|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Ankara'daki "siyaset esnafı"nın kimi gazete köşeleri aracılığıyla Kemal Derviş'e karşı yönelttiği "sinsi direniş"in son örneği, Amerikan Büyükelçisi Robert Pearson'un, başta Başbakan Bülent Ecevit, Başbakan Yardımcıları Mesut Yılmaz ve Devlet Bahçeli'yi ziyaret ederek, Derviş'e "siyasi destek" konusunu ölçmeye kalkması. Pearson, bu nedenle "sömürge valisi" gibi davranmakla suçlanacak neredeyse. Tabii, yaklaşım tarzı bu olunca, Kemal Derviş de, "Amerika'nın koruması altında", bir başka deyimle "Amerika'nın adamı" gibi sunulmuş olacak. Bu hesapla, Derviş'in elde etmeye başladığı "güvenilirliği" zayıflatılacak. Ülkeyi batırdıkları ve milyonlarca vatandaşı yoksulluğa mahkum ettikleri yetmeyenler, şimdi sahte bir "ulusal bağımsızlıkçı" tavrın sahibiymiş gibi görünüyorlar ve bir sanal "ulusal onur" giysisinin altına saklanıyorlar. Türkiye'yi sapladıkları "ekonomik batak"tan kurtarmak için, Amerika'nın "yeşil ışığı"na muhtaç kalındığını bilmeyen yok. Zaten kamuoyunda Kemal Derviş'e verilen "avans"ın başında, hükümetin batırdığını, onun kurtarabileceğine ilişkin "umut" geliyor. Nasıl kurtarabilecek? "Süpermen" olmadığının herkes farkında; bunu kendisi de daha işin başında söyledi. Dolayısıyla, "kurtarıcı"nın, "kurtarıcılık işlevi"nin Amerika ve Amerikan etkisindeki uluslararası finans kuruluşlarına "güven veren" bir kişilik ve titrden kaynaklandığı ortada. Kamuoyu, işte tam da bu sebepten beklentilerini Kemal Derviş üzerinde yoğunlaştırdı. Kemal Derviş ise, uluslararası ekonomi çevrelerinde "saygınlığa" ve Dünya Bankası, IMF ve hatta Amerikan Hazinesi nezdinde "güven"e zaten sahip bir isimdi. O, bununla yetinmeyerek, çok doğru bir yöntem izliyor ve kamuoyundan ve Türk toplumundan "güven" elde etmeye uğraşıyor. Dikkat edin, günlerdir Türkiye Kemal Derviş'i konuşuyor. Ama hükümeti konuşmuyor. Hükümetten bir beklenti ifade etmiyor. Hükümeti sevmiyor. Hükümeti istemiyor. Hükümetten sadece Kemal Derviş'e "köstek olup olmayacağı" bağlamında söz ediliyor. Hiç kimse, Kemal Derviş'e "hükümetin kurtarıcısı" gözüyle bakmıyor. "Türk ekonomisinin kurtarıcısı" olmasını umuyor. Hükümete ilişkin olarak, onun, Kemal Derviş'in "ayak bağı" olmasından kaygı duyuyor. Umutlarının boşa çıkması ihtimalinin sorumluluğunu şimdiden hükümette görüyor. Türk toplumu ve kamuoyu, konuya böyle yaklaşırken; kendisinden on milyarlarca dolar beklenen Amerika'nın niçin farklı davranması söz konusu olsun ki? "Dipsiz kuyu"ya Amerikan vergi mükelleflerinin parasını savurma hovardalığına sahip olmayan bir devlet olarak, Türkiye'deki hükümetin Kemal Derviş'e köstek olup olmayacağını denetleyecek. Çünkü, Türkiye'deki hükümetlerin bu konularda "sabıka kaydı" kabarık. IMF'ye 17 kez niyet mektubu verip, sözünü tutmayan hükümetlerin ülkesi burası. Bu arada, "dörtlü koalisyon"un "üç ortağı" üzerindeki "Amerikan denetimi"nin şimdilik Pearson üzerinden kurulmuş olmasından önemli ipuçları elde etmek ve Türkiye'nin geleceğini sisler arasında görebilmek açısından yarar var. Kemal Derviş'in, bu beceriksiz hükümete Washington gelip "monte edilmesi" ve her geçen gün kamusal desteğini arttırarak yolunda ilerlemesi, bir yönüyle, Türk ekonomisine "uluslararası sistem"in el koyduğunu ifade ediyor. Sen, kendi ekonomini rasyonel biçimde yönetemezsen, bugünün "küreselleşme şartları"nda "eloğlu" gelir, yönettirir. Nitekim, Kemal Derviş'in son açıklamalarında kastettiği "dış kaynak" bulmak için, Washington'da "didiştiğini" öğrendiğimiz IMF değil; G-7. Önümüzdeki haftabaşında şekillenecek olan "çerçeve anlaşma" muhtemelen G-7'nin önüne konulacak. Türk ekonomisi, kamu bankalarına atılmakta olan neşter ile başdöndürücü bir "yeniden yapılanma süreci"ne girerken; işlerin bu hale gelmesine sebep olan köhne "siyasi sistem" böyle kalabilir mi? Paralel ve büyük bir ihtimalle sancılı bir süreçle, Türkiye, bir yeni "siyasi yapılanma"ya da adımını atacak. Bu bir yıl içinde, "siyasi aşiret reisleri"nin etkisini kıracak hukuki düzenlemelere gidilmesi; siyasi partiler ve seçim kanunlarında ve Anayasa'da yapılması gereken değişikliklerin gündeme gelmesi ve en önemlisi bunların "dış kaynak" ve "taze para yardımı"na bağlanması sürpriz sayılmayacak. Kemal Derviş'in DSP'ye katılma önerisini reddetmesine, artan "güvenilirliği"ne, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer'in yüzde 80'lerde seyreden popülaritesinin ilettiği "mesajlar"a dikkat edin. Bütün bunlar, "siyasetçi" kavramının yerlerde sürüklendiği, şu anda hiçbir partinin barajı aşamayacak noktalara inmiş olduğu bir zaman diliminde söz konusu oluyor. Can Ataklı, dün internet sitesinde şu değerlendirmeyi yapıp bazı soruları ortaya atmıştı: "Türkiye'de yolsuzluklar genelde küçük bir grup içinde yaşanıyor. Yolsuzlukların aktörleri, iktidarda olanların kimliklerine göre bazen değişiyor. Ancak belli isimler hiç değişmiyor. Son iki üç yılın yolsuzluk olaylarını bir de bu açıdan irdeleyin. Göreceksiniz ki hep belli isimler var yolsuzluk olaylarının odak noktalarında. Şimdi sormak istiyorum, diyelim ki Mesut Yılmaz'ı Türkiye'nin gündeminden çekip alsak ne olur? Kim bundan zarar görür? Ya da siyaset artık Hüsamettin Özkansız olsa Türkiye batar mı?" Bir şey olmaz. Dolayısıyla, bunlar gidecek. Bir kenara yazın...
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Aktüel | İzlenim | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |