|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
- "Oldum olası tarihî romanlara bayılırım. Abdullah Ziya Kozanoğlu'nun Türk Korsanları, Michel Zevaco'nun Pardayanlar'ı ile büyümüştüm. Gençlik yıllarımız Kemal Tahir'in Kurt Kanunu, Devlet Ana'larıyla geçmişti..." (Milliyet, 20 Nisan 1997) Yukarıdaki satırların yazarı birkaç yıl sonra şöyle yazmış: - "Savaşçılığın ve fütuhatın erdem sayıldığı, felsefe, sanat, edebiyata fazla önem verilmediği, resmî tarih yorumlarıyla yetinildiği bir kültür geleneğinde, bu tutumları pek yadırgamamak gerekir. Göçebelik ruhu artık onların genlerine işlemiş, aşamıyorlar bir türlü. Biz de öyle yetişmiştik. Eloğlu ilkokullarda, liselerde Descartes'leri, Aristoteles'leri, Platon'ları öğrencilere anlatırken; biz Türk Korsanları, Battal Gazi'ler, Tarkan'lar, "hey anam hey" edebiyatıyla büyüdük. Elde tahta kılıç, aşağı mahallenin çocuklarıyla savaşırdık. Çocuk aklımla ne büyük coşkuyla karşılamıştım 6-7 Eylül olaylarını. Atatürk'ün Selanik'teki evine bomba konulmuştu, ertesi gün galeyana gelen necip ve asil Istanbullu, ne kadar gayrimüslim dükkanı varsa yerle bir etmişti. Rivayetlere göre bir iki papaz da sünnet edilmişti. Olaydan sedece Rumlar değil, Ermeni ve Yahudiler de nasibini almıştı. Oh be, haddini bildirmiştik tüm gavûrların. Ortodoks hıristiyanlığın en kutsal yerlerinden biri olan Pentakrator Kilisesi'nin (Zeyrek) yanındaki evimizden Atatürk bulvarına elimde bayrakla inip "Ya taksim, ya ölüm", "Ya öleceğiz, ya böleceğiz", "Kıbrıs Türk'tür, Türk kalacaktır" sloganları atmıştım." (Niyazi Öktem, Diyalog Yazıları/Dinlerarası Diyalog ve Hoşgörü, s. 7-8, İstanbul, 2001) Tahmin edileceği gibi yazar, her memleket evlâdı gibi sonunda hakikati anlayıp artık "hey anam hey edebiyatı" yapmaktan vazgeçmiş, -kendi ifadeleriyle- "genlerine göçebelik ruhu işlemiş olan [1] dar kafalı fanatik mürtecilerin, [2] kafatasçı millliyetçilerin, [3] eski maocuların ağızlarından köpükler saçarak barış girişimlerini baltalama çabalarına" aldırmaksızın bilimin, felsefenin ışığında (!) hoşgörünün erdemini anlatmaya başlamış. Ne hoş! İnsanın gerçekleri görmesi ve "hey anam hey edebiyatı"nı bırakıp akıllanması gerçekten de sevinilecek bir durum. Yazarın, gençliğindeki hatalarını açık ve dürüst bir biçimde itiraf etmekten kaçınmaması da sanırım "aydınlanma"nın (!) kişiye sağladığı özgüvenden kaynaklanıyor. - "Gençlik dönemimizde hızlı sayılabilecek bir Marksist'tik. Kısa dönem TİP üyesi de olduk. (...) Cehalet beni o dönemlerde dünyaya ve evrene at gözlüğüyle bakan bir insan haline getirmişti. Okumayla, öğrenmeyle kara çarşafı üzerimden atabilmiştim." (s. 92-93) İnanın bayılıyorum şu tür çoğul kipiyle kullanılan ifadelere: "Gençlik dönemimizde hızlı sayılabilecek bir Marksist'tik!" (Tıpkı "Evladım! Bu paraları havadan kazanmadık, biz buralara kirin, pasın içinden, oto tamirciliğinden geldik" der gibi.) Peki sonra? Sonra -her ne demekse- kara çarşafı üzerinden atmış da kurtulmuş, daha önceleri at gözlüğü kullanmakta olan marksistimiz! (Niçin keçisakallarını kesmezler ya da pipolarını atmazlar da aydınlanır aydınlanmaz kara çarşaflarını üzerlerinden atarlar bu insanlar, doğrusu bir türlü anlayamam!?!) Her aydınlanma'nın bir hikâyesi vardır; dinleyelim ve ibret alalım: - "Cehalet küçümseme yaratmıştı. Humanist bir çevrede yetişmem, Galatasaray Lisesi'nde özgürlükçü, kartezyen (akılcı descartes yöntemi) geleneği görmüş olmam küçümsemeyi düşmanlığa kadar götürmedi. Eğer saf bir Anadolu çocuğu olsaydım, keskin bir militan da olabilirdim." Bak sen! Demek ki kartezyen (lütfen şu uyarıya dikkat: akılcı descartes yöntemi) ne canlar kurtarıyor! Maazallah ya saf bir Anadolu çocuğu olsaymış, işte o zaman keskin bir militan olacakmış da hem kendisini, hem memleketi yakacakmış! - "Göçebe toplum alışkanlıklarında savaşçılığın erdem olarak telkin edilmesi kör militanlar yaratmaktaydı. Onlar ya Marksist ya da kafatasçıydı... Kafatasçılar, inanç sahibi olanların cahillerini yanlarına çekiyorlardı." (s. 93) Gördünüz mü genlerine göçebelik işlemiş Türklerin âkibetini? Öyle "Biz bin yıldır Anadolu'yu yurt edindik, göçebeliği bıraktık" gibi hey anam hey edebiyatları burada sökmez. Çünkü en nihayet tecrübe konuşuyor, bilim konuşuyor; felsefe konuşuyor; üstelik o sizin bildiğiniz felsefelerle de değil, kartezyen felsefe (lütfen şu uyarıya bir kez daha dikkat: akılcı descartes yöntemi) ile yetişmiş bir bilim adamı konuşuyor. Hatta konuşmak ne kelime, konuşturuyor da: - "Max Weber'in dediği gibi 'Doğu toplumlarından objektif aydın çıkmıyor' galiba." (s. 149) Aaa, Weber ayıp etmiş, hiç öyle kaka söz olur mu? Yazar niçin kendisine haksızlık ediyor ki? Zât-ı âlileri çıkmış ya! Gerçi işin içinde Descartes-Mescartes filan var ama olsun, en nihayet kendileri de bir Şarklı sayılmazlar mı? Tereddüt ediyorsanız, tipik bir Şarklı nasıl davranırmış görün lütfen: - "Borrmans'ın kitabını 1998'de çevirdiğimde müstear ad kullanmıştım. Neme gerek, henüz doçenttim. Başıma bir bela gelmesin. Burası Türkiye, sonra adamı profesör yapmazlar. Çevirirken bana oğlum ve asistanım Ümid Arad yardım etmişti. Benim ön adıma Ümit'in adı, Emre'nin başharfini karıştırdık, kitabın çevirmeninin adını koyduk: E. Mehmet Ümit." (s. 9) İşte akılcı descartes yöntemi'nin faydaları... Ne diyeyim, aferin Timaş Yayınları'na!
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Aktüel | İzlenim | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |