne yazarsanız yazın’ dedi. Özal da, ‘Okul meselesine kefilim’ dedi. Hatta Kuzey Irak ve Afganistan’da açılan okullardan askerler haberdardılar ve takdir ediyorlardı.”

FETÖ’nün en çok kurumu olan ülkeler
14 FOTOĞRAF
FETÖ’nün Avrupa’nın en büyük ülkelerinden Almanya’da 474 tane okulu bulunuyor.

FETÖ’nün Avrupa’nın en büyük ülkelerinden Almanya’da 474 tane okulu bulunuyor.

FETÖ elebaşı Gülen’in ikamet ettiği ABD’de 320 tane FETÖ okulu var.

FETÖ elebaşı Gülen’in ikamet ettiği ABD’de 320 tane FETÖ okulu var.

Kuzey Amerika’nın en büyük 2.ülkesi Kanada’da ise 100 den fazla FETÖ okulu mevcut.

Kuzey Amerika’nın en büyük 2.ülkesi Kanada’da ise 100 den fazla FETÖ okulu mevcut.

Belçika’da FETÖ’ye ait 68 okul var.

Belçika’da FETÖ’ye ait 68 okul var.

Türklerin yoğunlukla yaşadığı Avusturya’da ise 65 tane FETÖ okulu bulunuyor.

Türklerin yoğunlukla yaşadığı Avusturya’da ise 65 tane FETÖ okulu bulunuyor.

Avrupa kıtasının en önemli ülkelerinden İngiltere’ye de konuşlanan FETÖ’nün bu ülkede 45 okulu mevcut.

Avrupa kıtasının en önemli ülkelerinden İngiltere’ye de konuşlanan FETÖ’nün bu ülkede 45 okulu mevcut.

Türki Cumhuriyetlerin neredeyse hepsinde okulu bulunan örgütün Kazakistan’da 32 okulu var.

Türki Cumhuriyetlerin neredeyse hepsinde okulu bulunan örgütün Kazakistan’da 32 okulu var.

İslam ülkelerinde de yapılanma gösteren FETÖ, Pakistan’da tam 32 okul açmış.

İslam ülkelerinde de yapılanma gösteren FETÖ, Pakistan’da tam 32 okul açmış.

Doğu Avrupa’ya da gitmeyi ihmal etmeyen terör örgütünün Romanya’da 24 okulu bulunuyor.

Doğu Avrupa’ya da gitmeyi ihmal etmeyen terör örgütünün Romanya’da 24 okulu bulunuyor.

Tüm kıtalara yayılan FETÖ’nün Nijerya’da 20 okulu var.

Tüm kıtalara yayılan FETÖ’nün Nijerya’da 20 okulu var.

Avustralya’da ise 19 tane FETÖ okulu bulunuyor.

Avustralya’da ise 19 tane FETÖ okulu bulunuyor.

Kırgızistan’ın tamamına yayılan FETÖ’nün bu ülkede 18 tane okulu bulunuyor.

Kırgızistan’ın tamamına yayılan FETÖ’nün bu ülkede 18 tane okulu bulunuyor.

Terör örgütü Güney Afrika’da ise 18 okula sahip.

Terör örgütü Güney Afrika’da ise 18 okula sahip.

FETÖ’nün İslam ülkesi Endonezya’da 12 tane okulu var.

FETÖ’nün İslam ülkesi Endonezya’da 12 tane okulu var.

FETÖ’nün en çok kurumu olan ülkeler
Dünyada 170 farklı ülkede bulunan FETÖ kurum ve kuruluşlarının en yoğun olduğu ülkeler Amerika, Avrupa ve Asya kıtalarında bulunuyor. Tespit edilebilen rakamlara göre FETÖ'nün en çok kurumunun bulunduğu ülkeler..

11 Ocak 1990’da Gülen’e bağlı 11 kişilik bir grup Gürcistan’a geçti. Batum’u gezen grup daha sonra Azerbaycan’a gitti. Burada Azerilerin de yardımıyla bölgeyi gezen grup Türkiye’ye döndü ve Kafkasya’daki gelişmeleri Gülen’e aktardı. Gülen bağlılarının ilk hedefi burada bulunan yardıma muhtaç kesimlerin çocuklarını alıp Türkiye’de yetiştirmek oldu. Mayıs 1990’da 37 kişilik bir ekiple yola çıkan Gülenciler; Azerbaycan, Özbekistan, Kazakistan ve Tacikistan’a gitti. Sovyetlerin dağılmasından sonra oluşan boşluktan yararlanan Gülenciler orada başlattıkları lobi faaliyetleri çerçevesinde cemaat adı altındaki örgüte yakın iş adamlarını bu ülkelere yatırım yapmaya götürdü. Böylece Gülen’in işaret ettiği gibi Asya’ya ilk girişler gerçekleşti. Buralarda yatırımlar yapan girişimciler Gülen’e yakın okulların açılmasında da büyük rol üstlendi.

FETÖ’nün kalesi Amerika ve Almaya
FETÖ’nün kalesi Amerika ve Almaya
Dünyada 170 farklı ülkede etkin olan FETÖ kurum ve kuruluşlarının en fazla yoğunlaştığı ülkeler Almanya ve ABD. Tespit edilebilen rakamlara göre örgütün sadece bu ülkelerde 794 etkin kuruluşu bulunuyor.

Gülen’e göre bu okulların en önemli faaliyetleri arasında ‘misyonerlik’ de vardı. Yurt dışında açılan kolej, özel okul, üniversite, yurt, dershane ve öğrenci evleri üzerinden misyonerlik faaliyeti yürüttüklerini belirtiyordu. Gülen bu misyonerliğin ülke yararına olduğunu iddia etse de sonraki dönemlerde ortaya çıkan tablo farklıydı. Gülen güçlendikçe kendisine olan ilgi arttı. Yurt dışına okul açma faaliyetlerinin başladığı bir süreçte Gülen, ABD’ye gitti. 1992 yılında gerçekleşen ve ABD ile Avustralya’yı kapsayan bu gezi 55 gün sürdü. Gülen burada birçok kesimle görüştü ve büyük ölçüde şekillenen örgütünün ABD’de de faaliyet yürütmesi için girişimlere başladı. Gülen’in bu gezi esnasında kimlerle görüştüğü tam bilinmese de, Pensilvanya ve New York gibi yerlerde kurs açtığı belirtiliyor. 1994 yılına gelindiğinde ise Gülen yapılanmasının yayın organı olan Zaman’ın New York ana merkez olmak üzere birkaç ABD eyaletinde dağıtımı ve yayını başladı.

Gülen, himmet topladığı esnaf ve iş adamlarını işbirliği yapmaya yönlendiriyordu: “Bakkal dükkânı olmaz. Bunun yerine süpermarketler açılmalıydı. Bunun içinde sözümün geçtiği insanlar bir araya gelerek güç birliği yaptı.”

Bu süreçten sonra Fetullahçıların yurt dışında okul açma hamlesi hız kazandı. Gülen, dünyanın birçok ülkesinde okul açmaya devam ederken, hem içeride hem de dışarıda büyük ilgi ile karşılandı. 1990’ların ortalarında Batı ile ilişkileri daha da geliştiren Gülen, ABD kendisine kucak açmadan önce birkaç defa daha bu ülkeyi ziyaret etti. Güney Amerika’da da okul açmaya başlayan Gülenciler, özellikle Bolivya ve Arjantin’i tercih etti. Bolivya’da 1996 yılında Nur isimli bir okul açan Gülen cemaat kisvesindeki örgütü toplum kalkınması ajansları için kırsalda 2 bin öğretmen yetiştirdi. Arjantin’in La Rioja bölgesinde ise 300 öğretmen yetiştirdi. Gülen’in yurtdşında büyümeye başlayan yapılanmasının bu bölgedeki çalışmalarına destek veren ise yine ABD’ydi. ABD Uluslararası Kalkınma Ajansı 2002 yılında Gülen’in Bolivya’daki çalışmalarını yürüten eğitim merkezlerini “Eğitim Mükemmeliyet Merkezi” olarak seçti. Bu tarihten sonra yurt dışında terörist elebaşı Gülen’e bağlı okul sayısı artık binlerle ifade ediliyordu. Dünyanın 100’ü aşkın ülkesinde bu yapıya bağlı okul, dershane, yurt ve dernek faaliyet yürütüyordu.

FETÖ’nün finans halkası: Himmet toplantıları

Fetullah Gülen, 1970'lerden itibaren verdiği vaazlarda halka sık sık himmet yapmaları çağrısında bulundu. Akyazılı Vakfı bu noktada da önemli bir işlev gördü. Vakıf üzerinden bağlantı kurulan esnaf ve tüccarlardan destek talebinde bulunan sözde vaiz Gülen, zamanla Ege ve Marmara bölgesini kapsayan bölgede birçok kişiden maddi destek almaya başladı. Bu dönemde tanıdığı önemli isimlerin desteği ve camilerde verdiği vaazların da etkisi ile birçok önemli kişiye ulaşma imkanı buldu. Kestanepazarı’nda başlayan yardım toplama faaliyetleri zamanla genişleyen Gülen'e işadamları da finansal destek verdi. Gülen’in kendi deyimiyle “halk atını arabasını satıp” kendilerine verdi. Ev ve okulların bulunduğu her ilde bu yapıya destek veren bir esnaf ve iş adamı grubu meydan getirildi. Böylece finansal destek sağlayan Gülen'in paralel yapısı daha hızlı genişlemeye ve büyümeye başladı.

FETÖ’nün para çarkı
FETÖ’nün para çarkı
Örgütün finansal yapısı kendi içinde yatay ve dikey genişlemeye sahip. 1980’li yıllardan itibaren Gülen’in talimatı ile harekete geçen iş adamları başta medya olmak üzere eğitim, inşaat ve ulaşım sektöründe etkin faaliyet gösterdi.

Gülen'in bu dönemde yaptığı konuşmalarda halkı yardıma teşvik etmesiyle birlikte ‘himmet verme’ cemaatin içinde bulunan iş adamları ve esnaflar için bir görev haline geldi. Bazı evlerde sohbet adı altında düzenlenen toplantılarda Gülen’in videokasetleri izletiliyor ve sapkın fikirleriyle dolu olan kitapları okutuluyordu. Sohbet sonrasında ise katılımcılardan himmet adı altında örgüte finansal destek isteniyordu. Bu finansal destek çalışmaları sayesinde Örgüt mensupları kısa sürede büyük bir gelir elde etti. Elebaşı Gülen, Yalçın Doğan ile yaptığı bir mülakatta okul açmayı “istiklal mücadelesi” olarak tanımlarken, okulların finansmanı ile ilgili soruları ise; alternatif himmet toplantıları aracılığıyla zengin ve holding sahibi insanlardan para toplandığını ve bununla finansal destek sağladığını belirtiyordu.

Gülen’in şirketleşme metaforu: Süpermarket

Gülen, bir yandan esnaf ve iş adamlarından himmet toplarken, diğer yandan da onları işbirliği yapmaya yönlendiriyordu. Yalçın Doğan ile mülakatında Gülen, bu konu ile ilgili olarak “Bakkal dükkânı olmaz. Bunun yerine süpermarketler açılmalıydı. Bunun içinde sözümün geçtiği insanlar bir araya gelerek güç birliği yaptı” demişti. Gülen’in esnaf ve iş adamlarına “bir araya gelin” talimatından sonra birlikte hareket etmeye başlayan Fetullahçı esnaf ve iş adamları 1990’lı yılların başından itibaren çeşitli illerde dernek kurmaya ve işbirliği yapmaya başladı. Yapının güçlenmesi için önemli olan bu adımdan sonra, küçük ve orta ölçekli birçok işletme ve şirket de faaliyetlerin içerisinde yer aldı. Bundan sonraki adımda iç pazarda etkin olmaya başlayan işletmeler zamanla dış pazara da açılacak düzeye geldi. Yurt dışında bulunan örgüt okullarının yaptığı lobi sayesinde birçok işletme yurt dışındaki pazarlarda da kendisine yer buldu. Bu sayede daha fazla güç kazanan bu yapıya mensup

şirketler Anadolu’da da birçok yeni faaliyet başlattı. 1996 yılına gelindiğinde yine terörist elebaşı Gülen’e bağlı olan iş adamları bir araya gelerek Asya Finans’ı kurdu. Gülen’in ‘sözümün geçtiği insanlar’ diye nitelendirdiği isimlerin başında Ali Kervancı geliyor. Nurettin Veren’in belirttiğine göre, Asya Finans’ın kuruluşuna onay veren Gülen’in talimatı sonrası İstanbul’da bulunan Duru Evyap fabrikasında Nurettin Veren ile birlikte Selçuk Berksan, Tahsin Tekoğlu, Mehmet Hasırcılar ve Mustafa Özcan toplantı yaptı. Bu iş adamları Asya Finans’ın kuruluşuna en büyük desteği sağlayan isimler oldu. Asya Finans, Tahsin Tekoğlu üzerinden kurulurken, kuruluş aşamasındaki en büyük destek ise dönemin Başbakanı Tansu Çiller’den geldi. Asya Finans’ın kurulmasından sonra Gülen’e bağlı Türkiye’deki bütün üniversite hazırlık kursları, öğrenci yurtları ve kolejlerden elde edilen gelirler ve yine Gülen’e bağlı olan televizyon ve gazete gibi sektörlerden elde edilen paralar buraya yatırılmaya başlandı.



Gülen’in talimatı ve desteği ile kurulan bir diğer şirket ise 1995 yılında kurulan Işık Sigorta oldu. Şirket 200.000 TL sermaye ile kurulurken, kısa süre içerisinde Asya Finans ile birlikte büyüdü. Şirketin en önemli iş ortağı da yine Asya Finans oldu. Şirketin yönetim kurulu üyeleri arasında İhsan Kalkavan, Mehmet Emin Hasırcılar, Ahmet Kurucan ve Fazıl Karaman gibi Gülen’e yakın isimler bulunuyordu.

Gülen’den Bank Asya itirafları
OYNAT 00:05:21
Gülen’den Bank Asya itirafları
Yeni Şafak
1997 yılında Kanal D’de yayınlanan ‘Güncel’ programına katılan FETÖ elebaşı Fetullah Gülen, Bank Asya’nın kuruluş sürecinde kendisine yakın iş adamlarına “Himmetlerinizi bir araya getirerek daha büyük oynayın” şeklinde telkinde bulunduğunu itiraf etti.

1997'de katıldığı bir TV programında halkın ilgisi için ‘Teveccühü bir kredi kartı gibi kullandım” sözlerini sarf eden Gülen, gerçek niyetini de gözler önüne seriyordu.

Elebaşları Gülen’in “birleşin” talimatı sonrası harekete geçen örgüt mensuplarının kurduğu kuruluşlar arasında; Çağ Öğretim İşletmeleri AŞ, Feza Gazetecilik AŞ, Eflak AŞ, Kazak Türk Liseleri Genel Müdürlüğü, Sebat AŞ, Silm AŞ, Başkent Eğitim Şirketi, Serhat Eğitim Öğretim ve Sağlık Hizmetleri AŞ, Tolerans Vakfı, Ufuk Eğitim Vakfı, Toros Eğitim Hizmetleri Turizm ve Ticaret AŞ, Ertuğrulgazi Eğitim Öğretim AŞ, Karaçay Çerkeş Toros Eğitim Hizmetleri AŞ, Duane 94 Şirketi, Özel Burg AŞ, Dostluk Yurdu Derneği, İnternational Hope Ltd. Comp, Fezalar Eğitim Öğretim Ticaret Ltd. Şirketi, Balkanlar Eğitim ve Kültür Vakfı, S.C Lumina SA Şirketi, Gülistan Eğitim Yayın ve Ticaret Ltd. Şirketi, Sema Eğitim Öğretim İşletmeleri AŞ, Samanyolu AŞ, Türkiye Sağlık ve Tedavi Vakfı, Yayasan Indonesia Vakfı gibi şirketler bulunuyor. Bu şirketler Gülen’in çarpık amaçları ve direktifleri doğrultusunda çalışmalar yaparken, büyük servetler edindiler. Hem Asya Finans hem de diğer şirketler üzerinden ekonomik anlamda da büyüyen örgütün, hem içeride hem de dışarıda ağırlıklarını artırdı.

Siyasilerle ilişkiler

FETÖ elebaşı Gülen’in siyasetle ilk tanışması gençlik yıllarına dayanıyor. 17 yaşında Erzurum’dan Edirne’ye gitmeden önce bir süre Ankara’da yaşayan Gülen, burada ‘babamın yakın dostu’ dediği Erzurum milletvekili Mustafa Zeren’in yanında kalır. Mustafa Zeren, Gülen’in Diyanet İşleri Başkanlığı sınavına girmesine yardımcı olan isimdir. Gülen Ankara’da bulunduğu dönemde Diyanet’in açtığı sınava girmesinin ardından ona sınav sonucunu bildiren isim de Zeren olur. Gülen, Küçük Dünyam kitabında henüz 18 yaşındayken Edirne’de görevli olan emniyet mensupları, hâkim ve savcılarla da yakın bir ilişki içerisinde olduğunu iddia ediyor.

1990'lı yıllarda siyasetçilerin Gülen ile ilgili yorumları
5 FOTOĞRAF
Necmettin Erbakan: “Çocuklarınızı Fethullah Gülen'in okullarına gönderirseniz Yahudi'ye asker yetiştirmiş olursunuz. Korkarım ki! beni anladığınız gün dövecek diziniz de kalmayacak.”

Necmettin Erbakan: “Çocuklarınızı Fethullah Gülen'in okullarına gönderirseniz Yahudi'ye asker yetiştirmiş olursunuz. Korkarım ki! beni anladığınız gün dövecek diziniz de kalmayacak.”

Turgut Özal: Bende bıraktığı intiba kendisinden soğumama hatta çekinmeme sebep oldu. Çünkü büyük bir ihtirasa sahip olduğu anlaşılıyor. Ona Türkiye yetmiyor, dünyayı istiyor. Sonraki dönemlerde bana gelen bilgiler de bu fikrimi destekliyor. Yalanı da rahat söylediğini fark ettim. Bunu güvendiğim müntesiplerinden birine örnek vererek anlattığımda, 'Onun yalanı bile güzeldir' demesi beni daha da ürküttü. Dünyayı, düzeltmek için kontrol etme' anlayışı da Hitler’i hatırlatıyor. Hitler ilkokul mezunuydu ama dünyanın en önemli hatiplerindendi. Yüksek ikna kabiliyeti ile Almanları peşinden sürükledi. Hocaefendiyi de tahsili olmamasına rağmen fevkalade hitabeti ve ikna kabiliyeti açısından Hitler’e benzetiyorum.

Turgut Özal: Bende bıraktığı intiba kendisinden soğumama hatta çekinmeme sebep oldu. Çünkü büyük bir ihtirasa sahip olduğu anlaşılıyor. Ona Türkiye yetmiyor, dünyayı istiyor. Sonraki dönemlerde bana gelen bilgiler de bu fikrimi destekliyor. Yalanı da rahat söylediğini fark ettim. Bunu güvendiğim müntesiplerinden birine örnek vererek anlattığımda, 'Onun yalanı bile güzeldir' demesi beni daha da ürküttü. Dünyayı, düzeltmek için kontrol etme' anlayışı da Hitler’i hatırlatıyor. Hitler ilkokul mezunuydu ama dünyanın en önemli hatiplerindendi. Yüksek ikna kabiliyeti ile Almanları peşinden sürükledi. Hocaefendiyi de tahsili olmamasına rağmen fevkalade hitabeti ve ikna kabiliyeti açısından Hitler’e benzetiyorum.

Tansu Çiller: Fetullah Gülen siyasi tercihlerinde genelde merkez solun daha solunda ve uçta olan partiler ile merkez sağın daha sağında ve uçta olan partilerle işbirliğinden çekinirdi. Nitekim merkez soldan DSP ve merkez sağdan ANAP ilk dönemlerde Fetullah Gülen'le temas kuran partiler olarak gözlemlenmiştir.

Tansu Çiller: Fetullah Gülen siyasi tercihlerinde genelde merkez solun daha solunda ve uçta olan partiler ile merkez sağın daha sağında ve uçta olan partilerle işbirliğinden çekinirdi. Nitekim merkez soldan DSP ve merkez sağdan ANAP ilk dönemlerde Fetullah Gülen'le temas kuran partiler olarak gözlemlenmiştir.

Süleyman Demirel: “Ben başbakan ve cumhurbaşkanı olarak okullar için boş mektuplar imzalayıp verdim. 'İstediğiniz gibi doldurabilirsiniz.' dedim. Pişman değilim. Bugün de olsa yine veririm”

Süleyman Demirel: “Ben başbakan ve cumhurbaşkanı olarak okullar için boş mektuplar imzalayıp verdim. 'İstediğiniz gibi doldurabilirsiniz.' dedim. Pişman değilim. Bugün de olsa yine veririm”

Bülent Ecevit: Herkes şunu kabul ediyor ki, eğer bu topluluğun gayretleri olmasaydı Orta Asya’daki Türk Cumhuriyetleri kolaylıkla İran köktendinciliğinin altına girebilirdi. Bunları önlemiş bulunuyor.

Bülent Ecevit: Herkes şunu kabul ediyor ki, eğer bu topluluğun gayretleri olmasaydı Orta Asya’daki Türk Cumhuriyetleri kolaylıkla İran köktendinciliğinin altına girebilirdi. Bunları önlemiş bulunuyor.

1990'lı yıllarda siyasetçilerin Gülen ile ilgili yorumları
1990'lı yıllarda birçok siyasetçi Fetullah Gülen hakkında ilginç açıklamalarda bulundu. Gülen'in kendilerine karşı olan tavrını değerlendiren siyasetçilerin sözleri ise dikkatleri çekiyor.

Komünizmle Mücadele Derneği Başkanı Gülen

1960’lı yıllara gelindiğinde Gülen ‘dostumuz’ dediği, İsmet İnönü döneminin CHP Genel Sekreteri Kasım Gülek ile tanıştı. Gülek, Türkiye’deki ‘Komünizm ile Mücadele Dernekleri’nin kuruluşuna öncülük eden isimlerdendi. Fetullah Gülen, 1960’lı yıllarda Erzurum’da Komünizmle Mücadele Derneği’ni açtı ve bir süre başında bulundu. Gülen ile Gülek’in ilk ortak noktası da bu dernek oldu. 1960’lı yıllardan itibaren Gülek ile sıkı bir ilişki geliştiren Gülen, bu sayede siyaset çevresi ile de yakınlaşmaya başladı. Gülek, aynı zaman Gülen’i ABD Ankara Büyükelçisi Morton Abramowitz ile tanıştıran isimdir. Terörist elebaşı Gülen’in CIA ile bağlantı kurmasında Gülek’in dahli olduğu iddiaları ise sık sık gündeme geldi.

Gülen'e Mason Teşkilatı'ndan madalya

Kasım Gülek’in ismi Türkiye’de bulunan gizli Mason teşkilatı ile de bağlantılı olarak geçiyor. Gülek’in Mason olduğu birçok kaynakta geçerken yıllar sonra ortaya çıkan Gülek imzalı bir mektupta bu iddiaları doğruluyor. Gülek, Mason teşkilatına yolladığı mektupta kendisinin de Mason olduğunu söylüyor. Mektupta en fazla dikkati çeken konu ise Gülek’in ‘kardeşlerim’ diye hitap ettiği Mason teşkilatı üyeleri arasında Fetullah Gülen’in isminin de geçiyor olmasıdır. Gülek’in 16 Temmuz 1967 yılında yazdığı mektup “Türkiye'de yegane ve muntazam mason teşkilatı, Türkiye hür ve kabul edilmiş masonların büyük locası (Türk Yükseltme Cemiyeti)dir. Hal böyle iken bazı kimselerin biraraya gelerek bir dernek kurmalarıyla bunca yıllık, temeli 1900'lere dayanan ve dünyaca tanınmış ve kabul görmüş Türk masonluğunu bir kenara itmeğe çalışmak doğru bir iş değildir” sözleriyle başlarken, birçok masonun küstürülmesinden şikayet ediliyor. Gülek’in ‘küstürüldüler’ dediği isimlerden biri ise Fetullah Gülen’dir. Gülek, “Birtakım yan fikirlerle destekleyip kamufle edilen bu şiddetli ihtiras Türk masonluğunu ikiye hatta üçe bölmüş, bir kısım arkadaşlarımızı Ş.K., A.Ş., Fethullah Gülen, A.D., Z.E., K.T., V.K. ve T.K. biraderleri küstürmüşlerdir. Bu arkadaşlarımızın büyük locadan en büyük madalya aldıkları unutulmaktadır. Üstün hizmet madalyasına sahip olmak her masonun rüyasıdır” deniliyor. Gülen’in Mason teşkilatı ile ilişkisini ortaya koyan bir diğer önemli belge ise 25 Mart 1975'e aittir. Gülen’in ettiği yemine dair bilgilerin yer aldığı belgede, Gülen’in Türkiye Büyük Mason Mahfili'ndeki 'Tekris Yemini'ni ettiği belirtiliyor.

Masonluk literatüründe 'Tekris' hem örgüte giriş sırasında hem de derece yükseldiğinde yapılan bir yemine anlamına geliyor. Gülen’in ettiği yeminde, “Evrenin Ulu Mimarının ve şu Mason topluluğunun huzurunda, kendi arzu ve irademle samimi olarak yemin ederim ki: Bana öğretilecek ve söylenecek Masonluk sırlarını bir Masondan başkasına ve Mason Mahfilinden başka bir yerde asla beyan ve ifşa etmeyeceğim. Masonluk için çalışacağım. Prensiplerine sadık kalacağım. Toplantılarına muntazam devam edeceğim. Şeref ve haysiyetimi koruyacağım, insanları seveceğim ve onların iyiliği için çalışacağım. Aileme ve vatanıma karşı fedakar olacağım. Cehalet ve taassupla mücadele edeceğim. Adalet ve hakkaniyetten ayrılmayacağım ve başkalarının haklarına da kendi hakkım kadar saygı göstereceğim. Türkiye Büyük Mason Mahfili'ni, Türkiye'de remzi üç derecenin nazım ve hakim otoritesi olarak tanıyacağım. Türkiye Büyük Mason Mahfili'nin anayasası, iç tüzüğü Mahfiller genel tüzüğü ile Muhterem Mahfilin iç tüzük ve kararlarına riayet edeceğim. Bu taahhütnameyi 25.03.1975 günü İstanbul yedisinde hakikat nurunun kaynağı olan Muhterem Üçgen Mahfilinin resmi celsesinde imza eyledim" denilmektedir.

FETÖ elebaşı Gülen’in Mason teşkilatı ile ilişkisi birçok farklı belgede de net bir biçimde görünüyor. Kasım

Gülek’in ‘büyük locadan en büyük madalya aldığını’ söylediği Fetullah Gülen’in Mason teşkilatı ile ilişkisi ise 1960’lı yıllardan itibaren başlar. Nitekim Gülen’in 17 Temmuz 1696 yılında Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Locası’ndan taltif madalyası aldığı Orhan Demiriz’in gönderdiği mektup ile anlaşılıyor. Demiriz’in tören için gönderdiği mektupta “Kardeşlerimizin daima birarada bulunmaları, 'MAH'in haricinde birbirleriyle ve ailelerine samimi münasebetler idamesi en büyük emellerimizden biridir. Tanışmadan, görüşmeden sevmek pek nazaridir. Birbirimizi içten anlayarak teati efkar etmek çok mutit semereler doğurabildiği herkesce malumdur. Bir müessesenin idamei hayatı her zaman o taazzuvu idare eden insanlar arasında ahenk ve anlaşma ile meydana gelebildiğini düşünerek bu işe çok kıymet ve ehemmiyet veren vazifederan 'KK'iniz, resmi celseleri takip eden her Salı günü akşam veya öğleden sonra yahut geceleri olmak üzere muhtelif toplantılar yapan yeni fikir ve mutallerle görüşmelere katkı sunan Muhammed Fetullah Gülen biraderimizin 'KK' katılacağı törenle taltif madalyasıyla ödüllendirilmesine oy birliğiyle karar verildi" ifadeleri kullanılıyor. Gülen’in aldığı taltif madalyası ile ilgili belge Gülen’in Mason Teşkilatı içerisinde yer alan ve Masonlar için büyük bir öneme sahip bir sapkın olduğunu gösteriyor.

Gülek’in yazdığı mektuptan da Mason teşkilatı içerisinde etkin olduğu anlaşılan Gülen’in 1970’li yıllarda da Mason teşkilatının birçok toplantısına katıldığı belgelerle anlaşılıyor. Nitekim 21 Nisan 1974 tarihli bir davetiyede Fetullah Gülen, Hür ve Kabul Edilmiş Büyük Mason Locası Sekteri Orhan Demiriz tarafından ‘Hoşgörü’ konulu bir toplantıya davet ediliyor. Aynı şekilde Gülen, 20 Mayıs tarihinde ise Mason Teşkilatı üyeleri A. Kürkçüoğlu, F. Buyurman, S. Hattatoğlu, A. Kıymaz ve E. Kadaster'in 7 Haziran'daki yükseliş törenlerine çağrılıyor. Yine benzer şekilde Gülen’in Mason Teşkilatı tarafından organize edilen 5 Temmuz ve 19 Temmuz 1974 tarihli toplantılara da katıldığı belgelerle ortaya çıkıyor.

5 Temmuz 1974 tarihli davetiyede “Her tatil devresinde olduğu gibi, bu tatil devresinde de tuz ve ekmeğimizi paylaşmak üzere, kardeş soframızı kuracağız. Bütün kardeşlerin teşriflerini, sevgi ve saygıyla rica ederiz" ifadeleri kullanılırken, Mason Teşkilatı üyelerinin inancında yer alan ekmek ve tuza vurgu yapılıyor. Mason olanlar için ekmek yaşamak için gerekli olan asgari gıdadır. Tuz ise Mason olanların işlediği kusur ve hataların temizlenmesi ve üstün niteliklere evrilmesi için önemli bir araç olarak görülür. Nitekim Gülen’in uzun yıllar boyunca ortaya koyduğu sapkın görüşleri, ihanet girişimleri ‘altın nesil’ algısı oluşturmaya çalışması ve bunları birer sevap işleme aracı olarak sunması Masonların inandığı fikirlerle ortaklık göstermesi dikkat çekicidir.

Mason Teşkilatı içerinde yer alan önemli isimlerden biri olan Kasım Gülek ile Gülen’in ilişkisi de sözde vaiz Gülen’in mason olduğunu doğrulayıcı niteliktedir. Gülek için ‘yakın dostum’ diyen Gülen, birçok defa Gülek ile ilgili övgü dolu sözler kullanmıştır. Bunun en açık örneği ise Gülen’in 1 Eylül 1997 yılında Zaman gazetesinde yayınlanan yazısında görülüyor. Gülen bu yazısında Gülek için övgü dolu sözler kullanarak; "ABD'de görüştüğüm insanlardan biri Abramowitz idi. O, Türkiye'de bir zaman elçi olarak kalmıştı. Müşterek dostumuz Kasım Gülek Bey vardı. Onun vasıtasıyla gıyaben onu tanıyorduk... Türkiye, şimdiye kadar çok ölüm-kalım krizlerine maruz kalmıştır. Bunu isterseniz bir kriz sayın ama bu millet bunu aşar dedim. Hatta bu ses, imkânı varsa Beyaz Saray'a kadar, Kongre'ye kadar, Pentagon'a kadar götürülmeli dedim" diyor. Gülen ile Gülek’in 1960’larda başlayan dostluğu ilerleyen süreçte daha da güçlendi. Gülek, 1996 yılında öldüğünde yakın dostunun cenaze namazını kıldıran isim ise de Fetullah Gülen’di.

Şenler: Gülen Mason'dur

Gülen’in İzmir Kestanepazarı’nda bulunduğu yıllarda en büyük desteği veren isim ise bölgede tanınan zengin bir iş adamı olan Ali Rıza Güven’dir. Mason Teşkilatı’na üye olan Güven’in İzmir’de bulunan devlet görevlileri, hakimler ve savcılarla sıkı bir ilişkisi bulunuyordu. Güven, Gülen’in İzmir’e yerleştikten sonra burada güçlü bir örgütlenme kurmasına aracılık ederek onu koruması altına almıştır. FETÖ elebaşı Gülen’İn İzmir yıllarında ona en büyük finansal destekte Güven’den gelmiştir. Gülen burada bulunduğu yıllar etrafına topladığı kişilere sapkın fikirlerini öğretmeye başladı. Gülen’in Ege Bölgesi’ndeki faaliyetleri de doğrudan Mason Teşkilatı üyesi Güven’den gelmiştir. Nitekim Bediüzzaman Said Nursi’nin talebelerinden olan Üzeyir Şenler’in TRT 1’de yayınlanan bir videosu Güven'in Mason olduğunu net bir şekilde gösteriyor. Şenler Mason dediği Ali Rıza Güven ile ‘Huzur Sokağı’ romanın yazarı olan kız kardeşi Şule Yüksel'in başörtüsü konusundaki sözleri nedeniyle hakkında açılan dava için İzmir'e gittiklerinde tanıştığını söyler. Şenler aldıkları bir tavsiye üzerine Güven’e gittiklerini ve orada tanıştıklarını ifade eder.

Hasta yatağında konuşan Şenler, Güven ile tanışmaları ile ilgili olarak, "Mahkeme dolayısıyla geldik İzmir'e. İzmir'de Ali Rıza Güven diye birini tavsiye ettiler. Ondan sonra bu arada biz Ali Rıza Güven'le sıkı münasebete bulunuyoruz. Şey olarak yani akşamları geliyor. Ali Rıza Güven mahkemeye nüfuz etti ve beraat ettik. Yani aracı buldu. Hakimler adamı, etkin tabii zengin" diyor. Ali Rıza Güven davanın sonuçlanmasının ardından Şenler’e Masonluk teklif eder. Üzeyir Şenler, Güven'in teklifi için "Sizi dedi biz inceledik. Yakinen sizi tanıyoruz. Sizde dedi öyle bir kabiliyet var ki, artık başladı şey etmeye… Ali Rıza Güven bana masonluk teşkilatına girme teklifinde bulundu" diyor. Şenler, Güven'in kendisine çok önemli bir kurumun genel müdürlüğü teklifinde bulunduğunu belirtirken, "Mason olmak şart oluyor diyor. Tepkim daha dehşetliydi sertti. Benden sert cevap aldıktan sonra artık şeyi kesti” dediğini belirtiyor. Şenler, Güven’in kendisinden sonra Masonluk teklifini Fetullah Gülen’e yaptığını ve Gülen’in bu teklifi kabul ettiğini söylüyor. Fetullah Gülen’in Masonluğu için konuşan Şenler, "Mesela şuan 1 numara olan birisi... Onunla beraber çok sıkıydı sıkı münasebeti vardı. Her an beraberlerdi. Artık söylemek… Fetullah ya Fetullah" diyor. Nitekim 1964’ten itibaren aralarında sıkı bir ilişki gelişen Gülen ile Güven'in yakın dostluğu uzun yıllar boyunca devam etmişti. FETÖ’nün yayın organı STV, terör örgütü elebaşı Gülen’in yol arkadaşı ve en büyük destekçisi olan Güven için 2006 yılında özel bir belgesel yayınlanmıştır.

Orta Asya’da ve Balkanlarda birçok okul, yurt, dershane ve üniversite açan örgüt mensupları, kısa süre içerisinde bu ülkelerde etkili bir güce dönüştü ve lobi faaliyetleri yürüttü. İş adamlarının yurt dışı yatırımlarında aracılık eden ve onları devlet başkanları ve devlet yetkilileri ile görüştüren bir aktör haline geldi.

MSP hamlesi ters tepti

Gülen'in siyaset ile teması 1970’lerde daha da artmıştı. Popüler bir vaiz olmaya başlayan Gülen, bu yıllarda güçlü bir meydan okumayla ortaya çıktı ve siyaset ile yakın ilişki kurmakta bir sakınca olmadığını savundu. Bu tezi Nurcular arasında tepki toplayan Gülen, seçimlerde MHP’ye destek verilmesi gerektiğine vaazlarında yer verdi. MHP’den sonra ise MSP ile yakınlaşmaya çalışan Gülen, özellikle de MSP’nin gençlik yapılanması üzerinden tüm Türkiye’ye yayılmaya ve buralarda evler açmaya çalıştı. Bir süre sonra da Nur Cemaati ile yollarını ayırdı. Tamamen bağımsız olan ve kendi öğretilerini yaymayı hızlandıran Gülen’in hedefinde ise Milli Selamet Partisi vardı. Fakat tabana yayılma girişimleri, öğretileri tepki çeken Gülen, Türkiye’deki siyasal İslam’ın lideri Prof. Dr. Necmettin Erbakan ile ters düştü ve bir süre sonra MSP ile ilişkisini kesti.

Özal’ın politikası ve Gülen’in öfkesi

12 Eylül darbesinin ardından 1983’te gerçekleşen seçimlerin ardından siyasetin yeniden tesis edilmeye başlanması ve Özal’ın başa geçmesi ile birlikte Türkiye’de birçok yenilik yaşanmaya başladı. Özal’ın liberal politikaları ve özel sektörü teşviki yeni fırsatlar doğurdu. Dershane ve okullar da bu dönemde özel sektör teşvikinden yararlandı. Bu kapsamda Gülen'in örgütü tarafından da kısa süre içerisinde ülkenin birçok bölgesinde yeni okullar ve dershaneler açıldı.Gülen bu dönemde ‘eğitimi’ araçsallaştırdı ve eğitim odaklı bir söylemini kullandı. Bu durum, Özal’ın izlediği politikaya uygundu. Özal başageldikten sonra içeride özel sektörü teşvik ederken, dışarıda da Neo-Ottomanism(Yeni Osmanlıcılık) üzerinden geniş bir açılım arayışındaydı. Özal’ın amacı Türkiye’yi bölgede güçlü bir ülke haline getirmekti ve bunun için bölge ülkeleriyle yakın ilişki kurmayı amaçlıyordu. Bu çerçevede diğer ülkelerle ekonomik, siyasi ve kültürel ilişkileri geliştirmeye önem verdi. Gülen de bu dönemde taraftarlarına yurtdışına açılmalarını söyledi. Gülencilerin ‘eğitim’ odaklı faaliyetleri yurtdışına açılmak için iyi

bir fırsattı.

1980’lerin ortasından itibaren Avrupa’da da yapılanmaya başlayan Gülencilerin yeni hedefi yurt dışında okul açarak dünyaya açılmaktı. Gülenciler 1989’da Orta Asya’ya yöneldi. Kısa sürede okullar ve yurtlar açtı. Gülencilerin ‘eğitim’ adı altında yurt dışına açılması Özal’ın bölgedeki güçlü Türkiye stratejisine uygundu. Bu sebepten ötürü Orta Asya ve Balkanlar’da okul açma çalışmaları Özal tarafından da desteklendi. Özal, yurtdışı ziyaretlerinde bu okulları ziyaret etti. İş adamlarının yurt dışına yatırımlarını teşvik etti. Orta Asya’da ve Balkanlarda birçok okul, yurt,dershane ve üniversite açan Gülenciler, kısa süre içerisinde bu ülkelerde etkili bir güce dönüştü ve lobi faaliyetleri yürüttü. İş adamlarının yurt dışı yatırımlarında aracılık eden ve onları devlet başkanları ve devlet yetkilileri ile görüştüren bir aktör haline geldi. Özal ile Gülen arasındaki ilişki görünürde böyleydi. Fakat Gülen’in arka planda çok başka hesaplar yaptığı, Özal cumhurbaşkanı olup Anavatan Partisi genel başkanlığı ve başbakanlığı Mesut Yılmaz’a bırakması ile ortaya çıktı.

Yakın dönemde kullandığı beddua dilini 1991 yılında Sızıntı dergisindeki başyazısında Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ı direkt hedef alarak kullanan sözde vaiz Fetullah Gülen, nasıl bir siyasi hesabının olduğunu da ortaya koyuyordu. Gülen, eski Cumhurbaşkanı Turgut Özal'ın ölümünden yaklaşık 2 yıl önce yazdığı yazıda, “Şimdi istersen uyu; çünkü bundan sonra kopacak kıyamet senin kıyametin olacaktır! Evet, yakın bir gelecekte sen,sırtında bir kambur gibi târihî mesûliyetlerin, derdest edilip tarihleşeceğin gayyaya götürülürken, senin ihmaline, senin iğfaline, senin hıyanetine uğramış,bütün ihmalzedelerin, bütün iğfalzedelerin, bütün hıyanetzedelerin kahredicibakışları, çıldırtan çığlıkları ve arş-ı adaleti ihtizaza getiren tazallümleriyle, ölüp ölüp dirilecek ve 'keşke, ben de toprak olsaydım' deyip inleyeceksin" diyordu. Her satırından kin damlayan yazının hikayesine ise Fetullahçı yazarlardan Faruk Mercan, ‘Fethullah Gülen’ isimli kitabının “Çankaya Köşkü'nde yankılanan başyazı” adlı bölümünde açıklık getiriyordu.

Turgut Özal'ın Cumhurbaşkanı seçilerek Çankaya Köşkü'ne çıkmasından sonra iktidar partisi ANAP'ı liberal bir isim olan Mesut Yılmaz'a emanet ettiğini ve bunun üzerine devlette muhafazakâr ve dindar bilinen bazı kadroların tasfiye edildiğini kaydeden Mercan, Gülen’in neden bu kadar öfkelendiğini açıklarken aslında büyük bir ifşaatta bulunmuştu: “Sızıntı başyazısındaki tavrı, İçişleri Bakanlığı ve Emniyet gibi kurumlarda bazı devlet görevlilerinin dindar oldukları gerekçesiyle görevlerinden alınmalarıyla ilgiliydi.. Gülen'e göre Özal, devlete sadakatle görev yapan bu bürokratlara sahip çıkmalıydı."

Gülen’in devlet adamlarının seçimi ve bürokrasideki görev değişikliklerini 1991’de bu denli sorun etmesinin aradan geçen 25 yıl sonra ‘siyaset üzerinden kadrolaşma hamlesi’ olarak değerlendirildi.

Özal: Gülen’i Hitler’e benzetiyorum

Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın hakkında yazılanlar ve Fetullah Gülen ile ilişkisi hakkında ne düşündüğünü ise yıllar sonra Nuh Albayrak Star Gazetesindeki köşesinde kaleme aldı. Özal’ın çok sevdiği ve güvendiği bir gazeteciye, Fetullah Gülen hakkında yaptığı yorum ise şöyle: "Uzun yıllardır tanırım, ilk Planlama’dayken görüşmüştük. Sonrasında da çok istedi ama birkaç zaruri görüşme dışında randevu vermedim. Houston’da ‘geçmiş olsun’ ziyaretime gelmişti, görüştük. Bende bıraktığı intiba kendisinden soğumama hatta çekinmeme sebep oldu. Çünkü büyük bir ihtirasa sahip olduğu anlaşılıyor. Ona Türkiye yetmiyor, dünyayı istiyor. Sonraki dönemlerde bana gelen bilgiler de bu fikrimi destekliyor. Yalanı da rahat söylediğini fark ettim. Bunu güvendiğim müntesiplerinden birine örnek vererek anlattığımda, 'Onun yalanı bile güzeldir' demesi beni daha da ürküttü. Zira bu zat etrafındakilere hulul ediyor ve neredeyse onları esir alıyor. Son görüşmemizde yüzüme iltifatlar yağdırırken gıyabımda olmadık şeyler söylediği ve yazdığı kulağıma geliyor. Benim bildiğim İslam alimleri böyle davranmıyor. 'Dünyayı, düzeltmek için kontrol etme' anlayışı da Hitler’i hatırlatıyor. Hitler ilkokul mezunuydu ama dünyanın en önemli hatiplerindendi. Yüksek ikna kabiliyeti ile Almanları peşinden sürükledi. Hocaefendiyi de tahsili olmamasına rağmen fevkalade hitabeti ve ikna kabiliyeti açısından Hitler’e benzetiyorum. Hitler ‘milliyetçi’ bir yol tutturmuş bu ise motivasyon için dini kullanıyor. İnşallah ben yanlış düşünüyor olurum..."

Turgut Özal, vefatından kısa süre önce, 4-15 Nisan 1993’te 5 Orta Asya ülkesini kapsayan yurt dışı seyahatine çıktı. Cumhurbaşkanı Özal ziyareti kapsamında Gülen’e yakın grupların açtığı okulları da ziyaret etti. Gülen, Özal’ın okulları ziyareti ile ilgili olarak 1998’te yaptığı açıklamada taraftarları için “Bizim arkadaşlar, Özal’ın ziyaretine katılma konusunda çekimser kaldılar, gitmek istemediler. Ancak daha sonra gittiler. Özal gidip geldi ve öldü” demesi ise kafalarda soru işareti olarak kaldı.

Gülen: Demirel Türkiye için bir şans

Özal sonrası dönemde Gülen’in siyasetçilerle diyaloğu daha da gelişti. 1990’lı yılların çalkantılı dönemlerinde Gülen başta Demirel ve Çiller olmak üzere birçok siyasetçi ile görüştü. Gülen, siyasetçilerle sık sık görüşmesinin nedeni sorulduğunda ise geçmişten örnekler vererek açıklıyordu. Edirne yıllarında adliyede çalışan görevlilerle diyaloğunun çok iyi olduğunu ve sürekli üst düzey insanlarla iyi geçinmeyi istediğini belirten Gülen, "Şimdi de siyasi liderlerle iyiyim” diyordu.

Turgut Özal’ın vefatından sonra Cumhurbaşkanı olan Süleyman Demirel de Gülencilerin yurtdışındaki faaliyetlerine büyük destek sağladı. Demirel birçok defa görüşen ilişkileri konusunda, “Demirel ile iyi ilişkilerimiz oldu. Görüşme sayımız az olmakla beraber görüştük. Ben ABD’de tedavi olurken aradı. Demirel Türkiye için bir şans” ifadelerini kullanmıştı.

‘Lobi kuruyorum’

Gülen siyasetçilerle sık görüşmesini ise ‘lobi kuruyorum’ sözleriyle değerlendiriyor. Tansu Çiller ile 3-4 defa, Mesut Yılmaz ile 3-4 defa, Ecevit ile 3 defa, Deniz Baykal ile 2-3 defa, Necmettin Erbakan ile de 2-3 defa görüştüğünü ifade eden Gülen, Asya Finans’ın açılışına katılan Çiller ile yakın bir ilişkisinin olduğunu ise özellikle vurguluyordu.

Nurettin Veren: Çiller 33 ilçeyi Gülen’e verdi

Tansu Çiller ile Gülen’in ilişkisi hakkında konuşan Nurettin Veren, özellikle Asya Finans’ın kuruluş sürecinde Çiller’in kendilerine büyük destek sağladığını belirtmişti. Veren, Çiller ile görüşmeleri için, “Tansu Çiller ile Özer Çiller, Fetullah Gülen ile Başbakanlık kontunda gizli bir görüşme yaptırdıktan sonra, dediler ki; ‘Biz size nasıl destek olabiliriz, Hükümet olarak size faydalı olacağımız bir isteğiniz var mı?’ Hatta bu arada bizim cemaat olarak partiye katılmamızı da teklif ettiler. Tansu Hanım "33 ilçenin tamamını siz doldurabilirsiniz. Sizin insanlarınızla bu mafyadan ve düşük ahlaklı insanların elinden buraları kurtarabiliriz’ dedikten sonra aldığı kararla İstanbul’daki bütün ilçeleri fes etmiş ve benden bir hafta içerisinde isim listesi vermemi istemişti” iddiasında bulunuyor.

Ecevit, 1998 yılında gerçekleşen MGK toplantısında askerin Gülen hakkındaki uyarılarına sert tepki gösterdi.

Kayıt dışı paralara Çiller’den çözüm

Nurettin Veren, Asya Finans’ın kuruluş sürecinde Tansu ve Özer Çiller’in Altunizade FEM ve Bozyaka’da çok defa Gülen ile görüştürdüğünü ifade ediyor. Özer Çiller’in görüşmede Gülen’e “Hocam ben size bir finans kurumu kurayım, bu sizin çok işinize yarar, çünkü siz bu kayıt dışı paralarla bir denetim geçirirseniz sizin belinizi kırarlar. En büyük operasyon ve en büyük kaybınız bu kayıt dışı paralardan gelir” dediğini ve Gülen’in bu teklifi kabul ettiğini belirtiyor. Veren, Özer Çiller’in “Siz elinizi çabuk tutup karar verin bende size yardım edeyim ve bu Finans kurumunu kuralım” dediğini ve Asya Finans isminin de bu konuşmalar olurken bizzat Fetullah Gülen tarafından verildiğini belirtiyor. Veren, Asya Finans’ın kuruluşu için iş adamı Tahsin Tekoğlu’nu Çiller’in özel uçağı ile Özbekistan’a götürdüğünü belirtiyor. Çillerin büyük desteği sonucu Asya Finans kuruldu ve açılış törenine de Gülen ile Çiller birlikte katıldı.

Gülen’in 'kalkanı' Ecevit

Sol geleneğin en önemli isimlerinden olan Bülent Ecevit’in, Fetullah Gülen ile ilişkisi ise bir hayli ilginç. Gülen’in 1990’lı yıllarda Türkiye’deki çok sayıda siyasetçi ile olduğu gibi Ecevit’le de yakın bir ilişkisi vardı. Ecevit de örgüt mensuplarının yurt dışında açtığı okullara büyük destek sağladı. Gülencilerle ilgili tartışmalara karşı ise her zaman okulları örnek gösterdi ve sözde vaiz Gülen’e sahip çıktı. Ecevit, Başbakan olarak Belçika’ya yaptığı gezi çerçevesinde Gülencilerin okulunu ziyaret ederek hem kendi sol tabanına hem de tüm ülkeye mesajını net bir şekilde verdi. Gülen'in faaliyetleri bu dönemde sık sık tartışılsa da Ecevit için kuşku duyulacak biri değildi. Ecevit’e göre Gülen; açıklamalarında laiklikle ters düşmemeye özen gösteriyor, çağ dışı bir akım temsil etmiş olabileceği izlenimi vermiyordu. 1998’de Gülencilerin emniyete sızma girişimleri ile ilgili bir rapor hazırlayan Eski Ankara Emniyet Müdürü Cevdet Saral, durumu dönemin

Başbakan Yardımcısı Mesut Yılmaz’ı bildirdiğinde, Yılmaz’ın "Ecevit bu konuda hassastır, bu soruşturma sağlıklı yürümez" uyarısı ile karşılaştığını söyledi.

Ecevit, 1998 yılında gerçekleşen MGK toplantısında askerin Gülen hakkındaki uyarılarına sert tepki gösterdi. Başbakan Bülent Ecevit, Gülen ile ilgili dostluğuna işaret ederek, ‘‘Siz Fetullah Gülen'in geçmişinden yola çıkarak bu kanılara varıyorsunuz. İnsanlar değişip, gelişebilir’’ diyerek, askerin görüşlerine karşı çıktı. Sözde vaiz Gülen, Ecevit’in evine gidecek kadar Ecevit’i kendisine yakın görüyordu. Rahşan Ecevit, Habertürk’e verdiği bir mülakatta, Gülen’in evlerine geldiğini belirterek, bu görüşmede ‘eğitimin’ görüşüldüğünü anlatıyor. DSP ve Ecevit, Gülen ile ilişkileri konusunda eleştirilse de, bu duruma Ecevit’in tepkisi ‘Gülen’in çağdışı bir akımı temsil ettiği izlenimini vermediği’ şeklindedir.
NOT: Ecevit ‘Gülen’i Cumhurbaşkanı’ olarak dayatacaktı
  • 15 Temmuz’dan sonra Darbeleri Araştırma Komisyonuna bilgi veren eski Ankara Emniyet Müdürü Cevdet Saral, Fetullah Gülen ile ilgili 1999 yılında bir rapor hazırlaması konusunda görevlendirildiğini, Gülen hakkında bugüne kadar yayımlanmış kitap ve kasetlerin incelemeye alındığını söyledi.

    Fetullah Gülen ve kendisine bağlı grubun 2000 yıllarında ülkeyi tepeden ele geçirmek istediğinin altını çizen Saral, "Dönemin Genelkurmay Başkanlığı Plan Prensipler Daire Başkanı Korgeneral Reşat Turgut ile sohbet sırasında, hazırladığımız raporun çok işlerine yaradığını belitti. ‘Paşam bizim hiç işimize yaramadı, sizin işinize nasıl yaradı?' diye sorduğumda ise ‘Eğer o rapor elimizde olmasaydı Ecevit bize Fetullah'ın cumhurbaşkanlığını dayatacaktı' dedi. ‘Paşam bu nasıl söz, bu adam ilkokul mezunu bile değil, Ecevit bunu nasıl teklif edecekti cumhurbaşkanlığına' diye sorduğumda ise ‘Onlar kolay halledilecek işlerdir' cevabını verdi" diye konuştu.

Gülen: Ecevit’e şefaat ederim

Gülen’in Vatikan ziyaretine de en önemli destek yine Ecevit’ten geldi. Ecevit, Türkiye’nin İtalya büyükelçisini arayarak Gülen’e her türlü desteğin verilmesini istemişti. Yine 1999’da Gülen’e yönelik bir davanın açılması süreciyle birlikte Gülen’e ABD’ye gitmesi tavsiyesinde bulunan ismin de Ecevit olduğu medyada detaylıca yazıldı.

Gülen, Ecevit’in kendisine ve örgütüne karşı olan yaklaşımını anlatırken kendi tavrını da açıkça ifade etmişti: “Ecevit hayatı boyunca oruç tutmadı. Namaz kılmadı ama inancı sağlamdı. Sosyal demokrat bir zeminde doğdu ve İsmet İnönü’ye ortanın solu dedirtti. Okullara çok sahip çıktı. İşin büyüklüğünü sezmişti. Önüne bir dosya getirildiğinde elinin tersiyle itti. Eğer ahirette Allah bana şefaat etme imkânı verirse, bunu ilk önce Ecevit için kullanırım.”

Devletin ‘irtica’ söylemi ve Gülen’in dokunulmazlığı

90’lı yıllar boyunca ülke gündemini işgal eden en kritik konu laiklik tartışması ve irtica korkusuydu. Bu söylem üzerinden siyaset yeniden şekillendirilmeye çalışılırken, 28 Şubat’a giden sürecin de önü açıldı. İçeride bir yandan suni bir İran rejimi endişesi oluşturulurken, diğer yandan da başörtüsü yasağı üzerinden laiklik tartışması tırmandırıldı. İrtica söyleminin ulaştığı boyut birçok cemaat ve dini grubun da ulusal tehdit olarak algılanmasına neden oldu. Bu dönemde ülkenin en temel güvenlik kaygısını terörden sonra ‘irtica’ oluşturdu. Hatta ordu ve Kemalist blok için irtica ulusal güvenliği tehdit eden en önemli soruna dönüştü.

Böylesi bir ortamda irtica tartışmalarının odağında olan iki aktör bulunmaktaydı. Bunlardan birincisi ve en önemlisi; 1991’de seçilerek meclise giren ve 1995 seçimlerinde birinci parti olan Refah Partisi, diğer önemli aktör ise sözde vaiz Gülen ve diğer cemaatlerdi. 1994 yerel seçimlerinde İstanbul’un yeni belediye başkanının da Refah Partili Recep Tayyip Erdoğan olması Kemalistlerin kaygısını güçlendiren unsurlardandı. Necmettin Erbakan’ın liderliğinde yükselişini sürdüren Refah Partisi’nin güçlenmesi ve iktidar olması halinde

başta İran ve Ortadoğu ülkeleri ile siyasi ilişkileri geliştirme isteği, Türkiye gündemindeki en sıcak konu başlığı oldu. RP’nin söylemi ve yükselişi bazı kesimlerde büyük bir endişeye neden oldu. Bu durum karşısında yükselen irtica korkusu zamanla bir ‘cadı avına’ dönüştü.

‘Gülen takmıyor ama çevresi hep kravatlı’

Bu dönemde Refah Partisi’nin durumu sürekli olarak işlenen bir konu halini alırken, sözde cemaat menuspları olan Gülenciler için durum farklıydı. Gülenciler, asker ve bazı Kemalist kesimlerde rahatsızlık kaynağıyken, siyasetçiler için ise görüşülebilir ve ılımlı bir ortaktı. Örgüt mensuplarının içeride ve dışarıdaki faaliyetleri sürekli bir şekilde siyasetçiler tarafından desteklendi. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel başta olmak üzere birçok siyasetçi Gülen ile görüşmeye devam etti. Çiller, Yılmaz ve Ecevit ile Gülen arasındaki ilişki bağı gün geçtikçe gelişti. Erbakan’a karşı Başkomutan Demirel’in de desteği ile sert tavır takınan TSK diğer yandan Demirel’in toz kondurmadığı Gülen ve paralel yapılanmasına karşı ise mesafeli durdu.

Siyasetçiler için Refah Partisi bir siyasi rakip olarak öne çıkarken, Gülen ise hem içeride hem de dışarıda etkin olan ve işbirliği yapılabilir biriydi. Bu durum irtica söyleminin Refah Partisi üzerine yoğunlaşmasına ve Gülencilerin bunun dışında kalmasına neden oldu.

Zaten Türkiye’deki siyasetçilere göre sözde Gülen cemaatinin laikliğe aykırı bir duruşları yoktu ve ılımlı bir gruptu. Gülen ile ilgili tartışmalara sert cevap veren Ecevit, yurt dışındaki okullarda Atatürk resimleri olduğunu, İstiklal Marşı'nın okunduğunu belirtip, ‘‘İrtica bunun neresinde?’’ diye soruyordu. Gülen okullarının meşruluğuna inandığını belirten Başbakan Ecevit, ‘‘Bu saygın kuruluşlarla o ülkelere irtica mı taşımak istiyor? Bu gayret olmasaydı, Orta Asya Türk Cumhuriyetleri ve özellikle Azerbaycan İran'daki köktendinci rejimin nüfuzuna, Suudi Arabistan'ın etkisine girebilirdi. Olağanüstü kaynaklardan kuşku duyulması normal. Ama karanlık yollardan veya başka ülkelerden alındığını da kimse söyleyemiyor. Kuşkuculuk bilimin ilerlemesine etkendir, önyargıya dönerse sakıncalıdır. ‘İçteki okullara devlet denetçi göndersin’ diyorlar. Türbanda çok ılımlı tavırları var, 'Bunlar ayrıntı, mesele yapılmasın' diyorlar. Kala kala, Gülen'in kravat takmaması kalıyor, ama kendi çevresindeki insanların hepsi kravatlı’’ ifadelerini kullanmıştı.

Başta Ecevit olmak üzere birçok siyasetçi için bu dönemde Gülenciler meşru ve desteklenmesi gereken bir aktörken, Refah Partisi ise iktidar olma imkânına kavuşması halinde hem siyasal bir rakip olarak hem de izleyeceği politika nedeniyle bir tehdit olabilirdi. Ordu ve politikacılar, Refah Partisi konusunda ortak bir noktada buluşurken, sözde cemaat mensubu Gülenciler konusunda farklılaşıyordu. Bu tablo Refah Partisi’nin 1997’de iktidara gelmesi ile birlikte daha da net bir şekilde ortaya çıktı. Refah Partisi ve bazı dini gruplar irtica tartışmalarının merkezine oturtulurken, Gülen Erbakan’a mesafeli duruşunun da etkisi ile bunun dışında bırakıldı.

Gülen, 28 Şubat sürecinde katıldığı bir televizyon programında Başbakan Erbakan’ı hedef alarak “Beceremediniz, artık bırakın” dedi.

1997’de Necmettin Erbakan’ın başbakan, Tansu Çiller’in de dışişleri bakanı olmasından sonra irtica tartışması ve başörtüsü gibi konular artık gündemin zirvesindeydi. Gülen bu dönemde yaşanan türban tartışmalarına karşı, “başörtüsü teferruattır” diyerek laik kesime ılımlı mesajlar verdi. Ordu ise bu dönemde MGK kararlarıyla siyasete yön vermeye ve siyaset kurumları üzerinde bir vesayet rejimi kurmaya çalışıyordu. Siyaset alanında yaşanan bu kaotik ortamda Gülenciler, örgütlenmelerini sürdürerek hem içeride hem de dışarıda faaliyetlerini sürdürdü. Ancak irtica söyleminin yükselişi 1998’in sonlarından itibaren Gülencileri de etkilemeye başladı.

28 Şubat süreci ve Fetullah Gülen

28 Şubat 1997’de toplanan MGK 9 saat sürdü ve alınan kararlarda laikliğin Türkiye'de demokrasi ve hukukun teminatı olduğu vurgulandı. MGK’nın aldığı tavsiye kararları hükümete bildirildi, Başbakan Erbakan ise Türkiye’deki inancı kesimi hedef alan bu kararları imzalamadı. Erbakan’ın bu duruşu; Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel başta olmak üzere TSK, medya, siyaset ve STK’ları harekete geçirdi. Ordu oluşan kamuoyunun da etkisi ve gücü ile irtica söylemi üzerinden hükümete bir ültimatom vererek post-modern darbe girişimini başlattı. 21 Mayıs 1997'de Yargıtay Başsavcısı Vural Savaş, ‘‘Ülkeyi iç savaşa sürüklediğini’’ söyleyerek, Refah Partisi'nin kapatılması için dava açtı. 10 Haziran'da Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ile Danıştay başkan ve üyeleri Genelkurmay Başkanlığı'na çağrılarak kendilerine irtica konusunda brifing verildi. Özellikle ekonomide Türkiye’yi 6 ay gibi kısa sürede adeta düzlüğü çıkarmasına rağmen Başbakan Erbakan, hükümet ortağı Tansu Çiller’in de hem asker hem de medyadan gelen baskılara direnemeyeceğini gördüğü için istifa kararı aldı. Gelen baskıların siyaset dışı bir sürece evirildiğini de fark eden Başbakan Necmettin Erbakan istifasını 18 Haziran 1997’de sundu. Cumhurbaşkanı Demirel hükümeti kurma görevini istifa önce alınan mutabakata rağmen Tansu Çiller’in yerine Mesut Yılmaz’a verdi.

FETÖ elebaşı Gülen: Geçmişten beri askerlerle iyi anlaşırım!
OYNAT 00:04:57
FETÖ elebaşı Gülen: Geçmişten beri askerlerle iyi anlaşırım!
Yeni Şafak
1997 yılında Kanal D’de yayınlanan ‘Güncel’ programına katılan FETÖ elebaşı Fetullah Gülen, gençlik yıllarından itibaren ordu mensupları ve siyasi liderlerle görüştüğünü ifade ederken, dönemin Başbakanı Necmettin Erbakan ile hiçbir zaman anlaşamadıklarını dile getirdi.

Postmodern darbenin kilit cümlesi: ‘Beceremediniz bırakın’

Refah-yol’u, laik-Kemalist kitlenin söylem üstünlüğü ile iktidardan indiren postmodern darbeye destek çıkan ve darbeyi meşru gören bir diğer aktör ise Fetullah Gülen’di. 1980 darbesinde askere selam duran ve Sızıntı dergisi üzerinden orduya övgüler yağdıran ihanetin elebaşı Gülen, 28 Şubat sürecinde bir kez daha ordudan yana tavır almıştı. Gülen, zaten darbe sürecinde katıldığı bir televizyon programında Başbakan Erbakan’ı hedef alarak “Beceremediniz, artık bırakın” demiş ve istifa etmesini istemişti.Ertesi gün darbenin medya ayağındaki gazetelerin manşetlerinde Gülen’in açıklamaları vardı. Gülen, çağrısı ile ordudan yana tavır alırken, yeni bir seçim ya da istifa olabileceğini belirtti. MGK'nın 28 Şubat kararları hakkında da konuşan Gülen, “MGK hata yapıyorsa o da içtihat hatasıdır. Hata ise bir sevap, doğru ise iki sevap kazanıyorlar” dedi. Sözde vaiz Gülen’e göre “Onunla uzlaşamıyoruz” dediği Erbakan, İslam’la ilgili zararlı işler yapıyordu. Gülen’in İslam’a zarar verdiğini düşündüğü diğer gruplar ise İsrail işgaline karşı direnişin sembolü olan Hamas Hareketi ve İslam coğrafyasında geniş bir tabanı bulunan İhvan Hareketi'ydi.

‘Hayırlı olsun’ Zaman’ı ve TSK ile direkt temas

Gülen’e bağlı Zaman gazetesi Erbakan’ın istifası ile sonuçlanan 28 Şubat sonrasında kurulan yeni hükümet için ise ‘Hayırlı olsun’ manşetini atarak siyasi pozisyon da almıştı. 28 Şubat sürecinin etkin ismi olan ve ‘kartel medyası’nın darbe söylemlerini koordine eden Genelkurmay 2. Başkanı Çevik Bir’e mektup yazarak saygıda bulunan Gülen, okulların durumu ile ilgili izahatta bulunarak “yanlışlıkla” ismi ile anıldığını belirtti. Gülen mektubunda okulların durumu hakkında “Tamamen Türk eğitim sistemine bağlı olarak faaliyet gösteren bu okullarda eğer, Türkiye Cumhuriyeti’nin laik, bağımsız ve sosyal bir hukuk devleti özelliğinin aksine bir faaliyet varsa, devletimizden önce ben, bu okulların açılmasını teşvik etmiş biri olarak kapatılmalarını teşvik ederim” ifadelerini kullandı.

9 Şubat 1998’te Papa II. Jean Paul ile görüşen Gülen, burada üst düzey bir isim gibi karşılandı. Gülen söz konusu ziyareti dinlerarası diyalog için önemli bir adım olarak değerlendirdi. Din istismarcısı Gülen ve ekibi Papa ile 30 dakikalık bir görüşme gerçekleştirirken, Gülen’e en yakın isimlerden olan Alaattin Kaya’nın Papa’nın elini öpmesi Türkiye kamuoyunda uzun yıllar tartışıldı.

Vatikan'a ziyaret ve dinlerarası diyalog

Eylül 1997 yılında New York’a giden Gülen, Katolik âleminin önemli kardinallerinden New York Kardinali John O'Connor ile görüştü. Papa’nın sağ kolu olarak bilinen O’Connor'ın görüşmede Gülen’in dinlerarası diyalog ile ilgili fikirlerine övgüler yağdırdığı belirtiliyor. Gülen’in New York’ta O’Connor ile görüşmesine giden sürecin arka planı ise hayli ilginç.

Vatikan ziyareti
7 FOTOĞRAF
Eylül 1997 yılında New York’a giden Gülen, Katolik âleminin önemli kardinallerinden New York Kardinali John O'Connor ile görüştü. Gülen görüşme ile ilgili olarak, “Musevi Cemaati ile çok iyi anlaşıyoruz. Bartalemous ile de görüştük. Görüşmemizden sonra Bartalemous, ABD’ye gitti anlattı sonra da Kardinal (O’Connor) ile görüşme imkânımız oldu” açıklamasında bulundu. Gülen ABD’de Musevi Cemaati ile de görüştüğünü ve ABD’deki Musevi Cemaati’nin kendisine “ABD’de açacağınız okullara destek olalım” dediğini söyler.

Eylül 1997 yılında New York’a giden Gülen, Katolik âleminin önemli kardinallerinden New York Kardinali John O'Connor ile görüştü. Gülen görüşme ile ilgili olarak, “Musevi Cemaati ile çok iyi anlaşıyoruz. Bartalemous ile de görüştük. Görüşmemizden sonra Bartalemous, ABD’ye gitti anlattı sonra da Kardinal (O’Connor) ile görüşme imkânımız oldu” açıklamasında bulundu. Gülen ABD’de Musevi Cemaati ile de görüştüğünü ve ABD’deki Musevi Cemaati’nin kendisine “ABD’de açacağınız okullara destek olalım” dediğini söyler.

Gülen, 1998'te Vatikan'ın İstanbul Temsilcisi George Maroviç'in aracılığı ile  Vatikan’a davet edildi.

Gülen, 1998'te Vatikan'ın İstanbul Temsilcisi George Maroviç'in aracılığı ile Vatikan’a davet edildi.

Gülen, Vatikan ziyaret için Maroviç'in çok uğraştığını belirtiyor. Maroviç aynı zamanda Gülen’in Vatikan’a giden ekibi içerisinde de yer aldı.

Gülen, Vatikan ziyaret için Maroviç'in çok uğraştığını belirtiyor. Maroviç aynı zamanda Gülen’in Vatikan’a giden ekibi içerisinde de yer aldı.

Vatikan ziyareti esnasında Gülen için havaalanında üst düzey bir karşılama yapıldı.

Vatikan ziyareti esnasında Gülen için havaalanında üst düzey bir karşılama yapıldı.

9 Şubat 1998’te Papa II. Jean Paul ile görüşen Gülen, burada üst düzey bir isim gibi karşılandı. Gülen söz konusu ziyareti dinlerarası diyalog için önemli bir adım olarak değerlendirir. Gülen ve ekibi Papa ile 30 dakikalık bir görüşme gerçekleştirirken, Gülen’e en yakın isimlerden olan Alaattin Kaya Papa’nın elini öptü.

9 Şubat 1998’te Papa II. Jean Paul ile görüşen Gülen, burada üst düzey bir isim gibi karşılandı. Gülen söz konusu ziyareti dinlerarası diyalog için önemli bir adım olarak değerlendirir. Gülen ve ekibi Papa ile 30 dakikalık bir görüşme gerçekleştirirken, Gülen’e en yakın isimlerden olan Alaattin Kaya Papa’nın elini öptü.

Papa’nın Gülen’i bu görüşmede ‘Gizli Kardinal’ olarak görevlendirdiği iddia edilir. Görüşmede Papa II. Jean Paul’e üç öneride bulunduğunu söyleyen Gülen, ilk olarak Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in Papa’yı Türkiye’ye davetini hatırlattığını ve Türkiye’ye davet ettiğini belirtir.

Papa’nın Gülen’i bu görüşmede ‘Gizli Kardinal’ olarak görevlendirdiği iddia edilir. Görüşmede Papa II. Jean Paul’e üç öneride bulunduğunu söyleyen Gülen, ilk olarak Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in Papa’yı Türkiye’ye davetini hatırlattığını ve Türkiye’ye davet ettiğini belirtir.

İkinci olarak Haran’da üç semavi dinin ihtiyaçlarını karşılayacak bir bağımsız üniversite kurma teklifinde bulunduğunu ve son olarak ise Kudüs ile ilgili bir teklifte bulunduğunu söyler. Gülen, Papa’ya Kudüs’ü ziyaret etmek istemesi durumunda Filistin Devlet Başkanı Arafat ve Diyanet yetkilileri ile görüşerek bunun gerçekleşmesi için çaba göstereceğini söyler.

İkinci olarak Haran’da üç semavi dinin ihtiyaçlarını karşılayacak bir bağımsız üniversite kurma teklifinde bulunduğunu ve son olarak ise Kudüs ile ilgili bir teklifte bulunduğunu söyler. Gülen, Papa’ya Kudüs’ü ziyaret etmek istemesi durumunda Filistin Devlet Başkanı Arafat ve Diyanet yetkilileri ile görüşerek bunun gerçekleşmesi için çaba göstereceğini söyler.

Vatikan ziyareti
Gülen, 1998'te Vatikan'ın İstanbul Temsilcisi George Maroviç'in aracılığı ile Vatikan’a davet edildi. Vatikan ziyareti esnasında Gülen için havaalanında üst düzey bir karşılama yapıldı. Gülen ve ekibi 9 Şubat 1998’te Papa II. Jean Paul ile 30 dakikalık bir görüşme gerçekleştirdi.

Vatikan ziyareti öncesi gerçekleşen görüşme kritik bir öneme de sahiptir. Gülen görüşme ile ilgili olarak, “Musevi Cemaati ile çok iyi anlaşıyoruz. Bartalemous ile de görüştük. Görüşmemizden sonra Bartalemous, ABD’ye gitti anlattı sonra da Kardinal (O’Connor) ile görüşme imkânımız oldu” açıklamasında bulundu. Gülen ABD’de Musevi Cemaati ile de görüştüğünü ve ABD’deki Musevi Cemaati’nin kendisine “ABD’de açacağınız okullara destek olalım” dediğini de açıkladı.

NOT: Hillary Clinton ile karşılıklı mektuplaşma
  • Fetullah Gülen, 1998 yılında NTV'de yayınlanan ve Taha Akyol ile Cengiz Çandar'ın sunduğu ‘Püf Noktası’ isimli programda dönemin ABD Başkanı Bill Clinton’ın eşi ve 2016 ABD Başkanlık seçimlerinin başkan adayı Hillary Clinton’ın kendisine mektup yazdığını söylemişti. Gülen, kendisinin de Hillary Clinton’a bir cevap mektubu yazdığını ve bir takım hediyeler gönderdiğini açıklamıştı.


FETÖ’nün derin bağlantıları
FETÖ’nün derin bağlantıları
15 Temmuz darbe girişimini gerçekleştiren FETÖ’nün derin bağlantıları.

Bu dönemde kendisine kucak açacak olan ABD’deki gruplarla kurduğu yakın ilişki sayesinde kendisini ve kurduğu paralel yapıyı diğer birçok gruptan farklı göstermeye çalışan Gülen, 1998'te Vatikan Temsilcisi George Maroviç'in aracılığı ile Roma’ya davet edildi. Gülen, Vatikan ziyaret için Maroviç'in çok uğraştığını belirtiyor. Davetin Vatikan’dan geldiğini belirten ve ‘hayır’ demenin çok büyük bir dinin temsilcisi olan Papa’ya saygısızlık olacağını söyleyen terörist elebaşı Gülen, hangi kimlikle gittiği ile ilgili eleştiri ve sorulara ise şu yanıtı vermişti: “Bir vatandaş olarak yaptım. Herkes bir şekilde gidip görüşebilir.” Gülen, Vatikan ziyareti ile ilgili olarak, “Devletin bundan haberi vardı. Dışişleri Bakanı İsmail Cem Bey, Kardinal ile görüşmemden haberdardı. Vatikan’a gitmeden önce Ecevit’in evine gittim ve Vatikan’a gideceğimi söyledim, bunu çok olumlu karşıladı” dedi. Vatikan ziyareti esnasında Gülen için havaalanında üst düzey bir karşılama yapıldı. Gülen daha sonra yaptığı bir açıklamada Ecevit’in kendisi için yaptığı görüşmeyi şöyle aktardı: "Merhum Bülent Ecevit, Papa ile görüşmek üzere Vatikan’a gittiğimiz zaman oradaki elçiye telefon etmiş, 'Bunlar benim aziz misafirlerim, orada bunlara refakat et, görüşmelerinin sağlanması için elinden geleni yap' demişti."

9 Şubat 1998’te Papa II. Jean Paul ile görüşen Gülen, burada üst düzey bir isim gibi karşılandı. Gülen söz konusu ziyareti dinlerarası diyalog için önemli bir adım olarak değerlendirir. Sözde vaiz Gülen ve ekibi Papa ile 30 dakikalık bir görüşme gerçekleştirirken, Gülen’e en yakın isimlerden olan Alaattin Kaya Papa’nın elini öptü.

Gülen’den dinlerarası diyalog projesi
OYNAT 00:05:30
Gülen’den dinlerarası diyalog projesi
Yeni Şafak
Fethullah Gülen 1998 tarihinde Papa ile yaptığı görüşmeyle bir anda gündeme oturdu. Siyasetin bütün kılcal damarlarına sızarak sağladığı bu görüşmeyi sıradan bir vatandaş olarak milleti için yaptığını iddia eden Gülen’in bu görüşmesi yeni bir ittifakın fotoğrafıydı.

“Vatikan’ın kutsal topraklarında ölmek isterdim”

Görüşmede Papa II. Jean Paul’e üç öneride bulunduğunu söyleyen Gülen, ilk olarak; Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in Papa’yı Türkiye’ye davetini hatırlattığını ikinci olarak; Haran’da üç semavi dinin ihtiyaçlarını karşılayacak bir bağımsız üniversite kurma teklifinde bulunduğunu ve son olarak ise Kudüs ile ilgili bir teklifte bulunduğunu açıklamıştı. Dİn istismarcısı Gülen, Papa’ya Kudüs’ü ziyaret etmek istemesi durumunda Filistin Devlet Başkanı Arafat ve Diyanet yetkilileri ile görüşerek bunun gerçekleşmesi için çaba göstereceğini de söylemişti. Her alanda ayrı ikiyüzlülük gösteren Gülen daha sonra yaptığı bir konuşmada ise “Vatikan’ın kutsal topraklarında ölmeyi düşledim” diyecektir. Gülen ayrıca bir mektup yazdığını ve tüm bunların hem Papa’ya hem de konsüle ulaştırıldığını da belirtiyor. Gülen’in Papa ile görüşmesi sonrası Türkiye’de büyük tartışmalar yaşanırken, Gülen’in Batı ile diyaloğu daha da gelişti. Gülen Batı dünyası ile kurduğu yakın ilişkileri 1999 yılında ABD’ye kaçtıktan sonra da sürdürdü.

Hiç şüphesiz raporlara yansıdığı üzere, Gülencilerin de en fazla yoğunlaştıkları kurum Emniyet Teşkilatı'ydı. TSK’ya alternatif bir güç olarak düşündükleri bu kurum içerisinde yapılanmaları, onlara devletin diğer kurumlarına da sızmanın yolunu açtı.

Emniyette 'F Tipi' yapılanma

Gülen taraftarları 1980'lerde kurguladıkları stratejik hedefleri doğrultusunda emniyette yapılanma faaliyetlerini başlattı ve 1986 yılına kadar önemli sayıda isim teşkilata girdi. İhanet şebekesinin baş aktörü Gülen, Altunizade’de gerçekleştirdiği toplantılarda sızmaları bizzat koordine etti. ABD’ye kaçmadan önceki birçok önemli görüşmeyi ve toplantıyı da bu merkezde gerçekleştirdi. Latif Erdoğan’a göre bu dönemde görüştüğü isimler arasında ordu mensupları ve subaylar da bulunuyordu. Altunizade’deki FEM binasının bu görüşmelere uygun şekilde dizayn edildiğini belirten Latif Erdoğan, Gülen’in görüşmek istediği isimlerle özel olarak görüştüğü bir kat inşa ettiğini (5. Kat) belirtiyor. Görüşmeye gelen isimlerin genel olarak kod isimler kullandığına dikkat çeken Latif Erdoğan, gerçek isimlerin ise sadece Gülen tarafından bilindiğini söylüyor.

Devletteki Gülen örgütü fark ediliyor

Diğer yandan birçok devlet kurumu ve bürokrat, Gülencilerin sızma faaliyetleri ile ilgili raporlar hazırladı. Ancak söz konusu raporlar her nedense ya siyasi elitler tarafından dikkate alınmadı ya da çeşitli yollardan sumen altı edildi. Bu raporlarda Gülen liderliğindeki örgüt, 1980’lerin başlarından itibaren, başta emniyet olmak üzere, ordu, yargı ve idari kademelerde örgütlenmeye başladığı açık bir şekilde

ifade ediliyordu. Raporların ana konusunu emniyete sızmalar ve örgütün hiyerarşik yapısı oluşturuyordu.


1986 yılının Aralık ayında Sabah gazetesinde yer alan manşet haber, dikkatleri bir kez daha bu yapılanmaya çekmişti. Gazete, ‘Türkiye’nin Humeyni’si’ olarak nitelendirdiği Fetullah Gülen’in, askeri lise ve harp okullarına öğrenci soktuğu ve bazı subayları elde ettiğini belirtiliyordu. Bu manşet, Gülencilerin 1980’li yıllardan itibaren TSK başta olmak üzere birçok kuruma sızma girişimlerinin başladığını da gözler önüne sermişti. Fakat gazetelerde çıkan bu tarz haberler, örgüt büyük ölçüde kendini deşifre edene kadar ciddiye alınmazken, örgütün emniyete sızma girişimleri 1990’ın başından itibaren daha sık dilendirilmeye başlandı.

FETÖ’yü deşifre eden Ünal Erkan görevden alındı

FETÖ’yü deşifre eden Ünal Erkan görevden alındı. Gülencilerin emniyet içerisinde yapılandıkları ile ilgili ilk dikkat çekici gelişme ise 1991 yılında yaşandı. Dönemin İçişleri Bakanı Mustafa Kalemli’nin Emniyet Genel Müdürü olarak atadığı Ünal Erkan, Polis Akademisiyle ilgili şikayetler aldı. 1991 yılında yapılan bir düzenleme ile Polis Akademisinin ilk ve son sınıflarına dışarıdan öğrenci alımının önü açılmıştı. Erkan'a gelen şikayete göre söz konusu düzenleme ile örgütün emniyete sızma girişimlerinin kolaylaştığı, özellikle Emniyet istihbarat, personel, muhabere birimleri ile polis okullarına atamalarda Gülencilerin ön plana çıkmaya başladığı belirtiliyordu.

Erkan yaptığı incelemeler sonucunda, Emniyet içerisinde gerçekleşen kura çekimlerinde de örgütün kendi adamlarını stratejik açıdan önemli olan birimlere kaydırdıklarını fark etti. Olayla ilgili inceleme başlatan ve geniş çaplı bir operasyon için düğmeye basan Ünal Erkan, operasyonlarını sürdürdüğü bir zaman diliminde -görev süresinin 9. ayında- görevden alınarak OHAL Valiliğine atandı. Erkan’ın görevden ayrılmasından sonra ise Gülen ile bağlantılı oldukları için görevden el çektirilenlerin tamamı tekrardan göreve geri döndü. Erkan’ın açtırdığı soruşturma dosyaları ise ortadan kayboldu.

İlk rapor: Gülenciler emniyete sızıyor

Hiç şüphesiz raporlara yansıdığı üzere, örgüt mensuplarının en fazla yoğunlaştıkları kurum Emniyet Teşkilatı'ydı. TSK’ya alternatif bir güç olarak düşündükleri bu kurum içerisinde yapılanmaları, onlara devletin diğer kurumlarına da sızmanın yolunu da açacaktı. Gülencilerin emniyet içerisindeki yapılanması ilk defa 1992 yılında Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanı Tuncer Meriç tarafından Teftiş Kurulu Başkanlığı’na gönderilen “Bazı Emniyet Mensuplarının İllegal Faaliyetleri” isimli raporda vurgulandı. Gülencilerin özellikle; Polis Kolejleri, Polis Akademisi ve Polis Okullarında faaliyet yürüttüğü belirtilen raporda, Ankara Polis Koleji öğrencilerinin yüzde 50’sinin Gülencilerle temas halinde olduğunun altı çizilmişti. “Örgütün yapılanmadaki temel stratejisine bağlı olarak, devlet dairelerinde önemli yerlere yerleşme planına, en tabandan uygulamaya koydukları” şeklindeki raporunda Meriç, Kemalettin Özdemir’in Gülen’in direktifleri doğrultusunda örgütlenmeyi sürdürdüğünü de belirtiliyordu. Hazırlanan söz konusu rapor DGM savcısına gönderilse de 6 yıl boyunca sümen altı edildi. 6 yıl sonra 163. maddenin kaldırılması ile raporda yer alan söz konusu iddialar suç olmaktan çıkarıldı. DGM Başsavcısı Talat Şalk, 1997 yılında 163. maddede yaşanan değişiklik doğrultusunda rapor hakkında takipsizlik kararı verdi.


‘Gülen devletin zirvesini hedefliyor’

Gülencilerin Emniyete sızmalarıyla ilgili en sarsıcı rapor; 16 Nisan 1999’da Cevdet Saral ve Osman Ak tarafından hazırlandı. “Fetullah Gülen ve Işık Tarikatı” isimli rapor, örgütün emniyete sızma çalışmalarını tüm çıplaklığıyla gözler önüne sererken, yeni bir dönemin de başlangıcını işaret ediyordu. Saral ve ekibi bu rapordan sonra büyük bir kumpas sonucunda tasfiye edildiler. Hazırlanan raporun giriş bölümünde örgüt mensuplarının hedefleri ve emniyete sızma girişimleri ayrıntılı bir şekilde ortaya konulmuştu.

2000 yılında hazırlanan bir raporda örgütün ‘huruç’ harekâtı adı altında devlete sızma girişimi başlattığı belirtiliyordu.

Saral hazırladığı raporda, simsar Gülen’in yazılarında sıkça askeri terminolojiyi kullandığını ve kendisine biat edenleri “süvari, er, cephe, ordu’ söylemi üzerinden tanımladığını belirtmişti. Gülen’in kitabında ‘50’li yıllardan bu yana tam 40-45 yıl geçmiştir. O dönemde, 10 yaşında olanlar şayet mevsimi geldiğinde üniversite okusalardı şimdi zirvelerde ya da zirveleri zorlayan konularda olacaklardı. 20 yaşında olanlar 60-65 yaşında olacaklardı ki bu da onların başbakanlar, reis-i cumhurlar seviyesinde en olgun dönemlerini yaşıyor olmaları demektir” dediğini belirten Saral, Gülen için “bu ifadesi ile devleti diğer önemde mevkileri ile en üst düzeyde ele geçirmeye amaçladığı anlaşılmaktadır” tespitini yapmıştı.


1999’da '15 Temmuz' uyarısı

Raporun ikinci bölümünün sonuç kısmında ise bugüne işaret eden tüyler ürpertici bilgilere yer verilmişti. Saral ve ekibinin hazırladığı raporda ‘Önlem alınmakta gecikildiği takdirde, tarih sayfaları arasında kalan Babailer isyanından Şeyh Bedrettin ve Şeyh Said’e kadar uzanan din görünümlü isyanların belki de en ciddi, en sinsi, en kapsamlı ve en tehlikelisi olabileceğine işaret etmek yanıltıcı bir tahmin olmayacaktır’ denilmişti.

Saral ve ekibin hazırladığı rapor çerçevesinde Savcı Nuh Mete Yüksel tarafından 21 Nisan 1999 yılında Gülencilerle ilgili ilk dava açıldı. Sabri Uzun ise 5 Mayıs 1999 yılında “Fetullah Gülen Grubu” konulu bir rapor hazırladı. Söz konusu raporda; İstihbarat Daire Başkanlığının 1996 yılında hazırladığı “İslam’da Mezhepler Tarikatlar ve Dini Akımlar” kitabında yer alan değerlendirmelere ve bu değerlendirmeler ışığında Temmuz 1998 yılında hazırlanan İstihbarat Bültenine yer veriliyordu. Raporda, Gülencilerin faaliyetleriyle Türkiye’deki en büyük dini “cemaat” olduğu vurgulanırken okul, medya, finans, hiyerarşik yapılanması ve destek aldıkları yerler ile ilgili bilgilere yer verilmekteydi.

Gülencilerle ilgili diğer raporlar ise Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanı Mustafa Aydın tarafından hazırlanan 12 Temmuz 1999 ve 16 Ağustos 1999 tarihli çalışmalar olarak biliniyor. Aydın, Ankara DGM Cumhuriyet Başsavcılığına gönderdiği raporlarda Gülencilerin faaliyetleri ve ‘imamları’ hakkında bilgilere

yer veriyordu. 12 Temmuz 1999 tarihli yazıda Mustafa Aydın, Fetullah Gülen’in hedeflerine ulaşabilmek için mülkiye ve adliye başta olmak üzere devlet kurumlarında teşkilatlanma için taraftarlarını teşvik ettiğini belirtmişti. Mustafa Aydın’ın 16 Ağustos 1999’da hazırladığı ikinci raporunda ise Gülencilerin ülke genelindeki faaliyetlerine yer verilmişti. Gülencilerin kurduğu istişare kurulunda ismi geçen şahıslar ise da tek tek yer yazılmıştı. Bu isimlerin arasında; Muammer İhsan Kalkavan, Latif Erdoğan, Ali Rıza Tanrısever, Orhan Özokur, Naci Tosun, Nevzat Ayvacı, Şaban Gülbahar, Mehmet Deniz Katırcı, İsmail Büyükçelebi, İlhan İşbilen, Mehmet Erdoğan Tüzün, Mehmet Çelikel ve Ahmet Ak yer alıyordu. Gülencilerin Türkiye’de birçok ilde gerçekleştirdikleri gizli faaliyetlere yer verilen rapor Ankara DGM Cumhuriyet Başsavcısı Nuh Mete Yüksel’e gönderildi.

Ekim 2000’de ise Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Dairesi Başkanı Muzaffer Erkan tarafından Ankara 11. Ceza Mahkemesi’ne “Fetullah Gülen Grubunun Ülke Geneli Faaliyetleri” başlıklı bir bilgi notu gönderildi. Bilgi notunda Gülencilerin Türkiye genelinde kurduğu yapının finansal ayağına vurgu yapılıyordu. Örgüte yakın olan şirketler, vakıflar, dershaneler ve yurtlarla ilgili geniş bilgilerin yer aldığı çalışma, DGM Cumhuriyet Başsavcılığına gönderildi. Özellikle Gülencilerin eğitime dayalı finansal yapısını ön plana çıkaran bilgi notunda şirket ve okul yöneticilerine dair bilgilere yer verilmişti.

TSK’daki Gülenciler

2000’li yılların başında hazırlanan bir diğer yazı ise 13 Ekim 2000 tarihinde Emniyet Genel Müdür Yardımcısı Ramazan Er imzası taşıyordu. DGM Cumhuriyet Başsavcılığına gönderilen yazıda Gülencilerin yurt içi ve yurt dışındaki yapılanması, kuruluşu, amaçları, stratejisi ve niteliği konusunda bilgilere yer verildi. Raporda, Gülencilerin 1980’li yılların başında ‘huruç’ harekâtı adı altında devlete sızma girişimi başlattığı belirtiliyordu. Gülen’in çizdiği strateji çerçevesinde gençlik kesiminin hedef alındığı ve bu gençlerin yapılanmaya kazandırıldıkları ifade edilirken, Gülen’in faaliyetlerini legal görünümlü kurum ve kuruluşlar üzerinden sürdürdüğü belirtilmişti. Raporda, sözde vaiz Gülen’in ‘Altın Nesil’ olarak tanımladığı bu gençler üzerinden iktidarı sağlamayı istediği vurgulanıyordu.

2005 yılında Milliyet gazetesinden Mehmet Gündem'e konuşan ve Milliyet gazetesinde yayınlanan “Fetullah Gülen ile 11 gün” başlıklı yazı dizisinde Gülen, ordu ve emniyetteki yapılanma hakkında çarpıcı açıklamalarda bulunuyor."Ordu içinde sizi sevenler var mı?" sorusuna cevap veren Gülen, “Bazı kesimler beni sevebilirler, bir şey diyemiyorum. Bir kere biri anlatmıştı. Emekli olmuş, bir yerde karşılaştık. “Ben sizin vaazlarınızı dinliyordum. Pek çok astıma ve üstüme de dinlettim” dedi.

FETÖ devlete bu kurumlardan sızdı
FETÖ devlete bu kurumlardan sızdı
Fetullah Gülen, 1970’li yılların başından itibaren kendisine yakın isimlere; ordu, yargı ve emniyet gibi önemli kurumlara girmeleri yönünde talimatlar verdi.

Yine 2005 yılında dönemin İstihbarat Daire Başkanı Sabri Uzun, ilk kez devlet içerisinde bir ekibin yapılanmaya başladığını anladığını ifade etmişti. 2009 yılında Haber Türk Gazetesi yazarı Fatih Altaylı’ya mektup gönderen Uzun, Gülencilerin devlet içerisindeki yapılanmasına işaret ederek, ‘Ergenekon’ ismi ve isimsiz mektuplarla ilgili bilgilere yer vererek, emniyet içerisinde geniş bir Gülenci kadronun varlığından söz ediyordu.

Gülen’e ilk dava ve ‘Anavatan Amerika’ya kaçış

Cevdet Saral ve Osman Ak tarafından hazırlanan 16 Nisan 1999 tarihli ‘Fetullah Gülen ve Işık Tarikatı’ isimli rapor ışığında 21 Nisan’da Gülen’e ve onun kurduğu yapıya yönelik ilk dava açıldı. Ankara DGM Savcısı Nuh Mete Yüksel tarafından açılan dava ile Gülencilerin devlet içerisindeki illegal yapılanmasının üzerine gidilmek istendi. Raporu hazırlayan Osman Ak tarafından Gülencilerin yapılanması ilk defa ‘Haşhaşilere’ benzetildi. Gülen'e dava açılması ile birlikte raporu hazırlayan ekip ve savcı Nuh Mete Yüksel’i hedef alan girişimler de hemen başladı. 16 Nisan’da raporun ortaya çıkmasından kısa süre sonra gündemi sarsacak bir ‘telekulak skandalı’ patlak verdi.

İlk dava ‘telekulak skandalı’ ve kaset kumpası ile savuşturuldu

1999 yılının Nisan ayının son günlerinde gazeteler "telekulak çetesi" haberlerinden geçilmiyordu. Bu haberlere göre, Ankara Emniyet Müdürlüğü'nün 8. katından Çankaya Köşkü, Genelkurmay, Başbakanlık, bakanlıklar, siyasi partilerin genel merkezleri, politikacılar, gazeteciler dinleniyordu. Haberlere göre "8. Kat Çetesi"nin başında Ankara Emniyet Müdürü Cevdet Saral ile istihbarattan sorumlu Müdür Yardımcısı Osman Ak bulunuyordu.

Basında çıkan haberlerden sonra Cevdet Saral, yardımcısı Osman Ak, Ankara İstihbarat Şube Müdürü Ersan Dalman ve yardımcısı Zafer Aktaş başta olmak üzere 34 personel açığa alındı. Bu isimler bir daha önemli görevlere getirilmediler. Sarar ve 38 emniyet mensubuna çeşitli disiplin cezaları verildi. Gülen’e dava açan ve emniyet yapılanmasını hedef alan DGM Savcısı Nuh Mete Yüksel de hedefteydi. Yüksel, hazırladığı ‘Fetullah Gülen Örgütü' iddianamesinde Gülencilerin stratejisini şu şekilde sıralıyordu: “Bünyesinde bulunan vakıf, okul ve dershaneleri kullanarak eğitilmiş gençlerden oluşan bir taban oluşturmak ve devletin bütün kadrolarında, bütün bürokraside, Milli Eğitim Bakanlığı ve Emniyet Teşkilatında kadrolaşmak.” Yüksel, ayrıca Gülencilerin emniyet, mülkiye ve adliyede yapılandıklarını sıradaki hedeflerinin de TSK’daki güçlerini artırmak olduğunu ifade ediyordu.


Yüksel, 2000 yılında hazırladığı iddianamede Fetullah Gülen’in terör örgütü lideri olduğunu belirtmiş ve Gülenciler için "Bu yöntem ve yapılanma ile 10 yıl içinde TSK içerisinde söz sahibi olacağı bir konuma gelmeyi planlamaktadır" tespitini yapmıştı.

Gülen 1999’da ABD’ye kaçarak buraya yerleşirken, savcı Nuh Mete Yüksel ile ilgili kasetler ortaya çıktı. Yüksel, kısa süre sonra görevden ayrıldı ve bu dava da sümen altı edildi. Terörist elebaşı Gülen, Amerika’da verdiği ifadede bütün suçlamaları reddetti. Türkiye’de ise Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi'nin Terörle Mücadele Yasası gereğince suçun oluşmadığı hükmüne varmasıyla Gülen beraat etti.

Firari Gülen bu süreçte ABD’de kalıcı oturma izni alabilmek için başvuruda bulundu. ABD’de muhtelif vize kategorilerinde yaptığı başvuruların reddedilmesinden sonra, Kasım 2006'da “I-140” olarak adlandırılan kalıcı çalışma “yabancı işçi/çalışan” vizesi için başvuru yaptı. Bu başvuruda bulunabilmek için olağanüstü başarılı bir profesör ya da araştırmacı kimliği taşımak ya da kalifiye işçi olmak gerekiyordu. Amerikan İç Güvenlik Bakanlığı, Gülen’in bu başvurusunu 19 Kasım 2007’de reddetti. 4 Haziran 2008 tarihinde ise oturma izni alabilmek için 30 farklı referans mektubunu dayanak olarak mahkemeye sunduğu yeni bir başvuru yaptı. Referans mektubu yazan kişiler arasında CIA yetkililerinin yanı sıra Amerikalı akademisyenler ve dinler arası diyaloğun önemli savunucuları yer alıyordu.

Bunlardan en dikkat çekenleri ise CIA Merkezi İstihbarat Analiz Direktörü George Fides, CIA yetkilisi ve ABD İstihbarat Konseyi üyesi Graham Fuller ve bir dönem Ankara’da görev yapmış olan Büyükelçi ve Gülen’i yakından tanıyan isimlerden Morton Abramowitz’ti. Amerikalı eski CIA yetkilileri ve akademisyenler yazdıkları referans mektuplarında Gülen okullarını ve Gülen’in dinler arası diyalog alanındaki çalışmalarını övdüler. Gülenin avukatı da dava sürecinde, müvekkilinin oturma izni almasının “ABD’nin yararına olacağı” tezini işledi. Sonuçta, Temyiz Mahkemesi, 16 Temmuz 2008’de, İç Güvenlik Bakanlığı'nın itirazlarını reddetti ve “siyaset ve din bilimcisi sıfatıyla oturma iznine hakkı vardır” diyerek elebaşı Gülen’e kalıcı vize verilmesinin yolunu açtı.

Huruç Harekatı: Devleti ele geçirme hayali ve Gülen

2000’li yıllara gelindiğinde Gülenciler devlet içerisinde güçlü bir kadro kurmuştu. Gülen, 1960’larda kurduğu hayali 1970’lerin sonundan itibaren gerçekleştirmeye başlamış ve 2000’lerde bu kadrolar görünür hale gelmeye başlamıştı. Ordu, mülkiye-hukuk, emniyet, eğitim kurumları, iş dünyası ve sivil toplum kuruluşları gibi stratejik alanlarda kadrolaşma sağlanmıştı.

11 Eylül saldırılarının yaşandığı, radikal İslam tartışmalarının ve İslamofobianın zirve yaptığı bir süreçte din istismarcısı Gülen, verdiği diyalog mesajlarıyla daha da önem kazanarak büyük bir hoşgörüye sahip olan ‘ılımlı vaiz’ kimliğine kavuştu.

Eğitimli bir nesil üzerine inşa edilen bu yol haritasında Gülen büyük bir başarı elde etti. Kurduğu güçlü yapılanmaya, Gülen’in kontrolünde bulunan medya ve finansal kaynaklar da eklendiğinde 2000’li yıllar Gülen’i varmak istediği hedefe yakınlaştırdı. Tüm bunlara rağmen, Gülen mutlak gücü elinde bulunduramamıştı henüz. Gülen Türkiye’den çok uzakta ABD’de olsa da hem içeride hem de uluslararası alanda yükselişini sürdürdü. Gülen açtığı okul, dernek ve vakıflar sayesinde yurt dışındaki etki alanını da artırdı. Artık Gülen’in dinler arası diyalog ve barış ile ilgili mesajları birçok noktaya ulaşıyordu. Gülen, bu dönemde 'ılımlı bir isim olmasına rağmen ülkesini baskıya uğradığı için terk etmek zorunda kalan ve zulme uğramış bir vaiz' imajına büründü. Gülen’in bu imajı hem taraftarlarını hem de uluslararası alanda kendisini takip edenleri etkiledi.

11 Eylül saldırılarının yaşandığı, radikal İslam tartışmalarının ve İslamofobianın zirve yaptığı bir süreçte Gülen, verdiği diyalog mesajlarıyla daha da önem kazanarak büyük bir hoşgörüye sahip olan ‘ılımlı vaiz’ kimliğine kavuştu. Artık Gülen, İzmir Kestanepazarı’nda başladığı yolculuğuna, ‘uğradığı zulüm’ sonrası ‘gönülsüz bir şekilde’ gittiği Pensilvanya’da Batı’nın da en çok duymak istediği ılımlı İslam mesajları veriyordu. Fikirleri Batılı ülkelerde taktir edilmeye başlanan Gülen, Batıya verdiği mesajlarda, kendisini İslam toplumunun bir temsilcisi ve 'uyumlu bir ortak' olarak sunmaya başladı. Bu durum, Gülen'in ve Gülen okullarının uluslararası alanda daha fazla ön plana çıkmasını sağladı.

Türkçe Olimpiyatları

Türkiye ve dünyada FETÖ
Türkiye ve dünyada FETÖ
Dünyada 170 ülkede etkin olan FETÖ’nün 100 farklı ülkedeki yapılanmasını kapsayan veriler, tespit edilebilen okul, dernek, vakıf, finansal kaynaklar ve medya gibi kuruluşların sayısını vermektedir. Tespit edilebilen FETÖ kuruluşlarının toplam sayısı 1470 tanedir.

Gülencilerin son dönemde en önemli propaganda faaliyetleri arasında yer alan organizasyonlardan biri de 2003’ten beri düzenlenen Türkçe Olimpiyatları oldu.Örgütün açtığı okullar ve diğer kurumlarda eğitim alan yabancı öğrenciler üzerinden dünyaya sözde hoşgörü ve diyalog mesajı verdiği bu olimpiyatlar, önemli bir propaganda aracına dönüştü. Türkiye’de ilk kez 2003’te 17 ülkeden katılım ile gerçekleştirilen olimpiyatların en sonuncusu ise 2013’te düzenlendi. Olimpiyatlar çerçevesinde Türkiye’ye getirilen öğrenciler Türkçe şarkı ve şiir okuyor, halk oyunları gösterisi yapıyordu. Bu çerçevede yurt dışında bulunan Gülen okullarında Türkçe eğitim verildiği ve Türkçenin öğretildiği katılımcılara gösteriliyordu.


Olimpiyatların örgüt için en önemli anlamı faaliyetlerini tanıtma imkanı sunmasıydı. Böylece hem Türkiye’de hem de yurt dışında “şarkılar ve şiirler” üzerinden evrensel mesajlar veriliyor ve bunun üzerinden uluslararası alanda güçlü bir destek sağlanıyordu. Olimpiyatların bir diğer ayırt edici noktası ise, Türkiye’ye getirilen öğrenciler üzerinden siyaset, iş dünyası, spor, medya, STK, ünlüler dünyası ve daha birçok grupla iletişime geçme imkanı elde etmeleriydi. Örgüt olimpiyatlar üzerinden özellikle siyaset, iş dünyası ve bürokrasi ile yakın temas kurarak onlardan büyük destek aldı. Birçok siyasetçi ve bürokrat söz konusu olimpiyatlara katılarak örgüt mensuplarının faaliyetlerine tanıklık etti.


Yine Gülenciler, yurt dışından getirdikleri öğrencileri birçok şehirde gezdirerek özellikle iş dünyasından önemli isimlerle buluşturdu. Böylece hem Türkiye’deki hem de yurt dışındaki okul ve diğer kuruluşları için daha fazla finansal destek sağladı. Medya üzerinden haftalarca süren propaganda ve tanıtım çalışmaları sayesinde daha fazla insan kaynağına ulaşma ve destek sağlama imkânına kavuştu. Sanat, medya ve spor dünyasından isimlerin jüri olarak bulunduğu olimpiyatlarda firari Gülen’in öğretilerine ve mesajlarına özellikle yer veriliyor ve Gülen'e saygı ve sevgi gösterilerinde bulunuluyordu. Böylece programa katılan ünlü isimler üzerinden de Gülen okullarının ve faaliyetlerinin propagandası gerçekleştiriliyordu. 2013 yılına kadar Türkiye’de gerçekleştirilen bu olimpiyatlar, 2014’ten itibaren yurt dışında Almanya ve ABD gibi ülkelerde Uluslararası Dil ve Kültür Festivali adı altında sürdürülüyor.

AK Parti Dönemi: Vesayet ile mücadele ve laiklik tartışmaları

2000’li yılların başında Türkiye’de sosyo-ekonomik sorunlar ekseninde büyük bir kriz yaşandı. Koalisyon hükümetinin başarısız politikaları ülkeyi büyük bir sorunlar kümesine hapsetti. Kasım 2002’de gerçekleşen genel seçimleri kazanarak iktidara gelen AK Parti halktan büyük destek gördü. Milli Görüş geleneğinden gelen Recep Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül, Bülent Arınç ve arkadaşları yeni bir dönem başlattı. AK Parti iktidara geldikten sonra izlediği politikalarla Türkiye’nin içinde bulunduğu sorunların aşılması için güçlü bir revizyon ve reform sürecini başlattı. Türkiye kısa süre içerisinde toparlanma sürecine girerken, dış politikada da AB ile yakınlaşma süreci yaşandı. Türkiye, AB’ne üyelik müzakerelerinin başlaması yolunda içeride önemli reformlar gerçekleştirdi. Böylece Erdoğan liderliğindeki AK Parti, Türkiye’de yaşanan ekonomik krizin ortaya çıkardığı hasarı ortadan kaldırma yolunda önemli adımlar attı.

Ancak, Türkiye’de siyasal alanda yaşanan gerilimler, 28 Şubat’ın etkisinin devam ediyor olması, irtica tartışmaları, ordu ve yargının kurduğu vesayet ve laiklik tartışması Türkiye’yi kısır tartışmaların içerisine çekiyordu. 2002 seçimleri öncesi Erdoğan’a siyaset yasağı getirilirken, lideri olduğu partiye de seçimlere 10 gün kala Yargıtay Başsavcısı Sabih Kanadoğlu tarafından ‘Siyasi Partiler Yasası’nı ihlal ettiği gerekçesiyle kapatılması istemiyle dava açıldı. 2002 seçimlerini kazanan AK Parti’nin Milli Görüş geleneğinden geliyor olması ve muhafazakâr oluşu –ki AK Parti kendisini muhafazakâr demokrat olarak tanımlıyordu- Türkiye’de laik kesimi rahatsız ediyordu. Yargı ve asker kendisini laikliğin koruyucusu olarak atfederken, kimin laik kimin laiklik karşıtı ya da öteki olduğuna karar veren merci olarak da kendisini görüyordu. Bu durum da siyaset kurumu üzerinde doğrudan bir vesayetin kurulmasına neden oldu. Medyanın da bu süreçte vesayetçi kesime eklemlenmesi ile birlikte laiklik tartışması ekseninde iki farklı blok ortaya çıktı: Laikliğe aykırı eylemlerle suçlanan ve sürekli

eleştiriye tabii tutulan iktidar partisi ile laikliği kırmızı çizgisi olarak gören vesayetçi kesimler. İki blok arasında yaşanan tartışmalar 2002 sonrası dönemde yeni kriz alanlarının oluşmasına neden oldu.

AK Parti, hem iç politikada hem de dış politikada önemli bir değişime gitti. İçeride reformlar gerçekleştirirken, dışarıda da çok yönlü bir politika izlemeyi hedef olarak belirledi. Bu dönemde AB üyeliği için başlayan müzakereler de bu iç ve dış politika söylemini etkiledi. Bu durum beraberinde içerideki vesayet odaklarıyla mücadelede yeni bir alan açtı. Demokratikleşme yönünde atılan adımlar ve gerçekleştirilen reformlar vesayet kurumları karşısında önemli bir dönüşümü sağladı. AB ile üyelik müzakerelerinin başlamasının da etkisi ile iktidar, içeride sivil-asker ilişkileri, yargının durumu, basın özgürlüğü alanlarında reformlar gerçekleştirmeye çalıştı. Ancak bu süreçte ordu-yargı ve medyanın tavrı Türkiye’deki tartışmayı daha da alevlendirdi. Gülenciler bu süreçte iktidar ile Kemalist-laik blok arasında yaşanan laiklik tartışmalarını yeni bir fırsat olarak değerlendirdi. İktidar partisinin laik kesime karşı duyduğu güvensizlik de eklenince, örgütün harekât alanı daha da genişledi. Gülenciler, devletteki mevcut kadrolaşmasını daha da artırmaya başladı.

AK Parti bu dönemde ordu-yargı ve medyanın kurduğu vesayeti kırmaya çalıştı. AB ile yakınlaşma, Türkiye’de gerçekleşen reformlara AB desteğini sağladı. Böylece iktidar partisi vesayet ile mücadele için dışarıdan güçlü bir destek sağladı. Yargı reformu ve sivil-iktidar ilişkilerinin yeniden düzenlenmesini öngören reform çalışmaları gerçekleştirildi. Gülencilerin devlet ve bürokrasi içerisindeki kadroları bu mücadeleyi ve reform hareketini yeni bir imkân olarak kullandı. Özellikle 2007 yılına gelindiğinde iktidara yönelen yeni tehdit unsurları, 27 Nisan e-muhtırası, Cumhuriyet mitingleri gibi gelişmeler içeride yeni sıkıntıların ortaya çıkmasına neden oldu. Bu durum da iki kesimi yakınlaştırdı.

İki büyük cinayet

Türkiye’de laiklik tartışmalarının gündemde olduğu dönemde sarsıcı bir cinayet işlendi. 17 Mayıs 2006 tarihinde Danıştay 2. dairesine avukat kimliği ile giren Alparslan Arslan, Danıştay İkinci Daire üyesi Mustafa Yücel Özbilgin’i öldürdü, aralarında daire başkanı Mustafa Birden'in de yer aldığı dört üyeyi ise yaraladı. Saldırı sonrası olay yerinden kaçan saldırganın “Allah’ın askeriyim. Allahü Ekber” dediği iddia edildi. Danıştay cinayeti ve saldırganın söylediği iddia edilen sözler gerilimi daha da artırdı. Saldırıya dini bir görüntü verilmek istenmişti.

Tarihler 19 Ocak 2007’yi gösterdiğinde ise Agos gazetesinin genel yayın yönetmeni Hrant Dink öldürüldü. Ogün Samast tarafından işlenen cinayetin ortaya çıkardığı ilk görüntü ise saldırının milliyetçi bir motif içerisinde işlendiğiydi. Samsun’da yakalanan Samast’ın o dönem ortaya çıkan fotoğrafları da olaya milliyetçi bir saldırı görüntüsü veriyordu. Olayla ilgili başlatılan soruşturmada ise çok fazla ileri gidilemedi ve Ogün Samast’ın bağlantıları Erhan Tuncel’den öteye geçemedi. Saldırgan yakalanmış ancak saldırının kimler tarafından planlandığı bir sır perdesi olarak kalmıştı. Danıştay cinayeti ve Hrant Dink suikastının nedenleri ve arkasında olan güçler araştırılırken, derin devlet tartışmaları da gün yüzüne çıkıyordu.

Cumhuriyet Mitingleri ve 27 Nisan e-muhtırası

Bu süreci önemli kılan bir diğer gelişme ise 2007 Cumhurbaşkanlığı seçimleriydi. Seçimler öncesinde Türkiye’de laiklik tartışmaları gittikçe alevlendi. Bu ortamda siyaset gittikçe kutuplaştı ve iktidarın tehdit algılaması arttı. Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesi AK Parti’nin Cumhurbaşkanı adayının kim olacağı ile ilgili tartışmalar sürerken, Nisan ve Mayıs aylarında Başbakan Erdoğan'ın veya diğer AK Partili isimlerin olası adaylığına karşı Cumhuriyet Mitingleri düzenledi. Düzenlenen mitinglere katılanlar “Ordu göreve!” çağrısı yaparak ordudan adeta darbe yapmasını istedi.

Bu süreçte CHP meclisin yeni Cumhurbaşkanı’nı seçemeyeceği iddiasında bulunarak erken seçim talebinde bulunurken, Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt Cumhurbaşkanlığı seçimiyle ilgili olarak "Cumhuriyetin temel değerlerine, devletin üniter yapısına, laik demokratik devlete sözde değil özde bağlı bir cumhurbaşkanının seçileceğini umut ediyorum" açıklamasını yaptı. Söz konusu açıklama iktidar partisi için açık bir tehditti. Tartışmaların merkezinde yer alan konu ise, Cumhurbaşkanının eşinin başörtülü olamayacağı iddiasıydı. Cumhuriyet Mitinglerinin devam ettiği Nisan ayında laikliği savunmak adı altında bazı gruplar sokaklara döküldü. 27 Nisan tarihinde ise tehdit dozu daha da arttı. Genelkurmay Başkanlığı’nın resmi internet sitesi üzerinden yapılan açıklamada cumhurbaşkanlığı adaylık süreci öncesi yaşanan bazı gelişmeler tehdit olarak sıralanıyor ve bunun rejime meydan okuma olarak değerlendirilmesi gerektiği belirtiliyordu. Bildiride TSK'nın yasalar ile kendine düşen görev ve yetkileri kullanmaktan çekinmeyeceği dile getiriliyordu.

İktidarın bildiriye tepkisi sert olurken, Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’e, Başbakana bağlı olduğu hatırlatıldı. Bildiriden kısa bir süre sonra AK Parti’nin cumhurbaşkanı adayının Abdullah Gül olduğu açıklandı. 27 Nisan 2007 tarihinde yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimi 1. turunda toplantı yeter sayısı olan 367 sayısına ulaşılamadığı gerekçesiyle CHP tarafından Anayasa Mahkemesine yapılan itiraz başvurusu 1 Mayıs 2007 tarihinde haklı bulunarak Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin 1. turu iptal edildi. Bu gelişmeler üzerine Başbakan Recep Tayyip Erdoğan erken seçime gidileceğini açıkladı. 22 Temmuz 2007 yılında erken seçimlere gidildi ve AK Parti yüzde 46 oy aldı. AK Parti’nin ordu ve laik kesimlerden yükselen tepki ve tehditleri erken seçimler sonucunda bertaraf etmesiyle birlikte, 29 Ağustos’ta cumhurbaşkanlığı seçimi yapıldı. Abdullah Gül, Meclis’te gerçekleşen oylama sonrasında 11. Cumhurbaşkanı olarak seçildi. Böylece laiklik ve başörtüsü tartışmaları ve muhtıra tehditleriyle gerilen ortam ve oluşan vesayet aşılmış oldu.

“411 el kaosa kalktı”

Bu dönemde AK Parti’nin amacı sivil-asker ilişkilerini yeniden düzenlemek ve demokratik bir zemine oturtmaktı. Bunun için çeşitli reformlar yapmak isteyen AK Parti, böylece askerin siyaset üzerindeki etkisini ortadan kaldırmak istedi. AK Parti ülkede normalleşme adımları atarken birçok sorunla karşılaştı. Reform çalışmaları kapsamında başörtüsünün üniversitelerde serbest hale getirilmesi için adım atıldı. Laiklik ve başörtüsü tartışmalarının zirvede olduğu bu dönemde CHP karara sert tepki gösterirken, AK Parti ve MHP’nin oylarıyla Anayasa paketi meclisten geçti. Meclisin başörtüsü kararından sonra Hürriyet gazetesi “411 el kaosa kalktı” manşetini atarak, türbanın kutuplaşmaya ve nifaka sebep olduğunu iddia etti.

Öz’ün darbe planlaması ile ilgili başlattığı soruşturma ile ilgili bilgi ve belgelere Gülen medyasında geniş yer verildi.

AK Parti’nin başörtüsü kararına laik kesimden yükselen bu itirazdan kısa bir süre sonra Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya, AK Parti'nin "laikliğe aykırı fiillerin odağı haline geldiği" suçlamasıyla kapatılmasını istedi. Yalçınkaya başta dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan olmak üzere, dönemin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül dahil 71 kişinin 5 yıl süre ile siyasetten uzaklaştırılmasını istedi. 14 Mart 2008 yılında Anayasa Mahkemesi'ne sunulan iddianame ile ilgili karar 30 Temmuz’da açıklandı. Karara göre AK Parti kapanmayacak, ancak partinin hazineden aldığı yardımlarda belli bir oranda kesintiye gidilecekti.

Laikliğe aykırı eylemlerinin olduğu iddiasıyla iktidarın muhtıralarla tehdit edildiği, ordunun göreve çağrıldığı ve AK Parti’ye kapatılma davalarının açıldığı süreçte Gülenciler, bildik duruşlarını ortaya koyarak; başörtüsü ve laiklik tartışmalarında taraf olmaktan kaçındı. AK Parti’ye açılan kapatma davası ile ilgili Zaman gazetesi o dönem “AK Parti’ye sürpriz dava” manşetini atarken, suya sabuna dokunmayan bir politika izledi. Zaman gazetesi sadece AB ve ABD’nin dava ile ilgili tepkisine göndermede bulundu ve laiklik tartışmasının dışında kaldığı mesajını verdi. AK Parti’nin sivil-asker ilişkilerinin demokratik bir zemine taşınması ve yargının reform edilmesi çalışmalarına ise Gülenciler kendi çıkarları çerçevesinde destek sundu. İktidar, vesayeti kırarak demokratik bir zemin üzerine kurulu yeni bir yapı kurmaya çalışırken, Gülenciler bu reformlardan yararlanmaya çabaladılar. 1990’lı yıllardan itibaren başta emniyet ve yargı olmak üzere birçok devlet kurumunda Kemalist kadroya karşı alternatif bir kadrolaşma kuran örgüt bu süreçte elindeki kadroyu daha fazla derinleştirme ve genişletme imkânı buldu ve 2008’den sonra önemli bir atılım gerçekleştirdi.

Davayı yürüten savcılar ve örgüt, Ergenekon davasını karşılarında yer alan gruplarla bir hesaplaşma aracına dönüştürdü.

Sahne Gülencilerin: Ergenekon-Balyoz-KCK

Türkiye’de kendisini Cumhuriyetin koruyucusu olarak gören ordu 1960’tan itibaren ‘laiklik, rejim, iç sorunlar ve irtica’ gibi argümanları dayanak göstererek seçimlerle gelmiş iktidarları devirdi. Ordu uzun yıllar boyunca sözde 'bozulmuş olan düzeni yeniden tesis etmeyi’ bir hak olarak gördü. 28 Şubat'ta da post-modern bir darbe ile iktidarı deviren ordu, 2002 sonrası dönemde de yaşanan iç tartışmalarda ön plana çıktı.

İçeride yaşanan tartışmalar, Cumhuriyet mitingleri, Cumhurbaşkanlığı seçimleri, parti kapatma süreci ve diğer krizler devam ederken bir de demokrasiye ve iktidara karşı yönelen darbe tehditleri hızlı bir şekilde arttı. AK Parti iktidarının ilk döneminde Başbakanlık Müsteşarlığı yapan Ömer Dinçer, “O dönemlerde bizler her hafta şurada toplantı var, ihtilal hazırlığı yapılıyor bilgisi veya tehdidi ile yaşadık” diyerek bu tehdidi anlatıyor. Dinçer’e göre 2004, 2007-2008 tarihlerinde darbe olacağı ile ilgili ciddi deliller mevcuttu. Bu dönemde Ergenekon soruşturmaları ile ortaya çıkan deliller de bunu doğruluyordu. Bu delillerin en önemlisi hiç şüphesiz Ergenekon soruşturması çerçevesinde ortaya çıkan Sarıkız,

Ayışığı ve Yakamoz kod adlı darbe planlarıydı. Özden Örnek’in günlüklerinde ortaya çıkan bu planlar Ergenekon yapılanmasını da ortaya koyuyordu. Çoğunluğunu emekli askerlerin oluşturduğu Ergenekon, 2003-2004, 2007 ve 2008 yıllarında hazırladığı darbe planları ile iktidarı devirme planları yaptı. MİT’in bu konuda hazırladığı raporlarda bu iddiayı doğruluyordu. Aralarında Özden Örnek, Muzaffer Tekin, Veli Küçük, Hurşit Tolon, Şener Eruygur’un da bulunduğu kişiler Ergenekon’un önemli isimleri olarak ön plana çıkıyordu.

2007 Haziran ayında Ümraniye’de silahların bulunmasının ardından başlayan operasyonlar sonrası birçok isim gözaltına alındı. Operasyonlarda Ergenekon ile ilgili bilgi ve belgelerde ele geçirildi. Operasyonlar 2009 yılına kadar devam etti. Ergenekon’un devlet içerisinde örgütlenen gizli bir örgütlenmenin ismi olduğu ve amaçlarının iktidarı devirmek olduğu belirtiliyordu. Bu çerçevede Ergenekon’un Danıştay cinayeti, Zirve Yayınevi Katliamı gibi bir takım saldırıları planladığı iddiasıyla 2008 yılında dava açıldı.

FETÖ’nün yargı gücü devrede

Özellikle ‘darbe günlükleri’ ile ortaya çıkan detaylar söz konusu örgütün amaçlarını ve hedeflerini ortaya koyuyordu. İktidarı devirme planlarına karşılık AK Parti, bu dönemde bir yandan demokrasiye ve iktidara yönelen bu tehditlerle mücadele ederken, diğer yandan da mevcut sistem içerisinde var olan vesayeti kırmaya çalıştı. Seçilmiş bir iktidar için bu mücadelenin yapılmasının en önemli kurumlardan birisi yargıydı. AK Parti iktidarı da söz konusu deliller ışığında darbe iddialarının araştırılması için yargı sürecinin başlatılmasını bekledi. 25 Temmuz 2008’te Zekeriya Öz, Mehmet Ali Pekgüzel ve Nihat Taşkın tarafından hazırlanan iddianamelerin kabul edilmesi ile birlikte Ergenekon davaları başladı.

Özel Yetkili Mahkemelerde görülen dava ile ilgili soruşturmayı sürdüren Zekeriya Öz ve diğer isimler zamanla bu davayı daha da genişletti. Davada iddia edilen darbe iddialarıyla ilgili yeni isimler gözaltına alındı. Bu süreçte Öz’ün darbe planlaması ile ilgili başlattığı soruşturma ile ilgili bilgi ve belgelere Gülen medyasında geniş yer verildi. Aksiyon ve Nokta dergileri ile Zaman gazetesinin yanı sıra Samanyolu TV ve Taraf gazetesi bu belgeleri gündeme getiren Gülenci medya kuruluşları olarak ön plana çıktı.

Ergenekon Davaları zaman içerisinde genişletildi ve çok sayıda isim dava şüphelisi olarak gözaltına alındı ve tutuklandı. Bu süreçte iktidar Ergenekon Davası kapsamında yapılan operasyonlara destek verirken, devlet içerisinde yapılanan bu illegal örgütlenmenin ortaya çıkarılmasını hedefledi. Fakat davayı yürüten savcılar ve Fetullahçı örgüt Ergenekon davasını karşılarında yer alan gruplarla bir hesaplaşma aracına dönüştürdü. Ergenekon davasında ismi geçen isimlerin yanı sıra orduda görev yapan birçok isimde bu örgütle bağdaştırılarak tasfiye edildi. Böylece TSK içerisinde yer alan bazı FETÖ’cü askerlerin önü açıldı.

Emniyet-yargı işbirliği çerçevesinde operasyonel alınanı genişleten Gülenciler, 2010’dan sonra kendilerinden olmayan veya bir şekilde karşılarında bulunan kesimlerle hesaplaşma yoluna gitti.

Ergenekon Davasının sürdüğü dönemde bir diğer önemli operasyon ise KCK’ya yönelik yapıldı. 14 Nisan 2009’da başlatılan KCK operasyonları kapsamında terör örgütü PKK’ya yakın birçok isim gözaltına alındı. Operasyonlar çerçevesinde 562 kişi gözaltına alınırken, 403 kişi tutuklandı. Terör örgütü PKK’nın elebaşı Abdullah Öcalan’ın talimatı ile kurulan KCK yapılanmasıyla ilgili soruşturmada gözaltına alınan isimler arasında belediye başkanları, siyasetçiler ve doğrudan PKK ile bağlantılı isimler yer alıyordu. KCK operasyonlarının yapıldığı tarihi önemli kılan ise Kürt sorunun çözümü, terör örgütü PKK’nın silahları bırakması için MİT’in devreye girmesi ve PKK’nın Avrupa sorumlusu Sabri Ok ile görüşmelerle aynı döneme denk gelmesiydi. Gülen medyası bu dönemde Ergenekon ve KCK davalarını sürekli gündemde tutup, birçok kesimi de hedef göstermeye devam etti. Ergenekon’da ismi geçen isimlerin yanı sıra bu dönemde internet sitelerinde ve gazetelerde farklı isimlere de yer verilmeye devam edildi. İsimsiz ihbar mektupları, dosyalar ve CD’ler ile yeni deliller üretildi ve savcılar göreve çağrıldı. Gazete haberlerinde ve manşetlerde bu konularla ilgili olarak TSK’da görevli olarak bulunan generaller ve subaylar darbe planlamasına destek sağlamakla suçlandı ve hedef gösterildi.

Taraf: Balyoz darbe planı

2007 tarihinden itibaren askeri belgeleri yayınlamasıyla gündeme gelen Taraf gazetesi bu dönemde yeni bir darbe dosyası ile sahneydi. 20 Ocak 2010 tarihli Taraf gazetesinin haberinde ‘Balyoz darbe planı’ isminde yeni bir darbe planı olduğu iddia ediliyordu. “1. Ordu Komutanı Çetin Doğan cuntasının 2003 yılındaki darbe planlarını Taraf ele geçirdi” denilerek verilen haber “Fatih Camii Bombalanacaktı” manşeti ile veriliyordu. Haberde “2003 tarihli Çarşaf ve Sakal kodlu eylem planlarına göre, darbe ortamı yaratmak amacıyla Fatih ve Beyazıt camilerinde Cuma günü bombalı saldırı düzenlenecekti” denildi.

Mehmet Baransu, Yıldıray Oğur ve Yasemin Çongar imzasıyla çıkan haberde ‘Balyoz Harekat Planı’na dair detaylara yer veriliyordu. Bu dosya Balyoz davasının zeminini hazırladı. Mehmet Baransu elinde bulunan belgeleri bir bavula koyarak savcılığa teslim etti. Balyoz davasının ortaya çıkmasında büyük rol oynayan Taraf gazetesi, böylece Ergenekon davasının gidişatını da etkileyecek olan Balyoz davasının başlamasında büyük rol oynadı. Bu dönemde elindeki belgeleri bavula koyarak resimlerini medyada paylaşan Baransu, söz konusu belgeleri nereden aldığını açıklamadı. Daha sonraki dönemde eski eşi Baransu’nun söz konusu belgeleri Gülen’in adamları arasında bulunan Tuncay Opçin’den aldığını söyledi. Tuncay Opçin bu açıklamadan sonra Amerika’ya kaçtı. Balyoz hükümlüsü komutanlar ise Baransu’nun söz konusu belgeleri Kozmik Oda'yı aratan Askeri Savcı Bülent Münger’den aldığını iddia etti.

Baransu, Taraf gazetesinde yayınladığı haberden sonra elindeki belgeleri 30 Ocak 2010’da savcılığa teslim etti ve Balyoz davası başladı. Dosya için Mehmet Berk, Bilal Bayraktar ve Ali Haydar isimli savcılar görevlendirildi. Dava, 19 Haziran 2010'da İstanbul 10. Ağır Ceza Mahkemesinde başladı. Mahkeme 21 Eylül 2012'de Çetin Doğan, Özden Örnek ve İbrahim Fırtına'nın da aralarında bulunduğu 365 sanıktan 325'ini "Türkiye Cumhuriyeti icra vekilleri heyetini, cebren ıskat veya vazife görmekten cebren men etmek" suçundan ağırlaştırılmış müebbet hapse mahkûm etti. Anayasa Mahkemesi’nin 2014 yılında Balyoz davasında hak ihlali olduğuna karar vermesinden sonra dava yeniden görüldü.

Kozmik Oda: Devlet sırları ele geçirildi

21 Aralık 2009’da Ankara Çukurambar’da yapılan bir operasyonda iki isim gözaltına alındı. Gözaltına alınan kişilerin asker olduğu ve üzerlerinden çıkan notta dönemin Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın evinin krokisi olduğu ve askerlerin yakalandıktan sonra bu notu yutmaya çalıştığı iddia edildi. Bu olaydan sonra Bülent Arınç’a suikast yapılacağı bilgisi medyada yer aldı. Telefon ile yapıldığı belirtilen bir ihbarın ardından konuyu soruşturan savcı Mustafa Bilgili, Genelkurmay Ankara Seferberlik Bölge Başkanlığı 11 ve 16 nolu odalarda arama yapmak istedi.

26 Aralık’ta Hakim Kadir Kayan, Genelkurmay Ankara Seferberlik Bölge Başkanlığı’nda arama yapmaya başladı. 20 Ocak 2010’a kadar devam eden aramalar çerçevesinde devlete ait imajlarla birlikte birçok gizli belgenin özeti ve fotokopisi alındı. Kozmik Oda olarak bilinen bu odalarda muhafaza edilen bilgi, belge ve arşiv kayıtları devlet sırrı niteliğindeydi. Burada hakim Kadir Kayan tarafından 1.5 TB boyutundaki pek çok gizli belgeye el konuldu. 20 gün süren arama sonucunda 1970’ten beri var olan bilgileri içeren CD, dosya ve hard disklerden oluşan “gizli belgeler” dışarı çıkarıldı. Bu belgeler 2 yıl boyunca savcılıkta bekletildikten sonra, mahkeme kararı ile çözümlenmesi için TÜBİTAK’a gönderildi. Burada çözümlenen belgelerin ve imajlar 3 yıl süreyle saklandıktan sonra 16 Mart 2013’te Ankara Adalet Binasında hazırlanan yere konulmak üzere, Cumhuriyet Savcısı’na teslim edildi. Bu süreçte söz konusu bilgi ve belgelerin nerelere gönderildiği belli olmazken, suikast planı ile ilgili soruşturmada söz konusu kanıtların sahte olduğu ortaya çıktı. Soruşturma kapsamında tutuklanan 8 asker serbest bırakıldı.

İktidar meşru yollardan vesayet kurumları ile mücadele etmeyi amaçlarken, yargı ve emniyet içerisinde bulunan kesimler yıkılan vesayetin yerine kendi vesayet rejimlerini entegre etmeye başladı. TSK içerisinde bulunan subayların da desteği ile birçok isim Ergenekon ve Balyoz davaları ile ordudan atıldı ve boşalan mevkilere yeni isimler geldi. Bu durum paralel yapının daha da güçlenmesine neden oldu.

Gülen'in operasyon birimi: Yargı ve 2010 Anayasa referandumu

Ergenekon, KCK ve Balyoz davaları bu dönemde yaşanan tartışmalara ivme kazandırdı. Tam da bu süreçte AK Parti 1982 Anayasasında bazı değişiklikler yapmaya karar verdi. Hazırlanan 26 maddelik mini Anayasa paketinde birçok değişiklik hedeflendi. Anayasa paketi ile Anayasa Mahkemesi ve HSYK yeniden yapılandırılırken, askere sivil mahkeme yolunu açan düzenlemeden Yüksek Askeri Şura (YAŞ) kararlarının yargıya açılmasına kadar birçok alanda köklü değişikliklerin yapılacağı bir paket hazırlandı. Muhalefet bu süreçte pakete karşı çıkarken, iktidar partisi söz konusu Anayasa değişikliğinin Meclis’ten geçmesinden sonra 12 Eylül’de referanduma götürdü.

12 Eylül 2010 referandumu öncesi yapılan çağrılarda birçok kesim “Yetmez ama Evet” sloganına destek verirken, muhalefet ise karşı çıktı. Özellikle yargı ile ilgili bölümlerde yapılması öngörülen köklü değişiklikler, yargının bağımsızlığı noktasında olumlu karşılandı. HSYK yapısında yapılması planlanan değişiklik ile HSYK üyeleri hâkim ve savcılar tarafından seçilebilecekti. Anayasa referandumu AB tarafından da önemli bir değişiklik olarak kabul edildi. 12 Eylül’de gerçekleşen referandum sonrası Anayasa değişikliği %57.88 ile kabul edildi.

FETÖ'nün yargı yapılanması
11 FOTOĞRAF
Celal Kara: 
17-25 Aralık kumpasında yolsuzluk yapıldığı iddiası ile başlatılan operasyonlarla iktidar hedef alındı. FETÖ’nün yargı içerisindeki en önemli isimlerinden biriydi. 2015 yılında yurt dışına kaçtı.

Celal Kara: 17-25 Aralık kumpasında yolsuzluk yapıldığı iddiası ile başlatılan operasyonlarla iktidar hedef alındı. FETÖ’nün yargı içerisindeki en önemli isimlerinden biriydi. 2015 yılında yurt dışına kaçtı.

Cihan Kansız: 
Ergenekon ve Odatv soruşturmalarında görev aldı. Eski Genelkurmay Başkanı emekli Orgeneral İlker Başbuğ’u tutuklatan isimdi. 17 Aralık süreci sonrasında özel yetkileri alınarak Sakarya’ya düz savcı olarak atandı. 2015 yılında yurt dışına kaçtı.

Cihan Kansız: Ergenekon ve Odatv soruşturmalarında görev aldı. Eski Genelkurmay Başkanı emekli Orgeneral İlker Başbuğ’u tutuklatan isimdi. 17 Aralık süreci sonrasında özel yetkileri alınarak Sakarya’ya düz savcı olarak atandı. 2015 yılında yurt dışına kaçtı.

Fikret Seçen: 
Donanma Komutanlığı’nda arama yaptı. Balyoz soruşturması kapsamında yüzlerce subayı tutukladı. 26 Kasım 2015’te hakkında yurtdışına çıkış yasağı ve yakalama kararı çıkartıldı. Bu karardan önce Hollanda’ya kaçtığı tespit edildi.

Fikret Seçen: Donanma Komutanlığı’nda arama yaptı. Balyoz soruşturması kapsamında yüzlerce subayı tutukladı. 26 Kasım 2015’te hakkında yurtdışına çıkış yasağı ve yakalama kararı çıkartıldı. Bu karardan önce Hollanda’ya kaçtığı tespit edildi.

Kadir Kayan
Bülent Arınç’a suikast iddialarının ardından savcı Mustafa Bilgili’nin Kozmik Oda araması talebi sonrasında hakim Kadir Kayan:  Kozmik Oda’ya giren isimdi. 20 gün süren aramaların ardından devlet sırrı olarak bilinen 1.5 TB boyutundaki bilgilere el koydu. Bu bilgilerin FETÖ tarafından kullanıldığı ifade ediliyor.

Kadir Kayan Bülent Arınç’a suikast iddialarının ardından savcı Mustafa Bilgili’nin Kozmik Oda araması talebi sonrasında hakim Kadir Kayan: Kozmik Oda’ya giren isimdi. 20 gün süren aramaların ardından devlet sırrı olarak bilinen 1.5 TB boyutundaki bilgilere el koydu. Bu bilgilerin FETÖ tarafından kullanıldığı ifade ediliyor.

Mehmet Ali Pekgüzel: 
2008’de Ergenekon operasyonlarını başlatan ekipte yer aldı. FETÖ’nün yaptığı birçok kumpasta ismi geçti. 15 Temmuz darbe girişimi sonrası üzerinden 1 dolar çıkan Pekgüzel, tutuklandı.

Mehmet Ali Pekgüzel: 2008’de Ergenekon operasyonlarını başlatan ekipte yer aldı. FETÖ’nün yaptığı birçok kumpasta ismi geçti. 15 Temmuz darbe girişimi sonrası üzerinden 1 dolar çıkan Pekgüzel, tutuklandı.

Mehmet Berk: 
Şike soruşturmasının altında imzası olan savcıydı. Savcı Bilal Bayraktar ve Ali Haydar ile birlikte Şike davasını başlattı. 15 Temmuz darbe girişimi sonrası açığa alındı.

Mehmet Berk: Şike soruşturmasının altında imzası olan savcıydı. Savcı Bilal Bayraktar ve Ali Haydar ile birlikte Şike davasını başlattı. 15 Temmuz darbe girişimi sonrası açığa alındı.

Metin Özçelik: 
 İstanbul 11. Ağır Ceza Mahkemesi’nin başkanlığını yaptı. Muvazzaf subayların yargılandığı İstanbul Askeri Casusluk davasını yürüttü. 32. Asliye Ceza Mahkemesi hâkimi Mustafa Başer ile aralarında Hidayet Karaca ve polis şeflerinin de bulunduğu 75 kişi hakkında tahliye kararı verdi. Bu kararın ardından tutuklandı.

Metin Özçelik: İstanbul 11. Ağır Ceza Mahkemesi’nin başkanlığını yaptı. Muvazzaf subayların yargılandığı İstanbul Askeri Casusluk davasını yürüttü. 32. Asliye Ceza Mahkemesi hâkimi Mustafa Başer ile aralarında Hidayet Karaca ve polis şeflerinin de bulunduğu 75 kişi hakkında tahliye kararı verdi. Bu kararın ardından tutuklandı.

Süleyman Bağrıyanık ve Özcan Şişman:
Ocak 2014’te Türkmenlere gönderilen yardım tırlarını durduran iki isim, Türkiye’nin terör destekçisi olduğu algısını inşa etmeye çalıştılar.

Süleyman Bağrıyanık ve Özcan Şişman: Ocak 2014’te Türkmenlere gönderilen yardım tırlarını durduran iki isim, Türkiye’nin terör destekçisi olduğu algısını inşa etmeye çalıştılar.

Sadrettin Sarıkaya: 
FETÖ’nün yargıdaki önemli isimlerinden biriydi. 7 Şubat 2011’de KCK soruşturması kapsamında MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ı ifadeye çağırdı. Sarıkaya, Fidan’ı tutuklayarak devlete büyük darbe vurmak istedi. 2015 yılında yurt dışına kaçtı.

Sadrettin Sarıkaya: FETÖ’nün yargıdaki önemli isimlerinden biriydi. 7 Şubat 2011’de KCK soruşturması kapsamında MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ı ifadeye çağırdı. Sarıkaya, Fidan’ı tutuklayarak devlete büyük darbe vurmak istedi. 2015 yılında yurt dışına kaçtı.

Süleyman Bağrıyanık ve Özcan Şişman: 
Ocak 2014’te Türkmenlere gönderilen yardım tırlarını durduran iki isim, Türkiye’nin terör destekçisi olduğu algısını inşa etmeye çalıştılar.

Süleyman Bağrıyanık ve Özcan Şişman: Ocak 2014’te Türkmenlere gönderilen yardım tırlarını durduran iki isim, Türkiye’nin terör destekçisi olduğu algısını inşa etmeye çalıştılar.

Zekeriya Öz:
1968’de Bursa’da doğdu. 1997’de savcı oldu. 2008’de Ergenekon operasyonunu başlattı. FETÖ’nün yargı içerisindeki en önemli ismi olarak ön plana çıktı. HSYK soruşturması sonrası 2015’te yurt dışına kaçtı.

Zekeriya Öz: 1968’de Bursa’da doğdu. 1997’de savcı oldu. 2008’de Ergenekon operasyonunu başlattı. FETÖ’nün yargı içerisindeki en önemli ismi olarak ön plana çıktı. HSYK soruşturması sonrası 2015’te yurt dışına kaçtı.

FETÖ'nün yargı yapılanması
1990'lı yıllardan itibaren yargıda yapılanmaya başlayan FETÖ'cüler 2000'li yıllarda yargı gücünü kendi çıkarları çerçevesinde kullanmaya başladı. Özellikle Ergenekon, Balyoz, KCK, İnternet Andıcı, 17-25 Aralık kumpasları gibi birçok operasyon gerçekleştiren FETÖ'cüler 15 Temmuz'a giden sürecinde önünü açtı.

Gülen’den referanduma ilginç destek

Bu süreçte Anayasa değişikliğine en büyük desteği veren kesimler arasında Gülenciler yer alıyordu. Gülen, Anayasa referandumu öncesi yaptığı açıklamalarda 12 Eylül'de yapılacak referandumun demokrasi adına çok önemli bir adım olduğunu söyledi. Gülen, “Değil sadece kadını erkeğiyle, çoluğu çocuğuyla ve dünyanın dört bir yanına dağılmışıyla hayatta olan insanları, imkân olsa mezardakileri bile kaldırarak o referandumda 'Evet' oyu kullandırmak lazım. Mezardakiler bile kalksın. Ben zannediyorum kalkarlar da.. Ben zannediyorum ruhları koşar da” ifadelerini kullanarak Anayasa referandumuna büyük destek verdi ve taraftarlarına da referandumda “Evet” oyu kullanmalarını söyledi.

Anayasa referandumu sonrası yapılan değişiklikler birçok konuda önemli yenilikler getirdi. Bunların arasındaki en önemli yenilik ise hiç şüphesiz yargı ile ilgili bölümlerdi. Anayasa değişikliği ile yargı alanında yapılan reformlarla yargının daha da bağımsız ve çoğulcu olması öngörülüyordu. HSYK yapısında yapılan değişiklikler de bu çoğulculuğu sağlayacak nitelikteydi. Aynı zamanda

yargının önünde duran yükte azalıyor ve bireysel başvurular yoluyla Türkiye’nin AİHM’deki davalarının da azaltılması ve yıllar süren davaların daha kısa bir zaman diliminde sonuca ulaştırılması hedefleniyordu. Böylece dönem dönem vesayet kurumu gibi hareket eden yargı alanında yapıcı bir reform yapılmış oldu.

HSYK'yı ele geçirdiler

HSYK yapısında yapılan değişiklikler ile yargının bir grubun/ideolojinin tekeline geçmesi de engellenecekti. HSYK, Yargıtay, Danıştay gibi kurumlardaki üyelerin seçim yoluyla belirlenmesi ve AYM üye sayısında yapılan değişiklikler de bu konuda ön açıcı reformlardı. Ancak Anayasa değişikliği sonrası yaşanan süreç durumun öngörülenin tersine gerçekleşmesine neden oldu. Bu değişikliklerden en fazla yararlanan kesim Gülenciler oldu. Sözde cemaat Fetullahçılar anayasa değişikliğini yeni bir fırsat olarak gördü ve yargı içerisindeki yapılanmalarını daha da güçlendirdi. HSYK’da daha büyük bir yapılanmayı başaran Gülenciler, kendilerine yakın olan hâkim ve savcıların önemli noktalara atanmasıyla, birlikte hareket ederek güçlü bir yapılanma kurdular.

Emniyet-yargı işbirliği çerçevesinde operasyonel alınanı da genişleten Gülenciler, 2010’dan sonra kendilerinden olmayan veya bir şekilde karşılarında bulunan kesimlerle hesaplaşma yoluna gitti. Bu noktada yargı ve emniyet kurumlarını da birer araç olarak kullandılar. Emniyet-yargı-ordu ve bürokrasi gibi alanlarda günden güne daha da güçlenen Paralel yapı kendilerini bir nevi iktidarın ortağı ya da iktidarın kendisi olarak konumlandırmaya başladılar. Bu durum uzun zamandır duyulan kaygıların da yersiz olmadığını daha net bir şekilde ortaya koydu. Gülenciler bundan sonraki süreçte devlet içerisinde yeni bir düzen kurmaya başladı. Devletin birçok kurumunda kadrolaşmış olan bu yapı eline geçirdiği güçle yeni bir vesayet kurmaya çalıştı. Paralel bir yapılanmaya doğru gidişin ilk işaretlerini Kozmik Oda Operasyonu, Balyoz ve Şike Soruşturması ile ortaya koyan Gülenciler, 2012 yılına gelindiğinde iktidara ve devletin diğer kurumlarına karşı operasyon yapmaya başladı.

FETÖ’nün en stratejik üssü: Yargı
FETÖ’nün en stratejik üssü: Yargı
Devleti ele geçirmek için 1980’lerden itibaren sızma faaliyetleri gerçekleştiren FETÖ için en stratejik kurumlardan biri yargı oldu. Yargı içinde FETÖ’cü bir vesayet yapısı kuran hakim ve savcılar, 2000’li yıllarda birçok operasyona imza attı.

Siyasetçilere Kaset Operasyonu

Türkiye’de yaşanan operasyon dalgası 2010 yılına gelindiğinde yeni bir boyut kazandı. 6 Mayıs 2010 tarihinde video paylaşım sitesi Metacafe’de Deniz Baykal’a ait olduğu iddia edilen bir kaset yayınlandı. Habervaktim.com sitesinin haber yapması sonucu gündeme gelen ‘kaset’ olayından sonra siyaset alanında büyük bir deprem yaşandı. İnternet'te dolaşan görüntülere yayın yasağı getirilip kaset internet ortamından kaldırılırken, Deniz Baykal söz konusu kasetin montaj olduğunu ve kendisini hedef aldığını açıkladı. Olayı bir komplo ve şantaj olarak değerlendiren Baykal, “Önümüzdeki komployu gerçekleştirenler, bunu sapık oldukları için ya da ticari kazanç sağlamak için veya şantaj yapmak için düzenlememişler, siyaset yapmak için düzenlemişlerdir. Ahlaklarına, vicdanlarına uygun bir siyaset” dedi.

Baykal önce Pensilvanya’ya kefil oldu

Baykal, kendisini hedef alan kaset komplosundan kısa bir süre sonra ise istifa etti. İstifasını açıkladığı toplantıda Baykal yaşananların arkasında Gülencilerin olabileceği ile ilgili tartışmalara değinerek, “Bu çerçevede başka bir sorumlu arayışına çıkacak olanlara yardımcı olmak üzere, Amerika'dan Pensilvanya'dan aldığım üzüntü ve destek mesajlarının samimiyetine inandığımı da söylemek isterim” dedi.

Mavi Marmara Olayı sonrası simsar Gülen’in gerçek niyeti ve başta İsrail olmak üzere dış bağlantıları sorgulanmaya başlandı.

2011 genel seçimleri öncesi ise yeni bir kaset operasyonu daha gerçekleşti. Bu sefer operasyonun ana hedefi MHP’li üst düzey isimlerdi. Seçimlere ayarlı bir şekilde yayınlanan kasetlerde MHP’li milletvekillerinin ve Bahçeli’nin kurmaylarının isimleri geçiyordu. “farkliulkuculuk” adlı internet sitesinde 26 Nisan 2011’de yayınlanmaya başlanan görüntüler 21 Mayıs’a kadar devam etti. Yayınlanan görüntülerden sonra, MHP’nin iki genel başkan yardımcısı, Bahçeli’nin A takında bulunan 7 isim ve parti yöneticileri hem partiden hem de milletvekili adaylığından istifa etti. Görüntüleri yayınlayan sitelerin 25 tanesinin yurtdışından, birinin ise Türkiye’den yayın yaptığı tespit edildi. Böylece 2010 yılında kaset komplosu üzerinden CHP’ye yapılan saldırının bir benzeri de MHP’ye yapıldı. Her iki partiye yönelik gerçekleşen kaset komplosu ile ilgili soruşturma başlatılırken, uzun yıllar boyunca soruşturmalardan bir sonuç alınamadı. Kasetlerle ilgili soruşturmalar savcılar tarafından derinleştirilmedi. Daha sonra davayı yürüten savcıların Gülenci olduğu ortaya çıktı ve soruşturma savcıları değiştirildi. Göreve gelen yeni savcıların soruşturması sonucu dava yeni bir boyut kazandı.

Gülen’in Mavi Marmara Açıklaması Siyaseti Sarstı

İsrail’in Gazze’ye uyguladığı ambargoya karşı, dünyanın birçok ülkesinden aktivistin katılımı ile İstanbul’dan kalkan Mavi Marmara gemisi 31 Mayıs 2010’da uluslararası sularda İsrail askerlerinin saldırısına uğradı. Saldırıda 9 Türk vatandaşı şehit olurken, Gazze insani yardım filosunda bulunan gönüllüler ve gemiler İsrail güçleri tarafından Aşdod limanına götürüldü. Türkiye saldırı sonrası BM Güvenlik Konseyi’ni toplantıya çağırırken, İsrail ile ilişkilerini Maslahatgüzar seviyesine indirdi ve Türkiye’nin İsrail Büyükelçisi Oğuz Çelikol geri çağrıldı. Bu süreçten sonra Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkilerde büyük bir kırılma yaşandı. Türkiye’de birçok kesim İsrail’in saldırısına karşı ayağa kalktı. Hükümet İsrail’e siyasi, ekonomik ve askeri alanlarda yaptırım alma kararı aldı.

Gülen: Mavi Marmara otoriteye başkaldırıdır

Türkiye’de başta siyaset, medya ve STK'lar başta olmak üzere birçok kesimden saldırıya karşı İsrail’e kınama mesajları gelirken, Gülen’in açıklamaları bir hayli ilginçti. 3 Haziran 2010 tarihinde Amerikan Wall Street Journal gazetesine konuşan Gülen, "İsrail'in onayı olmadan hareket etmek, otoriteye başkaldırıdır" dedi. Gülen saldırı sonrası İsrail’le uzlaşma yolunu seçmemenin faydalı sonuçlar doğurmayacağını ve kendilerine ait bir derneğin Gazze’ye yardım götürmek istediğini, ancak onlara İsrail’den izin almaları gerektiğini söylediğini belirtti. Gülen daha sonra bir grup gazeteciye yaptığı açıklamada ise İsrail saldırısında ölen Türk vatandaşlarının ‘şehit olmadığını’ söyledi. Gülen’in İsrail’i haklı göstermeye çalışan bu açıklamaları Türkiye’de birçok kesimden tepki topladı. Bununla birlikte Mavi Marmara Olayı sonrası Gülen’in gerçek niyeti ve başta İsrail olmak üzere dış bağlantıları sorgulanmaya başlandı. Mavi Marmara saldırısı sonrası Gülen’in yaptığı açıklamalar; Türkiye’de Gülen ve kurduğu yapının kirli yüzünün ortaya çıkmasının ilk adımı olarak yorumlandı.

İlker Başbuğ'un tutuklaması Ergenekon, Balyoz ve İnternet Andıcı davalarında tutuklanan isimler arasındaki en üst rütbeli ismin tutuklanması anlamına gelirken, aynı zamanda yargı cephesine karşı duyulan şüphelerin artık en üst perdeden dile getirilmesine de neden oldu.

'Suçların şahsiliği' tartışması ve Şike davası

Türkiye’de Ergenekon, Balyoz ve KCK operasyonlarından sonra gündemi saracak yeni bir operasyon daha başlatıldı. 3 Temmuz 2011 yılında futbolda şike davası olarak bilinen ve içinde Fenerbahçe, Sivasspor, Beşiktaş, Trabzonspor ve İBB Spor gibi takımların yer aldığı şike operasyonları yapıldı. İlk operasyonu Ergenekon ve Balyoz davalarının savcısı olan Zekeriya Öz başlatırken, daha sonra Özel Yetkili Cumhuriyet Savcısı Mehmet Berk operasyonu devraldı.

Operasyonlar çerçevesinde Aziz Yıldırım, Mehmet Şekip Mosturoğlu, Mecnun Odyakmaz ve Olgun Peker gibi yöneticilerin yanında teknik direktörler Bülent Uygun ile Tayfur Havutçu, futbolcu Serhat Akın gözaltına alındı. Aziz Yıldırım 'terör örgütü kurmak ve şike yapmak' ile suçlandı. Futbolu sarsan şike

soruşturması devam ederken, AK Parti, CHP, MHP ve BDP Grup Başkanvekillerinin ortak imzasıyla “Sporda Şiddet ve Düzensizliğin Önlenmesine Dair Kanunda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanun” teklifi TBMM Başkanlığı’na sunuldu. Dört partinin ortak imzasıyla meclise sunulan teklif ile sporda şike ve teşvik cezalarının indirilmesi öngörüldü. Hükümet şike davası ile ilgili olarak “suçların şahsiliği” ilkesine vurgu yaptı ve futbol kulüplerinin bu operasyonlardan zarar görmemesi gerektiğini açıkladı. Başbakan Erdoğan, ''Gerçek kişi ve tüzel kişi noktasında değerlendirmeyi iyi yapmak lazım. Burada suçların şahsiliği ilkesinden hareketle kim olursa olsun, bu şikeyi ve suçu kim işlemişse, cezaların caydırıcılığından hareketle en büyük cezayı alması en önemli adımdır ve bunun yapılması lazım'' dedi. Meclis’e getirilen yasa da bunu öngörüyordu. Ancak söz konusu yasa tartışmaları da beraberinde getirdi.

Özellikle Gülen medyası yasaya sert tepki gösterdi. Şike davasını savunan ve savcıların başlattığı operasyona büyük destek veren medya, keskin bir tutum aldı. Bu çerçevede Gülenciler, hükümetin muhalefet partileriyle birlikte meclise getirmeyi planladığı yasa değişikliğini eleştirmeye ve 'suçlular aklanmaya çalışılıyor'

propagandasını yapmaya başladı. Zaman gazetesi ve Samanyolu TV tarafından soruşturma ile ilgili söz konusu iddiaları sık sık gündeme getirerek ve “polisin 8 ay süren takibi sonucu elde ettiği belgelere" vurgu yaptı. Hükümetin ve Başbakan Erdoğan’ın suçun şahsiliği ile ilgili uyarıları ise Gülen medyası tarafından göz ardı edilerek, meclise getirilen yasa tasarısı eleştiriye tabi tutuldu.

Söz konusu tasarının şike davasına zarar vereceğini ve Aziz Yıldırım başta olmak üzere suç işleyenleri kurtarmaya dönük bir çalışma olacağı iddia edildi. Ergenekon ve Balyoz gibi davalarda yaşanan uzun tutuklamalar ve deliller ile ilgili tartışmalara bir de Şike davası eklenince yargı alanında yaşanan sorunun büyüklüğü ilk kez bu denli net görüldü. Hükümet daha önce Ergenekon, Balyoz ve diğer davalarda olduğu gibi, sorunlu alanları temizlemesine ve suçluların yargılaması sürecine destek verirken, uzun tutuklamalarla ilgili sürece dikkat edilmesini istedi. Hükümet, Şike davasından sonra hukuk alanında yaşanan sorunları görmeye ve örgütün içerideki kadrolaşmasını ve amaçlarını sorgular hale geldi. İlker Başbuğ’un tutuklanması ise hükümetin Gülencilerle ilgili aklındaki soru işaretlerini daha da artırdı.

İlker Bağbuğ’un tutukladılar

İnternet Andıcı Davası kapsamında İstanbul Cumhuriyet Cihan Kansız tarafından “şüpheli” sıfatıyla ifadeye çağrılan eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, 6 Ocak 2012 tarihinde çıkarıldığı mahkemece "Terör örgütü yöneticisi olmak ve darbeye teşebbüs" suçlarını işlediği iddiasıyla tutuklandı. Türkiye’de ilk defa bir Genelkurmay Başkanı ‘terör örgütü kurma’ suçlamasıyla tutuklandı. İnternet Andıcı davasında sanıklar, davaya konu olan sitelerin İlker Başbuğ’un bilgisi dâhilinde faaliyet yürüttüğü yönünde ifade verdiği iddia ediliyordu. Cihan Kansız’a 7 saat ifade veren Başbuğ, mahkeme kararıyla tutuklanarak cezaevine gönderildi.

Başbuğ’un tutuklanması Türkiye’de büyük tartışmalara neden olurken, Başbakan Erdoğan yaptığı açıklamada, “Başbakan olarak beraber çalıştığımız bir mesai arkadaşımdır ve burada tutuklama yoluyla değil de tutuksuz yargılanma yolu -ki her zaman söylediğim tezimdir- olması bizim her zamanki arzumuzdur. Ve bunun da süratle bu noktada neticelenmesi yine şahsımın ve partimin arzusudur. Çünkü bu şekildeki bir yolu biz, isabetli bir yol olarak görmüyoruz'' dedi.

İlker Başbuğ'un tutuklaması Ergenekon, Balyoz ve İnternet Andıcı davalarında tutuklanan isimler arasındaki en üst rütbeli ismin tutuklanması anlamına gelirken, aynı zamanda yargı cephesine karşı duyulan şüphelerin artık en üst perdeden dile getirilmesine de neden oldu. Yargılamalarla ilgili ortaya çıkan sorunlar sebebiyle hükümet uzun süreden beri söz konusu davalarda yargılanan isimlerin ‘tutuksuz yargılanmasını’ istiyordu. Muhalefet ve diğer kesimler de bu konuda sık sık eleştirilerde bulunuyordu. Ergenekon ve Balyoz davaları ile ilgili hazırlanan iddianamelerin yıllar alması da bu eleştirileri haklı çıkarıyordu. Ancak yargı söz konusu yargılamaların tutuksuz olması talebini 'şüphelilerin kaçma şüphesi ve güçlü delillerin bulunması’ iddiasıyla reddediyordu.

Bu süreçten sonra hükümetin yargı konusundaki yaklaşımı farklılaşmaya başladı. Hükümet kanadından yargıya gelen eleştirilerde büyük artış yaşandı. Örgüt medyası ise savcılara sahip çıkan tavrını sürdürdü. Bu duruma Gülencilerin devlet içerisindeki kadrolaşması da eklenince seçilmiş hükümet ile içeride paralel bir yapı kurmuş olan Gülenciler arasındaki gerilim de gittikçe arttı. Bu gerilimin sürdüğü bir süreçte paralel yapının İlker Başbuğ’u tutukladığı dönemde iki önemli konu ortaya çıktı. Dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan'ın konutunun ve ofisinin dinlenmişti. Benzer bir şekilde Bağbuğ'un tutuklanmasından bir ay sonra 7 Şubat 2012’de MİT Müsteşarı Hakan Fidan, KCK davası ve Oslo görüşmeleri nedeniyle ifadeye çağırdı. Bu iki durum cemaat adı altındaki örgütün gerçek niyetini ortaya koydu.

Erdoğan’ın ofisindeki böcekler

28 Aralık 2011’de Başbakan Erdoğan’ın Subayevleri’ndeki konutunda bulunan çalışma odasında yapılan teknik aramada böcek bulunduğu ortaya çıktı. 30 Aralık’ta ise bir başka adreste Başbakanlık Çalışma Ofisi’nde MİT ekipleri tarafından yapılan aramada ikinci böcek bulundu. Böceklerin bulunmasından kısa bir süre önce Eski Başbakanlık Koruma Dairesi Başkanlığı personeli Serhat Demir ve Sedat Zavar’ın yönettiği ekibin Başbakan Erdoğan’ın Subayevleri’ndeki konutu ile Başbakanlık Resmi Konutunda böcek arama çalışmalarını yaptığı ve hiçbir arama kaydı tutmayarak ‘temiz’ raporu verdiği anlaşıldı.

Dönemin Başbakanlık Müsteşarı Efkan Ala’nın kuşkusundan sonra MİT ekipleri tarafından yapılan ikinci arama sayesinde söz konusu her iki konutta da böceklere ulaşıldı. Ekiplerin Spektrum Analizör cihazı ile yaptıkları RF frekans taraması esnasında telsiz verici yayın ile karşılaşıldı. Erdoğan tarafından kullanılan çalışma odasında 6 girişli çoklu prizin içerisindeki elektrik şebekesinden beslenen telsiz vericiye ulaşıldı. Başbakanlık Resmi Konutunda ise 3 girişli çoklu prizin içerisindeki dinleme cihazı tespit edildi. Serhat Demir ve Sedat Zavar’ın yönettiği ekip, daha önce 7-18 Aralık’ta konuttaki çalışma ofisinde, 14-20 Aralık’ta da Resmi

Konuttaki çalışma ofisinde iki ayrı arama/tarama ve jammer testi adı altında çalışma yaptığı, ancak hazırladıkları raporda herhangi bir bulguya rastlamadıklarını belirttikleri ortaya çıktı. Ekipte Serhat Demir ve Sedat Zavar’ın yanı sıra Enes Çiğci, Ali Özdoğan, Ahmet Türer, İlker Usta, Seyit Saydam, Hasan Palaz, Zeki Bulut ile birlikte görevli bir polis bulunuyordu. MİT ekiplerinin 28 Aralık'ta bulduğu böcekler alınarak aboratuvarda incelemeye alındı. Konu ile ilgili araştırma yaklaşık bir yıl sürdükten sonra söz konusu dinleme olayının Aralık ayının başlarından itibaren yapılmaya başlandığı ifade edildi. Başbakan Erdoğan söz konusu dinleme olayından 1 yıl sonra 22 Aralık 2012’de NTV yayınında yaptığı açıklamada kendisinin dinlendiğini ve ofisinde böcek bulunduğunu açıkladı. Başbakan Erdoğan ‘derin devlet yapılanmasının’ tamamen temizlenmediğine dikkat çekti. Başbakanlık Teftiş Kurulu Başkanlığı, 2 Ocak 2013’te konu ile ilgili soruşturma başlattı. Olayda ismi geçen ekibin bağlantıları incelendiğinde ise oklar Gülencileri işaret ediyordu. Savcılığın başlattığı operasyonlar sonrası Başbakan Erdoğan’ın ofisine böcekleri yerleştiren 11 emniyet personeli ile birlikte dönemin TÜBİTAK Başkan Yardımcısı Hasan Palaz’ın “casusluk” yaptıkları savcılık tarafından tespit edildi.

MİT krizi: Paralel yapının devlete ilk operasyonu

Aralık 2011’de Başbakan Erdoğan’ın Subayevleri’ndeki konutu ile Başbakanlık Resmi Konutunda yapılan incelemelerde böceklerin bulunması ile ilgili MİT ekipleri incelemelerini sürdürürken, söz konusu olaydan kısa süre sonra Türkiye’nin gündemini sarsacak olan bir gelişme yaşandı. Dönemin Özel Yetkili Cumhuriyet Savcısı Bilal Bayraktar, MİT Müsteşarı Hakan Fidan'ı ifadeye çağırdı. Daha sonra dosyaya bakacağı açıklanan Savcı Sadrettin Sarıkaya da 7 Şubat 2012’de MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ı, basına sızdırılan Oslo görüşmeleri nedeniyle ‘şüpheli’ sıfatıyla ifadeye çağırdı. 2010 yılında gerçekleştirilen KCK operasyonları ile ilgili iddialara da yer veren savcı Sadrettin Sarıkaya bir önceki MİT Müsteşar Emre Taner ve Eski Müsteşar Yardımcısı Afet Güneş’i de şüpheli sıfatıyla ifadeye çağırdı. Paralel yapı yargı üzerinden devlete karşı ilk ciddi operasyonu gerçekleştirmeyi amaçlıyordu. Nitekim İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Turan Çolakkadı, “Böyle bir şey olsa kesin haberdar olmam gerekirdi. Ama başka bir ilden çağrıldıysa bilemem. Eğer bu haber doğruysa, o zaman bizlere bilgi verilmeden yapılmış demektir” diyerek operasyonun kendisinden saklandığını belirtti. Ancak Savcı Sarıkaya MİT operasyonunu gerçekleştirmek için Hakan Fidan’ı telefonla arayarak ifadeye çağırdı.

Paralel savcılar Hakan Fidan üzerinden Başbakan Erdoğan'a ulaşarak devlete ve iktidara en büyük darbeyi indirmeyi planlıyorlardı.

Devlete karşı en büyük darbeyi indirmek isteyen paralel savcılar Fidan üzerinden Başbakan Erdoğan’a ulaşacak olan bir zemini hazırlamaya çalıştığı ortaya çıktı. Böylece devlete ve iktidara en büyük darbenin indirilmesi planlandı. Operasyon için seçilen tarihte çok önemliydi. Başbakan Erdoğan’ın sır gibi saklanan ameliyatı da bu tarihteydi. Hakan Fidan’ın Başbakan’a ulaşması sonucu, Fidan savcılığın yetkisiz olduğu gerekçesiyle ifade vermeye gitmedi. Hükümet operasyonun hedefini artık daha net anlamaya başladı. Paralel devletin yargı yoluyla gerçekleştirmeye çalıştığı darbeye karşı harekete geçen hükümet, MİT Kanununda önemli bir değişikliğe giderek, MİT Müsteşarı’nın ve Başbakan’ın “özel görevler” verdiği kişilerin ifadeye çağrılmasını Başbakan’ın iznine bağladı. Böylece paralel yapının MİT üzerinden gerçekleştirmek istediği darbe girişimi bertaraf edildi. Savcı Sarıkaya’nın elinde bulunan soruşturma dosyası başka bir savcıya verildi. Temmuz 2012’de ise Özel Yetkili Mahkemelerin kaldırılmasını öngören yasa hazırlandı ve Mart 2014’te Özel Yetkili Mahkemeler tamamen kaldırıldı.

Gezi Parkı olaylarındaki derin kuşkular

MİT Krizi'nin ardından hükümet daha dikkatli adımlar atmaya başladı. Bu dönemde bir yandan paralel yapının MİT üzerinden hazırladığı kumpas bertaraf edilirken, diğer yandan da ekonomik ve siyasal alanda önemli gelişmeler yaşandı. Türkiye, bu dönemde IMF'ye olan borcunu kapatırken, uzun yıllardan beri uygulamada olan Stand-by anlaşmasını da yenilemedi. Bu durum Türkiye'nin ekonomik büyümesindeki en önemli göstergeydi. Türkiye için yeni bir dönemin başlangıcı konuşuluyordu ve dünyadaki ilk 10 ekonomi içinde yer alma hedefi artık halkın da gündemindeydi. Fakat 28 Mayıs 2013’te Gezi Parkı üzerinden büyük bir şiddet dalgası yaşanmaya başladı. Gezi Parkı’ndaki ağaçların başka bir yere taşınması tartışmaları üzerinden başlayan ve daha sonra farklı ideolojilere sahip grupların bir araya gelerek geniş çaplı şiddet eylemlerine dönüştürdüğü olaylar, büyük bir krize yol açtı. ‘Ağaçların kesilmesine tepki’ olarak lanse edilmek istenen olaylar birden bire hükümet karşıtı sokak terörüne dönüştü.

Polisin müdahalesi sonrası yaşanan olaylar Haziran ayında da hız kesmedi. Gezi olaylarını bir kalkışmaya dönüştüren şiddet gösterileri, direkt olarak Başbakan Erdoğan ve Hükümeti hedef aldı. Türkiye’nin geleceğini baltalayacak olan bu girişime uluslararası medyanın ve bazı kesimlerin de destek vermesi olayların daha da uzamasına neden oldu.

Hem içeride hem de dışarıda şiddet

olaylarını başlatan kesimlere büyük bir ilgi gösterildi. Bir kısım medya sokakları terörize eden vandalları masum protestocular olarak sunuyor ve şiddete başvuran eylemlerini ya meşru sayıyor ya da görmezden geliyordu. Sokaklar, iş yerleri ve birçok kurum ve kuruluş yağmalandı. Hükümet söz konusu şiddet olaylarına karşı tedbir almaya çalışırken muhalifler tarafından eleştirildi. Demokrasiye karşı yapılan bu illegal yapının ülkeyi kaosa sürükleme planına dahil olanlara karşı Erdoğan, “Biz birkaç tane çapulcunun o meydana gelip insanımızı, halkımızı, yanlış bilgilendirmek suretiyle tahrik etmesine biz pabuç bırakmayız” sözleri üzerine eleştiri oklarının hedefi haline geldi. Gülen’in kendisi de bu süreçte hükümetin aldığı tedbirleri eleştiren kesimlerin başında yer aldı. Özellikle Başbakan Erdoğan’ın yaptığı açıklamaları hedef alan Gülen, “çapulcu” ve “bir avuçlar” söylemi üzerinden eleştirilerini yükseltmeye ve Erdoğan karşıtı bir söylem inşa etmeye başladı. Bu süreçte Başbakan Erdoğan’a dönük eleştiriler artarken, özellikle olaylara destek veren ve Erdoğan’ı ‘diktatörlük’ üzerinden hedef alan kesimler, Gezi Parkı kalkışmasının da bu diktatörlüğe karşı bir “direniş” olduğu propagandasını yapmaya başladı.

Özellikle Gezi’ye destek veren sol ve liberal kesimlerin dillendirdiği 'diktatörlük' söyleminin bir benzeri Gülen medyasının öncelikli konusu haline geldi. Paralel yapıya mensup isimler arasında yer alan Mehmet Baransu, Emre Uslu, Önder Aytaç gibi isimler hem içeride hem de dışarıda hükümetin aleyhine propaganda yapmaya başladı. Gülen de 6 ve 24 Haziran 2013 tarihlerinde yaptığı açıklamalarda Gezi Parkı olaylarında yer alan gruplara sahip çıkarak, “Onlara çapulcu demeyin” dedi. 17-25 Aralık sürecinden sonra sol ve liberal kesimlerin kullandığı 'diktatörlük' söylemini, paralel yapı taraftarları da sıklıkla kullanmaya ve bu söylem üzerinden suni gündemler oluşturmaya başladı.

Zaman gazetesi ise olayların başında Gezi Parkı girişiminin karşısında yer aldı. Şiddet olaylarını eleştiren haberlere yer veren Zaman gazetesi kısa süre sonra ise tutumunu değiştirmeye başladı. O dönem Gezi olaylarında orantısız şiddet kullanan polislerin paralel yapıya mensup olduğu iddiaları ise bu kesimi rahatsız etti. 13 Ağustos 2013’te bir açıklama yayınlayan Gülen’in onursal başkanlığını yaptığı medyadaki etkin STK’lardan Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı, Gülencilerin Gezi Parkı olayları ile ilişkili olduğu iddialarına tepki gösterdi. Söz konusu iddialardan sonra hükümeti de hedef alan Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı, Gülencilerin emniyet, yargı ve bürokraside yapılandıklarını ise yalanlama çabasına girişti.

Bu açıklamasıyla ilk keskin kırılma belirtisini de gösteren Fetullahçılar, dershane tartışmalarıyla birlikte hükümet karşıtı açıklamalar ve hükümeti diktatörlük kurma eleştirilerine tabi tutmaya başladılar. Özellikle dershane tartışmalarının yapıldığı bir süreçte ve 17-25 Aralık kumpası öncesi muhalif yayınlara başlayan Zaman gazetesi, Kasım 2013’te yayınladığı reklamda Gezi olaylarına gönderme yapıyordu. “Zaman Kardeşlik Zamanı” sloganını kullanan Zaman gazetesi afişlerde ise olayların içerisinde yer alanlardan gaz maskeli eylemciyi temsil eden görüntülere yer verdi. Fetullahçılar, dershane tartışmalarının yaşandığı dönemde sol ve liberal cepheden destek almak ve hükümet karşıtı cepheyi genişletmek için yoğun çalışmalar başlamıştı.

Dershane tartışması: Saldırıya geçme 'Zaman'ı

2013 yılında hükümet yeni eğitim programı çerçevesinde dershanelerin etkisini azaltmaya yönelik bir çalışma başlattı. Sınavlara hazırlanan öğrencilerin gittiği dershanelerin hem eğitim sistemine hem de ailelere büyük yük getirdiğini düşünen hükümet bunun yerine destek kurslarını içeren yeni bir eğitim paketi hazırladı.

1980’lerin ortasından 2000’li yıllara kadar güçlü bir dershane yapısı kuran örgüt, hem dershaneler hem de sahip oldukları okullar sayesinde büyük bir insan kaynağına erişim imkânına kavuşuyor ve kurdukları yapıya insan devşirmeye devam ediyordu. Hükümetin dershanelerin kapatılmasını öngören çalışması bu noktada cemaat adı altındaki yapının gerçek yüzünü ortaya çıkarmaya yetmişti. Hükümetin eğitim revizyonunun çıkarlarına büyük darbe indireceğini fark ederek saldırıya geçtiler. Paralel yapının medya organı Zaman gazetesi 14 Kasım’da yayınladığı bir haberde hükümetin dershaneleri kapatmaya hazırlandığını duyurdu.

Gazete, “Eğitime büyük darbe” manşeti ile verdiği haber ile birlikte, AK Parti hükümetine karşı sert bir kampanya başlattı. 15 Kasım'da hükümetin yapmak istediği değişikliği darbe dönemlerinde yapılan faaliyetlere benzeten Zaman gazetesi "Böyle bir yasa darbe döneminde bile uygulanmadı" manşeti ile çıktı. 16 Kasım'da ise dershanelerin Türkiye için olmazsa olmaz bir ihtiyaç olduğunu iddia eden gazete, "Önce dershaneleri doğuran sebepler kaldırılmalı" manşetiyle yayınlandı. 17 Kasım'da "Kanun zoruyla dershane kapatmaya iş dünyası da hayır diyor", 18 Kasım'da "Türkiye Tek Ses: Eğitimin ve insan yetiştiren kurumların önü kesilmesin" manşetlerini atan gazete, dershanelerin dönüştürülmesini kendi amaçları için bir tehdit olarak gördü.

Örgütün en büyük insan kaynağını ve önemli bir finansal gelir kalemini oluşturan dershanelerin kapatılmasına karşı yoğun bir kampanya başlatan Zaman gazetesi 15 Kasım 2013’te "dershane" ekini çıkardı ve 1.5 milyon adet bastırıp dağıttı. Taraf gazetesi ise 28 Kasım 2013’te "Gülen'i bitirme kararı 2004'te MGK'da alındı" manşeti ile çıktı. Haberde dershanelerin dönüştürülmesinin asıl sebebinin Gülen'i bitirmek olduğu ve bu kararın 2004 MGK'sında alındığı iddia ediliyordu. Bu haber; Deniz Feneri e.V, Ergenekon, Balyoz ve Şike davalarında “belge habercliği” yapan Taraf’ın gerçek misyonunu da ortaya çıkarmıştı. Bütün bu operasyonların medya planlamasını “haberciliği” ile koordine eden Taraf, Fetullahçıların yayın organı olduğunu artık netleştirmişti.

Gülenciler/paralel yapı, bu süreçten sonra çıkarları doğrultusunda hükümete karşı büyük bir saldırı başlattı. Muhalefetin yanı sıra AK Parti içerisinde bulunan ve Gülencilere yakın olan isimler de dershanelerin kapatılmasına karşı çıktı. Başta milletvekilleri Hakan Şükür, İdris Naim Şahin ve İdris Bal olmak üzere Gülen ile bağlantılı olan isimler dershane tartışmasında terörist elebaşı Gülen’den yana saf tutarak AK Parti’den istifa etti. AK Parti’yi içeriden kırılmaya götürmesi hedeflenen bu istifalar beklenen etkiyi yapmadığı gibi; Şükür, Şahin ve Bal siyasi tabanlarını bir anda kaybettiler. Fetullahçıların siyaseten destek verdiği İdris Naim Şahin ve İdris Bal, parti kurma eğilimine girerken Hakan Şükür ise partisiz siyaset sufleleri ile hareket etmeye başladı.

Emniyet ve yargı darbesi girişimi: 17-25 Aralık

Dershane tartışmalarının sürdüğü bu süreçte Zekeriya Öz ve Celal Kara, 17 Aralık günü büyük bir operasyon başlattı. Operasyonun gerekçesi yolsuzluk iddiasıydı fakat hedefi çok başkaydı: Emniyet ve yargı içerisindeki Fetullahçılar, 61. Hükümet’i yıpratmayı ve yok etmeyi hedefleyerek, hükümetin istifa etmesi ve devasa projelerin durdurulmasına yönelik operasyon zinciri başlatmıştı. İçişleri Bakanı Muammer Güler, Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan, Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar’ın çocukları ile işadamları Ali Ağaoğlu ve Rıza Sarraf gibi isimleri gözaltına alındı. Fetullahçı savcılar, yapılanmanın emniyetteki ayağına, aldıkları emir doğrultusunda operasyon talimatı vermişti 17 Aralık darbe girişimini yöneten savcılar, İstanbul Başsavcısı'na haber vermeden düğmeye basmıştı.

Dershane tartışmalarının devam ettiği bu süreçte Zekeriya Öz ve Celal Kara, 17 Aralık günü büyük bir operasyon başlattı. Operasyonun gerekçesi yolsuzluk iddiasıydı fakat hedefi çok başkaydı: Emniyet ve yargı içerisinde yapılanan Fetullahçılar, 61. Hükümet’i yıpratmayı ve yok etmeyi hedefleyerek, hükümetin istifa etmesi ve devasa projelerin durdurulmasına yönelik operasyon zinciri başlatmıştı. İçişleri Bakanı Muammer Güler, Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan, Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar’ın çocukları ile işadamları Ali Ağaoğlu ve Rıza Sarraf gibi isimleri gözaltına alındı. Fetullahçı savcılar, yapılanmanın emniyetteki ayağına, aldıkları emir doğrultusunda operasyon talimatı vermişti 17 Aralık darbe girişimini yöneten savcılar, İstanbul Başsavcısı'na haber vermeden düğmeye basmıştı.

Soruşturmanın detaylarının Ulusal Yargı Ağı Bilişim Sistemi'ne (UYAP) girilmemesi de hukuksuzluğu gözler önüne seriyordu.Sabaha karşı bakan çocuklarını, belediye başkanı, banka genel müdürü ve çok sayıda işadamını gözaltına almak için onlarca adrese eş zamanlı baskın yapan emniyet birimleri de aldıkları talimatı üstlerinden saklamıştı. Dönemin İçişleri Bakanı Muammer Güler, baskınlardan oğlu gözaltına alınınca haberdar olmuştu. Yine dönemin İstanbul Emniyet Müdürü Hüseyin Çapkın ve İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu da gelişmelerden haberdar olmadıklarını ileri sürmüştü. Gözaltına alınan 71 şüpheliden 24'ü çıkarıldıkları mahkemece tutuklandı, 38'i de adli kontrol şartıyla serbest bırakıldı.

Paralel yapının medya ayağını Fetullahçı gazeteciler yürütüyordu. Önceden hazırlanan fezlekeler, gayri resmi yollarla elde edilmiş izleme kayıtları, evlerde yapılan aramaların görüntüleri…

17 Aralık sabah saatlerinden itibaren Zaman, Bugün ve Taraf gazetelerinin internet sitelerinde yayınlandığı gibi Fetullahçıların Hürriyet, Radikal ve Haber Türk gazeteleri de bu bilgi akışının içerisinde yer alıyordu. Medyadaki hemen her kurumda güçlü ve etkin roller üstlenen örgüt mensupları, sosyal medyada ve televizyon programlarında ağızbirliği yaparak; polis baskınlarının “yolsuzluk operasyonu” olduğunu ve “siyasi bir hesaplaşma yorumu yapmanın doğru olmadığını” adeta kamuoyuna dikte ediyordu.

Gözler ise, o gün Şeb-i Arus programı için Konya’da bulunan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’daydı. Öğleden sonra katıldığı programda konuşan Erdoğan’ın sözleri AK Parti kanadındaki tedirginliği ortadan kaldırmıştı: “Arkasına Türkiye içinde ve dışında bir takım karanlık çevreleri alanlar Türkiye'nin istikametiyle oynayamazlar, Türkiye'nin ayarlarını değiştiremezler. Türkiye üzerinde operasyon yapılacak, üzerinde ameliyat yapılacak bir ülke değildir. Millet buna izin vermez. Bu milletin hükümeti olarak AK Parti iktidarı buna izin vermez. Kimin ne hesabı varsa, kendilerine güveniyorlarsa 30 Mart'ta seçim var, o seçime girsinler hesabı orada milletle görüşsünler. Hesabını sandık dışında görmek isteyenlere ne millet ne de biz müsaade etmeyiz, göz yummayız. Türkiye bir muz cumhuriyeti değildir. Türkiye, milletin çiğneneceği, milletin kararlarının yok sayılacağı 3. sınıf bir kabile devleti değildir. İçeriden ya da dışarıdan hiç kimse benim ülkemi karıştıramaz, benim ülkemde çirkin tuzaklar kuramaz.” Erdoğan’ın sandığı işaret etmesi, “Türkiye bir muz cumhuriyeti değildir” ve “Türkiye, milletin kararlarının yok sayılacağı 3. sınıf bir kabile devleti değildir” vurgusu sabah saatlerinde yapılan hamlenin bir darbe girişimi olduğunu da ima ediyordu. Kamuoyu 17 Aralık’ın darbe girişimi olduğunu ise yıllar sonra kavrayıp, kabul edecekti.

Soruşturmada ismi geçen dört bakan 22 Aralık’ta istifa etti ve Hükümet bu komplo girişimine karşı sert tepki gösterdi. İstanbul Emniyet Müdürü Çapkın görevden alınarak yerine Selami Altınok atandı. Paralel yapının emniyet içerisindeki kadroları pasifize edilirken, Celal Kara’nın elinde bulunan dava dosyası başka bir savcıya verildi.

Fakat Fetullahçılar, yolsuzluk üzerine kurdukları kumpas çerçevesinde başlattıkları darbe ile hükümete ağır darbe indirmeyi planlıyordu. Asıl büyük hamleleri ise 25 Aralık günü ortaya çıktı. Savcı Muammer Akkaş, yolsuzluk ve rüşvet iddiasıyla başlattığı soruşturma kapsamında Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın oğlu Bilal Erdoğan'ı şüpheli sıfatıyla ifadeye çağırmak üzere bir belge hazırladı. Operasyondan kısa süre sonra ise Başbakan Erdoğan ile oğlu Bilal Erdoğan arasında geçtiği iddia edilen ve montajla hazırlanmış olan ses kaydı internet üzerinden yayınlandı. Böylece paralel yapı tarafından hazırlanan yolsuzluk kumpasının esas hedefinin Erdoğan olduğu anlaşıldı. Aralarında medya yöneticilerinin, 3. köprü, 3. havalimanı gibi büyük projelere imza atan iş adamlarının, Bilal Erdoğan ve sanatçı Orhan Gencebay'ın da olduğu 96 kişiye, Özel Yetkili Savcı Muammer Akkaş 25 Aralık sabahı gözaltı kararı aldırdı. Fakat Savcı Akkaş'ın gözaltı kararları, 17 Aralık’tan sonra tasfiye edilen Fetullahçı polislerin yerine gelen polisler tarafından uygulanmadı. Gazeteler ertesi gün İstanbul Emniyeti’nde örgüte mensup polislere karşı çetin bir mücadele verildiğini yazmıştı. 25 Aralık soruşturmasındaki yüzlerce dinleme kararı Süleyman Karaçöl ve Menekşe Uyar isimli hakimlerin imzasıyla alınmıştı. 3. kişi sıfatıyla yasal olmayan bir şekilde iletişimleri tespit edilen Türkiye Cumhuriyeti'nin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, Bakanlar Binali Yıldırım, Ömer Çelik ve Muammer Güler haklarında hiç bir karar olmaksızın uzun süre dinlenen isimlerdi. Bu görüşmeler tape haline getirilip depolanmıştı.

Kara propaganda günleri başlıyor

İnternet üzerinden de ses kayıtlarını yayınlamayı sürdüren örgüt, böylece Türkiye’de büyük bir yolsuzluk yapıldığı algısını yaydı. Hükümetin yolsuzluk kılıfı altında girişilen komplo girişimine karşı ortaya koyduğu tavrı ise “hükümet yolsuzlukların üstünü örtüyor”, “yolsuzluklar ortaya çıkınca hükümet cemaate saldırdı”, “yolsuzluğu ortaya çıkaran savcılar görevden alındı” gibi söylemler kullanarak hükümetin yolsuzluğu örtbas etmeye çalıştığı yönünde propaganda yaptı. Savcıların görevden alınmasına sert tepki gösteren Gülen medyası, ismi geçen savcıları ise sahiplenmeye ve savunmaya başladı. Diğer yandan da AK Parti’nin zor durumda kalması için paralel yapıya yakınlığı ile bilinen milletvekilleri İdris Naim Şahin, Ertuğrul Günay, Haluk Özdalga, Ahmet Öksüzkaya ve Erdal Kalkan’da AK Parti’den istifa etti.

Erdoğan: Devlette ‘paralel yapılanma’ var

AK Parti’yi, Hükümeti ve Devleti hedef alanların tanımını ise Başbakan Erdoğan yapmıştı. 27 Aralık günü Manisa’daki toplu açılış töreninde konuşan Erdoğan, devlet içindeki Fetullahçılar için “devlet içinde paralel bir yapılanma” ifadesini kullanarak mücadelenin kimler ile yapılacağının da işaretini veriyordu.

'Bunlar Haşhaşiler gibi devlete sızdılar'
OYNAT 00:02:36
'Bunlar Haşhaşiler gibi devlete sızdılar'
Yeni Şafak
Dönemin Başbakan Erdoğan 14 Ocak 2014'te Ak Parti Grup Toplantısında yaptığı konuşmada FETÖ'yü Selçuklu döneminde devlet kurumlarına sızmış olan Haşhaşiler'e benzetti. Erdoğan, yargı içerisinde kurulmak istenen yeni vesayet yapılanmasına sert tepki gösterdi.

Bir yandan paralel yapının hükümete yönelik darbe girişimi önlenirken, diğer yandan da yargı ve emniyet içerisindeki yapılanmasına karşı önlemler alınmaya başlandı. Bu operasyon sonrası sözde cemaat mensupları tarafından devlet içindeki kadrolaşmasının tehlikesi de anlaşıldı. Hükümet, Gülencilerin yargı içerisindeki örgütlenmesi karşısında, 29 Ocak 2014'te soruşturma savcısı Celal Kara, 11 Şubat 2014 tarihli HSYK kararnamesi ile de, soruşturma iznini veren İstanbul Cumhuriyet Başsavcıvekili Zekeriya Öz'ün aralarında bulunduğu 166 hâkim ve savcının görev yerini değiştirdi. Emniyette yapılan operasyon çerçevesinde ise aralarında paralel yapıya mensup olan Yakup Saygılı, Kazım Aksoy, İbrahim Şener, Mustafa Demirhan, Arif İbiş ve Mahir Çakalı görevden alındı. Kısa süre sonra ise İstanbul Emniyet Müdürü Hüseyin Çapkın merkeze alındı. Emniyet içerisinde kadrolaşan paralel yapıya mensup bini aşkın polisin de görev yerleri değiştirildi.

Batı Gülen ile iş tuttu

İktidarı yolsuzluk kumpası üzerinden düşürmek isteyen ancak bu hedefine ulaşamayan paralel devlet yapılanması bundan sonraki stratejisini çok geniş bir algı ve karalama operasyonu üzerine kurdu. Gülenciler, 17-25 Aralık sonrasında kendilerinin ‘masum’ olduklarını, ‘Başbakan Erdoğan’ın yolsuzluk yaptığının ortaya çıkmasıyla’ iktidarın kendilerini hedef almaya başladığını iddia etti. Paralel yapı, özellikle iç kamuoyunda ve uluslararası alanda “Erdoğan’ı yolsuzluğa bulaşmış bir lider” olarak tanımlamaya başladı. Bu noktada Gezi olaylarında yaşanan tartışmaları da kullanıma sokan paralel yapı, Erdoğan’ın son dönemde otoriterleşmeye başladığını, kendilerinin Erdoğan’ın kurmak istediği otoriter rejimin önündeki son engel olduğunu savundular. Böylece Erdoğan’ı ‘diktatör’ söylemi üzerinden ‘öteki’ olarak kodlayan paralel yapı, kendilerini ve kurdukları cepheyi ise ‘meşru’ ve ‘Erdoğan karşısında desteklenmesi zorunlu olan son kale’ olarak gösterdiler. Bu söylemi yüksek tonda dile getiren paralel yapı, yurt dışında sahip oldukları ilişki ağı sayesinde özellikle Batı dünyasında etkili oldular. Erdoğan’ın izlediği politikalarla Türkiye’yi Batı’dan uzaklaştırmaya çalıştığı algısını inşa etmeye çalışan paralel yapının bu söylemi, Batı’daki birçok kurum tarafından da desteklendi. ABD ve AB, paralel yapının kumpaslardan sonra sıkça kullandığı ‘demokrasi, insan hakları, basın özgürlüğü’ gibi kavramlar üzerinden Türkiye’yi hedef almaya başladı.

MİT TIR'larına baskın ve Dışişleri toplantısı

17 ve 25 Aralık’ta amacına ulaşamayan paralel yapı 19 Ocak 2014’te yeni bir saldırı başlattı. Adana Cumhuriyet Başsavcısı Süleyman Bağrıyanık Türkiye’den Suriye’deki Bayırbucak Türkmenlerine yardım götüren MİT TIR’larının durdurulması emrini verdi. Kırıkhan Savcılığı’nın emriyle 125 kişiden oluşan jandarma ekipleri tarafından durdurulan TIR’larda arama yapılmak istendi. Hatay Valisinin, personelin MİT personeli olduğu ve araçların MİT'e ait olduğunu belirtilen talimat yazısıyla TIR aranması önlendi. Ancak, Adana TMK Savcısı Özcan Şişman'ın Kırıkhan'a ulaşmasıyla, TIR’ın önü bu sefer polislerce kesildi. MİT’in devreye girmesiyle birlikte, ‘silah taşıdığı’ iddiasıyla zorla arama yapılmak istenen tırlar yoluna devam etti. Olayla ilgili ortaya çıkan görüntüler, içinde paralel yapıya ait medyanın da bulunduğu kuruluşlar tarafından, ‘Türkiye terör örgütlerine silah veriyor’ şeklinde verilmeye başlandı. Böylece, Türkiye’nin Suriye’de başta DEAŞ olmak üzere birçok terör örgütüne silah verdiği, söz konusu tırların da bu örgütlere silah taşıdığı savunuldu.

Paralel yapıya mensup emniyet ve yargı mensuplarının servis ettiği bilgiler de başta Zaman gazetesi olmak üzere paralel yapıya ait medya kuruluşları tarafından paylaşıldı. Böylece uluslararası alanda Türkiye’yi terörizm ile özdeşleştirmeye çalışan paralel yapı Türkiye'nin El Kaide'ye ve diğer terör örgütlerine yardım ettiği iddiasını dolaşıma soktu.

Hain girişimi bir adım ileri taşıyan paralel yapı olayla ilgili bilgi ve belgeleri Cumhuriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Can Dündar’a servis ederek, olaya yeni bir boyut

kazandırdı. Dündar’ın yayın yönetmeni olduğu Cumhuriyet, 29 Mayıs 2015’te MİT tırları ile ilgili ‘İşte Erdoğan’ın yok dediği silahlar’ manşeti ile çıktı. Bayırbucak Türkmenlerine yardım götürdüğü bizzat Bayırbucak Türkmenlerince de doğrulanmasına rağmen Cumhuriyet gazetesi paralel yapının verdiği ‘casusluk’ belgelerini yayınlayarak Türkiye'nin terörizme destek verdiğini savundu.

Dışişleri Bakanlığı'ndaki toplantıyı dünyaya servis etti

27 Mart 2014’de gelindiğinde ise bu sefer 30 Mart yerel seçimlerine ayarlı olarak yapılmış olan ve hükümeti hedef alan bir ses kaydı internette yayınlandı. Dışişleri Bakanlığı’nda gerçekleşen, dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, MİT Müsteşarı Hakan Fidan, Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Ferdidun Sinirlioğlu ve Genelkurmay 2. Başkanı Orgeneral Yaşar Güler'in katıldığı toplantıyla ilgili ses kayıtlarını yayınlayan paralel yapı, Türkiye’nin Suriye politikasını hedef aldı. Suriye krizinin tartışıldığı ve Süleyman Şah Türbesi ile ilgili gelişmelerin ele alındığı toplantı ile ilgili ses kaydını yayınlayan paralel yapı iktidarın ‘Seçim için savaş planladığı’ algısını oluşturmaya başladı. Böylece, paralel yapı tarafından Türkiye’nin Suriye politikasına darbe vurulmak istendiği gibi, ulusal güvenliğine de ciddi bir saldırı gerçekleştirildi. Devletin en mahrem toplantısının ses kayıtlarını yayınlayan paralel yapı, uluslararası alanda da ‘Türkiye’nin Suriye’ye dönük saldırı gerçekleştirebileceği” propagandasını yapmaya başladı.

Paralel ihanet: Fetullahçı Terör Örgütü

Türkiye’nin Suriye siyasetini hedef alan bu saldırılar ile birlikte bir yandan dış kamuoyunda Türkiye’nin aleyhine bir cephe kurulmak istenirken, diğer yandan da içeride Erdoğan ve iktidarın seçimi kazanmak için Türkiye’yi savaşa sokacağı algısı yerleştirilmeye çalışıldı. Bu hain girişimler karşısında 30 Nisan 2014’te gerçekleşen MGK Toplantında ‘Paralel Devlet Yapılanması’nın ülkenin milli güvenliğine büyük tehdit oluşturduğu ifade edildi. Böylece paralel devlet yapılanması güvenliği tehdit eden ‘terör örgütleri’ listesine girerken, MGK kararı ile “milli güvenliğimizi tehdit eden ve kamu düzenini bozan iç ve dış legal görünüm altında illegal faaliyet yürüten paralel yapılanmalar ve illegal oluşumlar ile yürütülen mücadelenin kararlılıkla sürdürüleceği” vurgulandı.

Paralel yapının seçim hamlesi: 30 Mart

30 Mart yerel seçimlerine gidilirken, tarihinin en kritik süreçlerinden birini yaşayan Türkiye, bir yandan Suriye kriziyle diğer yandan da paralel yapı ile mücadele ediyordu. 17-25 Aralık süreci ile başlayan ve MİT TIR'larıyla tırmanan gerilim, içeride büyük bir kutuplaşmaya neden oldu. Paralel devlet yapılanması bu dönemde Başbakan Erdoğan ve iktidar karşıtı geniş bir cephe oluşturmaya ve Türkiye'yi hem içeride hem de dışarıda krize sokacak adımlar atmaya devam etti. 30 Mart yerel seçimlerinin yaklaşıyor olması nedeniyle algı operasyonlarına hız veren paralel yapı, medya üzerinden büyük çaplı saldırılar başlattı. Bu noktada paralel yapının amacı özellikle iki büyük şehirde (İstanbul ve Ankara) AK Parti’ye büyük bir darbe indirerek, Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesi iktidarı zayıflatmaktı. Bu çerçevede AK Parti karşıtı geniş ölçekli bir propaganda faaliyeti yürüten paralel yapı, muhalefet partileriyle de işbirliğinin yolunu arıyordu. Paralel yapı bu süreçte hem medya yoluyla hem de bastıkları broşür ve kitapçıklarda yolsuzluk iddiaları, MİT TIR'ları, basın özgürlüğü ve Suriye politikası gibi konulara yer

vererek AK Parti’yi yıpratma çalışmalarını sürdürdü. Diğer taraftan da medya üzerinden AK Parti ve Erdoğan ile ilgili yeni iddiaları dolaşıma soktu.

Paralel devlet yapılanmasının bu süreçteki bir diğer propaganda yöntemi ise kendi oy oranlarının yüzde 15’leri bulduğu ve bu nedenle AK Parti’nin bu seçimde büyük bir oy kaybına uğrayacağı iddiasıydı. Özellikle 2010 Anayasa referandumuna göndermede bulunan paralel yapı mensupları bu dönemde kendilerinin verdiği destek sayesinde referandumda 'Evet' çıktığını iddia ediyordu. Paralel yapıya göre AK Parti özellikle Ankara ve İstanbul’da büyük bir oy kaybı yaşayacaktı. Bunun gerçekleşebilmesi için de siyasi partilerle ittifak arayışına giren paralelciler, bu süreçte yer yer arzu ettikleri desteği de gördüler. Ancak 30 Mart yerel seçimlerinin sonuçları, paralelcilerin oy tabanının iddia ettikleri kadar büyük olmadığını, AK Parti ve iktidarın söz konusu algı operasyonların da etkilenmediğini ve halktan büyük destek almaya devam ettiğini gösterdi.

Paralel yapının Cumhurbaşkanlığı seçimleri stratejisi

Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesi ise paralel yapının en büyük stratejisi üç siyasal partinin, CHP, MHP ve HDP'nin Erdoğan karşısında ortak bir adayla çıkmasına dönüktü. Bu üç partinin ortak aday çıkarması için uzun bir süre girişimlerde bulunan paralel yapı, özellikle medya üzerinden bu yönde propaganda faaliyetleri yürüttü. Erdoğan karşıtı bir cephe oluşturmaya çalışan paralel yapı, bu noktada sosyal medyayı etkili bir şekilde kullandı.

Twitter’da ortaya çıkan Fuat Avni isimli paralel yapıya mensup olduğu ortaya çıkan bir hesaptan Başbakan Erdoğan ve hükümet hakkında aleyhte propaganda başlatıldı. Bu proje ile cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesi Erdoğan yıpratılmaya çalışıldı. İçeriden biri olduğunu ve gerçekleştiğini iddia ettiği bilgileri paylaşan Fuat Avni, Erdoğan’ı ‘Yezid’ olarak tanımlıyor ve sürekli olarak yaptığı yeni planlar ile ülkeyi kaosa sürüklemeye çalıştığını iddia ediyordu. Bu bilgiler medya üzerinde geniş yer buluyor ve Erdoğan karşıtlığı daha da körükleniyordu. Özellikle bu noktada devam eden Başkanlık sistemi tartışmalarına da gönderme yapan paralel yapı, Erdoğan’ın bir 'diktatör' olarak tanımlamaya başladı. Bu çerçevede Erdoğan’ı durdurulması gereken bir aktör olarak tanımlayan paralel yapı, muhalefete ve iç kamuoyuna da Erdoğan’ı durduracak farklı bir ismi desteklemeleri çağrısında bulunuyordu. Bu noktada CHP ve MHP'nin ortak aday çıkarma uzlaşısı arayışına HDP’nin de eklenmesini yönünde uzun bir süre propaganda yapıldı. Ancak paralel yapı, CHP ve MHP’nin Ekmeleddin İhsanoğlu ismi üzerinde uzlaşması ve HDP’nin Selahattin Demirtaş'ı aday göstermesi karşısında ‘ortak aday’ fikri konusunda beklediği desteği alamadı.

Bu süreçten sonra bir yandan sağ muhafazakar kitleyi çekebileceği düşüncesi ile İhsanoğlu’nun adaylığını olumlu bulan paralel yapı, diğer yandan da Demirtaş’ı Erdoğan’ın seçilme şansını zayıflatma da en önemli silah olarak gördü. Bu çerçevede İhsanoğlu’na zımni destek sunan paralel yapı, diğer taraftan Selahattin Demirtaş üzerinden büyük bir propaganda faaliyeti yürüttü. Medyada Demirtaş’a daha fazla yer vermeye başlayan paralelciler, Erdoğan’ın ilk turda seçilmesini engellemeye çalışarak Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesi son kozunu oynadı.

Erdoğan düşmanlığına yeni kılıf

Yerel ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde AK Parti’ye ve Erdoğan’a istediği darbeyi indiremeyen paralel yapı, 10 Ağustos Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden Erdoğan’ın -%52 oy oranıyla- zaferle ayrılmasından sonra yeni bir söylem ile saldırılarına devam etti. Bundan sonraki süreçte paralel yapının en fazla gündeme getirdiği konu ise Cumhurbaşkanlığı Külliyesi oldu. Medya ve sosyal medya üzerinden Külliyeyi ‘kaçak saray’, ‘Yezid’in sarayı’ diye niteleyen ve Erdoğan’ın 'kendisi için saray inşa etti'ğini iddia eden paralelciler, Erdoğan karşıtı cepheyi genişletmeye çalıştı.

Yeni dönemdeki temel stratejileri 'Erdoğan’ın tek adam rejimi kurmak istediği' fikrine dayanan paralel yapı, bu çerçevede Erdoğan’ın Başkanlık sistemini kendisi için istediğini savunmaya başladı. Başkanlık sisteminin gelmesi halinde, Erdoğan’ın diktatörlük kuracağını, Türkiye’yi büyük bir kaosun içine sürükleyeceğini ve Türkiye’yi Batı’dan kopartacağını dile getirdiler.

7 Haziran-1 Kasım: Kaos planı

Türkiye’de Cumhurbaşkanlığı seçimi sonrası paralel yapılanma ile de daha etkili bir mücadele dönemi başladı. Daha önce MGK kararı ile Türkiye’nin milli güvenliğine tehdit olarak kabul edilen paralel devlet yapılanması Ocak 2015’te Kırmızı Kitap’taki yerini buldu. Böylece paralel devlet yapılanması Türkiye’nin Milli Güvenlik Siyaset Belgesi'ne ulusal güvenliği tehdit eden bir unsur olarak eklendi.

Bundan sonraki dönemde paralel devlet yapılanmasına ait kurum ve kuruluşlarla daha etkin mücadele edilmeye başlandı. Özellikle yargı alanında yapılan değişiklikler ile Özel Yetkili Mahkemeler kaldırıldı. Bu durum paralel devlet yapılanmasının emniyet ve yargı içerisindeki etkinliğini kırmaya dönük önemli bir işlev gördü. Emniyete sızmış olan birçok paralel yapı mensubunun görev yerleri değiştirildi. Birçok isim ise pasif olan noktalara çekildi. Ancak, söz konusu paralel emniyet mensuplarının görev yerleri değiştirilirken, birçok örgüt mensubunun Doğu ve Güney Doğu illerine atanması Çözüm Sürecini olumsuz etkilemeye başladı. Paralel yapı mensubu emniyet mensupları yeni görev bölgelerinde Çözüm Sürecini baltalayacak girişimlerin içerisinde yer aldı. Özellikle 7 Haziran seçimlerine gidilen bir süreçte bu durumun bölgedeki etkisi çok değişken oldu. Nitekim 7 Haziran öncesi siyaset alanında yaşanan gelişmeler Çözüm Sürecine doğrudan yansırken, paralel yapı tarafından da Çözüm Süreci, AK Parti karşıtlığı için kullanılan bir alana dönüştü. 7 Haziran seçimlerinde AK Parti’nin zayıflamasını isteyen paralel yapı, bir yandan HPD ile aynı cephede yer alırken, diğer yandan da PKK’nın saldırıları nedeniyle başlayan çatışmaları kullanmaya başladı.

7 Haziran seçimlerine gidilen süreçte paralel devlet yapılanması için en önemli stratejik hedef AK Parti’nin iktidar olmadığı yeni bir düzendi.

Bunun için muhalefete büyük destek sağlayan ve AK Parti karşıtı faaliyetlere ağırlık veren paralel yapı, başta HDP olmak üzere birçok kesimle de işbirliğine yöneldi. Özellikle, HDP’nin barajı geçerek TBMM’ye girmesinin, AK Parti’nin tek başına iktidar olamayacağı anlamına geleceğinden, paralel yapı için en önemli ortak olarak HDP’yi ön plana çıkardı. HDP’nin Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı hedef alan ‘Seni Başkan Yaptırmayacağız!’ söyleminin AK Parti karşıtı cephede oluşturduğu etki de göz önüne alındığında, paralel yapı için HDP desteklenebilir bir aktör haline geldi. Bundan sonraki süreçte medya üzerinden HPD propagandası yapmaya başlayan paralel yapı, birçok HDP’li ismi kendi TV kanallarına çıkararak propaganda faaliyetlerini yoğunlaştırdı. Paralel yapının önemli medya kuruluşlarından Zaman gazetesinin eski genel yayın yönetmeni Ekrem Dumanlı, Diyarbakır’a giderek birçok HDP/DBP’li isimle toplantılar gerçekleştirdi. 7 Haziran’a kadar devam eden süreçte birçok medya kuruluşu ve paralel yapı Selahattin Demirtaş üzerinden HDP’yi etkili bir aktör olarak sundu. Uluslararası alanda da Demirtaş ve HDP’ye yönelen ilgide büyük bir artış yaşandı. Bu durum 7 Haziran öncesi HDP’nin büyük oy artışı ile sonuçlandı. 7 Haziran seçimlerinde HDP’nin barajı aşması ile birlikte paralel devlet yapılanması en önemli hedefine ulaşmış oldu. AK Parti’nin 256 milletvekili kazanmasına rağmen hükümeti kuramaması ve olası koalisyon hükümeti en çok paralel yapının işine yaradı.

Koalisyon tartışmaları ve 'yüzde 60’lık' blok söylemi

AK Parti’nin tek başına hükümeti kuramamasından sonra AK Parti ile muhalefet partileri arasında koalisyon görüşmeleri başladı. Paralel yapı koalisyon tartışmalarının yaşandığı süreçte iki farklı bloğun temsilciliğini yapan MHP ile HDP’yi bir araya getirecek formül arayışlarına yöneldi. Paralel yapı CHP, MHP ve HDP’li bir üçlü koalisyon için bastırırken, bu üç partinin yüzde 60’lık bloğu oluşturduğu sürekli gündemde tutuldu. CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu bu süreçte yüzde 60’lık bloğun bir araya gelebileceğini ifade ederken, MHP ise HDP’li bir koalisyonun parçası olmayacağını belirtti. AK Parti-CHP koalisyon görüşmelerinin başarısız olması ve paralelin en çok istediği üçlü koalisyon ihtimalinin gerçekleşmemesi ise erken seçimlerin yapılmasına neden oldu. 1 Kasım seçimlerinin ardından AK Parti yeniden tek başına iktidar olmayı başarırken, paralel yapı ile mücadelede de yeni bir süreç başlamış oldu. Bundan sonraki dönemde Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’ne terör örgütü olarak giren paralel yapıya ait kurum ve kuruluşlara karşı daha etkili önlemler alındı.

FETÖ ile mücadele

Gülen-İpek ortaklığı: Paralel medya

2000’li yılların başına gelindiğinde Samanyolu TV, Zaman, Sızıntı ve Aksiyon gibi medya organlarına sahip olan paralel yapı, 2000’li yıllarda medya alanında daha da güçlendi. Paralel yapı bu dönemde Samanyolu TV’nin STV Avrupa, STV Amerika, S Haber, Mehtap TV, Ebru TV, Yumurcak TV, Küre TV, Hazar TV, Kürtçe Dünya TV, MC TV gibi yeni TV kanalları açtı. Yazılı basında da önemli bir büyüme sağlayan Zaman gazetesinin 2010’lu yıllarda 1 milyonun üzerinde satış yaptığı iddia ediliyordu. Zaman gazetesinin altında yayınlamaya başlanan Today’s Zaman ise paralel yapılana örgütün dünyaya açılmasını ve uluslararası alanda da takip edilmesini sağladı. Diğer taraftan paralel yapının önemli isimlerinden olan Akın İpek’in sahip olduğu Koza Holding tarafından 2005 yılında Bugün gazetesi satın alınarak, cemaatin medya ayağına güç kazandırıldı. Akın İpek, 2008 yılında ise Kanaltürk’ü satın alarak medya sektöründe daha da büyüdü. Koza Holding 2009 yılında ise Bugün TV’yi kurdu. Böylece Samanyolu Yayın Grubu ve Feza Gazeteciliğin yanı sıra Koza Holding bünyesinde de kanal sahibi olan paralel yapı ana akım medya arasına girmeye çalıştı.

Paralel yapı aynı zamanda Zaman gazetesini Avrupa ülkelerinde de yayınlamaya başladı. Almanya, Fransa, Belçika gibi çok ülkede Zaman gazetesi haftalık şekilde yayınlandı. Böylece paralel yapı, hem Türkiye’de hem de uluslararası alanda güçlü bir medya yapılanması kurdu. Örgütün faaliyetleri ile ilgili propaganda faaliyetlerini medya üzerinden yürüten paralel yapı, geniş kitlelere erişme imkanına kavuştu. Örgütün diğer bir önemli yayın organı ise 2007 yılında kurulan Taraf gazetesi oldu. Taraf gazetesi kurulduğu günden itibaren yayınladığı askeri belgelerle dikkat çekti. Ergenekon Davası ile başlayan süreci takip eden Balyoz, KCK ve İnternet Andıcı gibi davalara konu olan iddialar eş zamanlı olarak Taraf gazetesi tarafından haberleştirildi. Özellikle Balyoz Davası öncesi Mehmet Baransu’nun yayınladığı haber ve içinde belgelerin olduğunu iddia ettiği bavul fotoğraflarıyla gündeme gelmişti. Paralel yapı tarafından kurulan Taraf gazetesi operasyon gazeteciliği yapan bir medya kuruluşu halinde faaliyet yürüttü. 2014 yılından sonra ise Karşı ve Meydan gazeteleri kuruldu.

Balyoz, KCK, İnternet Andıcı ve Şike gibi davaların devam ettiği süreçte paralel yapıya ait medya organları etkin bir rol üstlendi. Davalara konu olan iddiaları gazete ve TV kanallarında çarpıcı detaylarla gündeme getiren paralel yapının medyası davaların gidişatını da etkiledi. Paralel yapının devlete sızmış olan mensuplarının başlattığı operasyonun medya ayağını oluşturan bu gazete ve dergiler, 17-25 Aralık ve sonrası süreçte yoğun propaganda faaliyeti yürüttü. Devletin MGK kararı ile bu yapıyı terör örgütü olarak kabul etmesi ile birlikte bu medya kurumlarına karşı da etkili önlemler alındı.

8 Ekim 2015 yılında Samanyolu TV, S Haber, Mehtap TV, Yumurcak TV, Kanaltürk ve Bugün TV gibi paralel örgüte ait kanallar Digitürk’ten çıkarıldı. 28 Ekim 2015 yılında ise Akın İpek’e ait olan Kanaltürk ve Bugün TV’ye hükümet tarafından kayyum atandı. Böylece paralel yapının medya organlarına yönelik ilk etkili adım atılmış oldu. Daha sonra her iki TV kanalının yayınları kesildi. Bu karardan kısa bir süre sonra ise 14 Kasım 2015’te Samanyolu Yayın Grubu’na ait 13 TV kanalı TÜRKSAT uydusundan çıkarıldı. 7 Mart 2016’da ise mahkeme kararı ile paralel örgütün en önemli yayın organı olan Zaman gazetesine ve Cihan Haber Ajansı’na kayyum atandı. Böylece FETÖ’nün medya organlarına el konularak, içerideki propaganda alanları daraltıldı. Zaman gazetesine kayyum atanmasından sonra Zaman gazetesinin önünde toplanan örgüt mensupları hükümet aleyhine gösterilerde bulunurken, ortaya çıkan görüntüler Batı medyasına servis edildi. Örgüt mensubu gazeteciler AB kurumlarına ve Batı medyasına yazdıkları mektuplarla Türkiye’yi Batıya şikâyet etti. Türkiye’de hükümeti devirmeye yönelik girişimlerin içerisinde yer alan ve 2015 yılından itibaren terör örgütü olarak kabul edilen FETÖ, medya organlarına kayyum atanmasından sonra ise ‘basın özgürlüğü’ üzerinden Türkiye’yi uluslararası alanda yalnızlaştırmaya çalıştı. FETÖ’nün propaganda faaliyetleri sonucu Batılı birçok ülke, Türkiye aleyhinde açıklamalarda bulunarak, FETÖ’yü sahiplendi. FETÖ’nün 15 Temmuz darbe girişiminde bulunmasından sonra ise FETÖ’ye ait diğer kurum ve kuruluşlarda olduğu gibi medya organları da KHK’larla kapatıldı.

FETÖ'nün haberleşme ağı: BayLock
OYNAT 00:02:11
FETÖ'nün haberleşme ağı: BayLock
Yeni Şafak
Milli İstihbarat Teşkilatı, 215 binin üzerinde FETÖ mensubunun gizli haberleşme ağı BayLock üzerinden iletişim kurduğunu ortaya çıkardı. MİT'in BayLock uygulamasını deşifre etmesinin ardından FETÖ'cülerin yeni bir haberleşme ağı üzerinden iletişime geçtikleri ihtimali üzerinde duruluyor.

15 Temmuz Darbe Girişimi

15 Temmuz gecesi FETÖ’cü hain askerler tarafından hükümeti devirmeye yönelik bir darbe girişimi başlatıldı. İstanbul’da Fatih Sultan Mehmet ve Boğaziçi Köprülerini kapatan askerler, Ankara’da Cumhurbaşkanlığı Külliyesi, MİT Müsteşarlığı, TBMM, Gölbaşı Polis Okulu ve TÜRKSAT’ı bombaladı. TRT binalarını ele geçiren cuntacılar, yayınladıkları korsan bildiri ile yönetime el koyduklarını ve sıkıyönetim ilan edildiğini duyurdu. Başbakan Binali Yıldırım, darbe girişiminin hemen ardından yaptığı açıklama ile söz konusu girişimin ‘bir azınlık grup’ tarafından yapıldığını duyurdu.

Cumhurbaşkanı Erdoğan saat 00:26’da yaptığı açıklamada FETÖ’cü darbe girişimine karşı halkı meydanlara çağırdı. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın çağrısı ile sokaklara çıkan halk, darbecilere karşı şanlı bir direniş sergiledi. Darbe girişimi sırasında cuntacılar milletin vergisiyle alınan silahları millete doğrulttu. Darbe gecesi 248 kişi FETÖ’cü hainler tarafından şehit edilirken, 2000’nin üzerinde kişi ise yaralandı. FETÖ terör örgütü karşısında hükümetin ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kararlı tavrı ile 2013 yılından beri FETÖ’ye karşı verilen mücadele daha da güçlendirildi. FETÖ ile kapsamlı bir mücadele yürütmek amacıyla OHAL ilan eden hükümet, başta devlete sızmış olan FETÖ mensupları olmak üzere Türkiye’de FETÖ’ye ait birçok kurum ve kuruluşa karşı etkili tedbirler aldı. 15 Temmuz darbe girişiminin arkasından MEB, FETÖ’ye ait bütün okullara el koydu ve buralarda çalışan FETÖ mensubu öğretmenlerin çalışma izinlerini iptal etti.

FETÖ ile mücadele dönemi

15 Temmuz darbe girişiminin ardından FETÖ'cü darbecilerin yanı sıra FETÖ'ye ait kurum ve kuruluşlarla da mücadele yapıldı. Türkiye'de son 40 yıllık süreçte başta okul, dershane, kolej, medya, finansal şirketler ve bankalar olmak üzere birçok alanda etkin bir yapılanmaya erişen FETÖ, bu kurum ve kurulular sayesinde 11 milyar dolarlık bir gelir elde ediyordu. Özellikle eğitim alanında etkin olan FETÖ'nün Türkiye’de sayıları binlerle ifade edilen okulları mevcuttu. 15 Temmuz'un ardından bu kuruluşlara yönelik etkili tedbirler almaya başlayan MEB, FETÖ’ye ait bütün okullara el koydu ve buralarda çalışan FETÖ mensubu öğretmenlerin çalışma izinlerini iptal etti.

Finansal alanda da 1970'li yıllardan itibaren etkin olmaya çalışan FETÖ, 2000’li yıllara gelindiğinde güçlü bir finansal alt yapı oluşturmuştu. FETÖ, 1980’lerden itibaren açtığı basın-yayın kurumları ve medya şirketleri üzerinden büyük bir gelir elde etti. 1990’lı yıllarda orta ölçekli firmalar, elde ettikleri kârlarının artması ile holdingleşmeye başladı. Ve artık cemaat olarak bilinen yapının yerini holdingleşmiş bir düzen almaya başladı. Zamanla Kaynak Holding, Koza Holding, Feza Gazetecilik A.Ş, AKFA Holding, Fi Yapı, Aydınlı Grup, Eroğlu Holding, Güllüoğlu Baklavaları, Seyidoğlu Baklavaları ve Boydak Holding gibi büyük şirketler ortaya çıktı. FETÖ mensubu iş adamları 2005 yılında TUSKON adı altında bir çatı dernek kurdu.

Bu dönemde TUSKON çatısı altında 150 işadamı derneği ve bünyesinde faaliyet gösteren 1200 işadamını temsil ediyordu. FETÖ’ye yakınlığı ile bilinen iş adamları ilk olarak federasyonlaşma sürecini başlattı. Daha sonra Türkiye′nin coğrafi dağılımı doğrultusunda Marmara, Ege, Karadeniz, Akdeniz, İç Anadolu ile Doğu ve Güney Doğu Anadolu bölgelerinde bir araya gelen iş adamları MARİFED, ESİDEF, KASİF, ANSİFED, DASİDEF, GÜNSİAF gibi isimler altında bütünleşerek federasyonlar oluşturdu.Örgütün dünyaya açılması ile birlikte okulların bulunduğu bölgelerde yapılan lobi faaliyetleri sayesinde yurt dışında yatırım yapmaya başlayan FETÖ mensupları, uluslararası alanda da etkinliklerini artırdı. FETÖ okullarının bulunduğu birçok ülkede FETÖ’ye yakın iş adamlarının yatırımları gerçekleştirildi. FETÖ’nün buradaki kuruluşları ve kurduğu lobi ağı bu imkânı ortaya çıkarmada büyük bir rol üstlendi. FETÖ’nün yurt dışında güçlenmesi ile birlikte Türkiye’den yurt dışına yatırım yapmak isteyen iş adamları FETÖ üzerinden bağlantılarını sağlamaya başladı. Böylece Türkiye’den yurt dışına yatırım için giden iş adamları FETÖ’nün burada kurduğu lobilerle bağlantı kuramadan yatırım yapamaz hale geldi. Bu güç, zamanla FETÖ’nün birçok iş adamı ile yakın ilişki kurmasını ve finansal destek noktasında bu iş adamlarından da yararlanmasını sağladı.

TUSKON’a üye olan iş adamları, FETÖ’nün uluslararası alandaki mensuplarının aracılığıyla daha kolay yatırım yapma imkânına kavuştu. Başta Afrika ve Orta Asya olmak üzere birçok bölgede FETÖ mensubu iş adamları 2000’li yıllarda büyük bir atılım gerçekleştirdi. Devletin de iş adamlarını yurt dışına yatırım yapmaya teşvik etmesi ve desteklemesi bu noktada TUSKON’un işini daha da kolaylaştırdı. Böylece hem içerideki hem de uluslararası alandaki yatırımları sayesinde etkin bir güce dönüşen TUSKON’un FETÖ’ye verdiği finansal destekte de büyük artış yaşandı. 2013’te FETÖ’nün hükümete karşı başlattığı ve 15 Temmuz 2016’da darbe girişimi ile sonuçlanan saldırılara ve darbelere en büyük destek de bu kesimlerden geldi. FETÖ’nün girişimlerine karşı hükümetin aldığı tedbirleri eleştiren TUSKON, hükümeti ve Erdoğan’ı eleştiren ve FETÖ’yü temize çıkaran çıkışlarda bulundu. Özellikle Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın FETÖ yapılanması için söylediği “inlerine gireceğiz” sözleri üzerine TUSKON Başkanı ve FETÖ mensubu Rızanur Meral, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'a yönelik "Yakında kimlerin inlerde yaşadığını herkes görecek" demişti. Samanyolu TV’nin canlı yayınladığı TUSKON toplantısında konuşan Meral, FETÖ’yü sahiplenmiş ve salonda bulunan FETÖ’cü iş adamları tarafından ayakta alkışlanmıştı. Bu durum büyük bir tepki toplarken, FETÖ tehdidinin ulaştığı boyutları da gözler önüne sermişti. FETÖ’nün 15 Temmuz darbe girişimi sonrası OHAL ilan eden hükümet başta TUSKON üyesi FETÖ mensubu iş adamları olmak üzere FETÖ ile bağlantılı olan iş adamlarına yönelik operasyon başlattı. Bu çerçevede FETÖ’ye destek verdikleri tespit edilen iş adamlarının mal varlıklarına el konularak, FETÖ’nün finansal ayağına da büyük bir darbe indirildi.

Devletin FETÖ ile en güçlü mücadelesi ise bürokrasi, emniyet, TSK ve yargı içerisindeki FETÖ'cülere karşı oldu. 40 yıllık sızma faaliyeti sonucu devlet içerisinde sayıları yüzbinlere ulaşan FETÖ mensuplarının tasfiyesi, 15 Temmuz sonrası en önemli hedef oldu. Bu çerçevede yargı, emniyet, TSK, bakanlıklar ve devletin diğer birimlerinde büyük bir temizlik gerçekleştirildi. Özellikle FETÖ'cülerin gizli iletişim ağı ByLock'u kullandığı tespit edilen kişilere yönelik etkili tedbirler alındı. FETÖ yapılanması içerisinde yer aldığı tespit edilen kişilerin ortaya çıkarılması ile birlikte, devlet içerisindeki hain yapının tasfiyesinde büyük bir ilerleme sağlandı. Ortaya çıkan veriler ışığında FETÖ'nün uluslararası alandaki yapılanmasına karşı da yeni bir strateji geliştirilmeye başlandı. 170 farklı ülkede yapılanan FETÖ'nün bu ülkelerdeki kurum ve kuruluşlarına karşı söz konusu ülkelerle iletişime geçildi. FETÖ'nün darbe girişimindeki rolünü detaylı bir şekilde anlatan bilgi ve belgeler birçok ülke ile paylaşıldı. Böylece Türkiye, 15 Temmuz sonrası FETÖ ile bir yandan içeride mücadele ederken, diğer yandan da FETÖ'nün uluslararası ayağı ile mücadele etmeye başlamıştır.